Tiyatro “Komünist İşi” midir? - Mesut Odman
1 sayfadaki 1 sayfası
Tiyatro “Komünist İşi” midir? - Mesut Odman
Tiyatro “Komünist İşi” midir? - Mesut Odman
Bana sorulacak olursa, “Biraz da öyledir” derim.
Aslında bana sorulmuyor; hatta kimseye sorulduğu falan yok da, Tiyatrocu Orhan Aydın’ın buradaki son yazısında yazdığı bir cümleden böyle bir soruyu ben çıkarıp kendime sorulmuş gibi yanıtladım.
Geçmeden, “Tiyatrocu” diye vurgulayışımın çok özel nedenini açıklamak gereğini duyuyorum; çünkü, kendisinin uğraşını bilmeyen, en azından, adını duymuş olup da o adı taşıyan kişinin neyle uğraştığını bilmeyen yoktur. Oysa, benim tanıdığım üç Orhan Aydın’dan biridir kendisi; o yüzden, yakınlarım arasında ne zaman bu adı ansam, hangisi olduğunu belirtmem gerekir. Öteki ikisinden biri, bir tren yolculuğunda karşılaştığım ve, ne hoş bir rastlantı, yine devrimcilikten uzak olmayan bir kişidir. Üçüncüsü ise tarihimizin hep yüksekte tutacağımız büyük kavgacılarından “Doktor” ile birlikte çalışma şansına erişip de hâlâ hayatta olan devrimci ağabeylerimizden biridir ve, bir mutlu rastlantı daha, benim akrabam olur.
Orhan kardeşimiz, o yazısında, yakın zamanlarda oyunların yasaklanmasından ve yargıç, savcı, vali, kaymakam, belediye başkanı, rektör ve benzeri farklı iş ya da unvanlara sahip olmakla birlikte “oyun yasaklama” eyleminde ortaklaşan insanlardan söz ederken şu cümleyi yazmıştı:
“Bunların büyükçe bir çoğunluğu, Tiyatroyu ‘Komünist işi’ görürler”.
Tren için “komünist işi” diyen Turgut Özal’ın dediğiyle bir benzerliği var mı bunun? Vardır. Biraz kafa yorulduğunda, bulunur. Komünistlikle hiçbir ilgisi olmayanlar, hatta ona düşman olanlar da demiryollarıyla, trenlerle uğraşıyorlar; onları geliştiriyor ve kullanıyorlar. Yine de, bütün bunlar, demiryolunun ve trenin “komünist işi” olma özelliğini ortadan kaldırmıyor.
İnsanın iyiliğini, insan hayatının sağlıklı, güvenli, güzelliklerle dolu olmasını esas alan, öne çıkaran; bunun için kendi başına asılmayıp ortaklaşmayı amaçlayan her türlü işe “komünist işi” demekte bir sakınca yoktur; tersine, hem o işleri hem de komünistliği doğru dürüst anlamak bakımından, böyle demek, elde var bir, gereklidir.
Tiyatronun nasıl olup da “komünist işi” sayılabileceğine ilişkin bir yazı yazmak ne güzel olurdu! Öyle de, ne güzel olması için, güzel yazılması, üstelik hem yazanın hem okuyanın oradaki güzelliği onaylaması gerekir. Becerebileceğimi sanmıyorum; dolayısıyla, şimdi öyle bir yazı yazmaya girişmeyeceğim. Ama, keşke bir yazan olsaydı da okusaydık!
Sadece, bazı kişisel anılara göndermeler yaparak, birkaç değinmede bulunabilirim.
Bizde, bizim memlekette, tiyatronun devlet desteği olmadan yaygınlaştığı, yaygınlaşma derken, tiyatroyu seyredenlerin değil sadece, orada burada, olur olmaz yerlerde, tiyatro yapmakla uğraşan gencecik insanların sayısının olağanüstü arttığı bir dönem vardır. Bu tür olumlulukların pek çoğunda olduğu gibi 1960 ile 70 yılları arasındaki dönemdir bu. Hani şu artık önüne herhangi bir niteleme getirmeden gericiliklerini anlatabildiğimiz demokratların günde beş vakit beddua ettikleri kahrolası 27 Mayıs Darbesi ile başlayan “görkemli 60-70 dönemi”. Bu uzun cümlenin en sonunda tırnak içinde yazdığımız niteleme bizim soyumuza aittir.
“Bu iddiana bilimsel kanıt getirebiliyor musun?” biçimindeki soruların büyük çoğunluğu benim türüm açısından boş ve anlamsızdır. Öyledir; çünkü, eğer bu tür soruları iyi niyetle soranlar varsa, bunların çoğu, araştırıcı ya da sorgucu akılları çetele tutmak ile bozulmuş olanlardır. Aklımızın nereye ve neden baktığını bilmiyorsak, neyi ne kadar ölçtüğümüz, neyin ne kadar çetelesini tuttuğumuz neye yarar?
Şimdi, gelelim bizim her yerden tiyatrocu fışkıran zamanlarımıza.
Bir yıl kadar önce hemen hemen aynı konuda yazdığım bir yazıya dönerek o zamanlara adım atalım. O yazıdan bazı satırları, 13 Nisan 2008 tarihli soL’dan aktarıyorum:
“Altmışlı yılların ortasına doğruydu. Deniz kıyısında, nüfusu yirmi bin dolayındaki küçük bir kentte, bir grup lise öğrencisiydik. Kentin bugünkü koşullarla karşılaştırıldığında tek sözcükle ‘inanılmaz’ denebilecek gelişkinlikte bir ‘Gençlik Tiyatrosu’ vardı; nasıl kurulmuş, kim kurmuş, ayakta kalmasını kim sağlardı, ne yazık, hiç hatırlamıyorum. (…) Başımızda, İstanbul’da tıp okuyan üniversite öğrencisi bir ağabeyimiz vardı; ailesi bizim orada yaşıyordu, her fırsatta kaçar gelir ve bizi çalıştırırdı.”
Evet, “hiç hatırlamıyorum”; çünkü, bacak kadar çocuktum. Aklım erdikten sonra, geri dönüp bilgi belge de toplamamışız demek ki. Ancak, belleğimi zorladığımda, belediyeye ait ya da belediye destekli olduğunu hatırlıyorum. Peki, belediye neyin nesiydi; kimler vardı; niye öyle bir işe soyunmuştu? Bilmiyorum.
Bu ve benzeri bilinmezleri gidermek, hâlâ tiyatro ile uğraşanlar, özellikle de onlar arasında bunun komünist işi olduğuna azçok hak verenler açısından önemli olsa gerektir.
Biz çocuklar, bir yığın güçlüğü göğüsleyerek ve hiçbir çıkar beklentimiz olmadan uğraşırdık. Örnek olsun, bütün okuduğu sınıfların birincisi olmakla malul olan ben, her boyaya boyanırken bu maluliyetimi de elden bırakmamak uğruna, bu tür bir iş için izin almanın akıllara sığmaz ölçüde zor olduğu babamdan izin alabildiğim zamanları ve çok daha fazlasını tiyatro çalışmakla geçirdikten sonra, o vazgeçilmez sınıf birinciliğini de sürdürmek için sabahlara kadar ders çalışırdım. Bunu yapabilmek uykudan kurtulmayı gerektirdiği için de, hiç unutmam, o sıralar yeni çıkmış uykusuzluk haplarından alabilmek peşinde, kentin cumhuriyet meydanından denize açılan caddedeki eczanede ne diller dökerdim!
Biz çocukların ağabeyleri olan üniversiteliler ise, babalarını atlatmanın kendi ölçülerindeki güçlüğüyle baş etmenin yanı sıra, bizimkilerden daha farklı delikanlılık hayatlarından da özveride bulunarak bize öğretmenlik yaparlardı.
Bu tür anılarını ileri yaşlarına kadar taşıyıp getirmiş birçok insanla tanışmışımdır.
Bizim o tiyatrolarımızda ne komünistlikler konuşulurdu, anlatamam.
Daha doğrusu, anlatmak için, beş yıl kadar önce, üstelik hiç de öyle uzun uzun yaşayamadan ölüp gitmiş o devrimci ağabeylerimden “pantomimci tabip profesör” için yazdığım şiirden üçbeş dizeyi buraya alırsam, çok mudur?
…
tiyatroyu bir de solculuğu ilk öğretendin bana
hani ne yapılır nereden başlanır
eyvallah ilk öğretmenim
sana teşekkür ederim
seni hep anlatacağım
çok eksikli olacaktır ne yapalım
işte hatırladığım kadarıyla
şu yerinde duramayan komünist çocuklara
…
Peki, o küçük, güzel kıyı kentleri şimdi ne alemde?
Onu da o bir yıl önceki yazıda şöyle yazmışım:
“Birkaç yıl önce o kente bir yolum düştüğünde sorup soruşturdum: Orada da açılmış olan üniversitenin öğrencileri dahil bütün gençler, çoğunlukla, ‘internet cafe’lerde vakit öldürüyorlardı. Kentin futbol takımı küme düştüğü, bir türlü üst kümeye yükselmeyi de başaramadığı için gençlere pek de yapılacak bir iş kalmadığını, üzülmekle birlikte anlayışla karşılayarak anlatmışlardı.”
Bana sorulacak olursa, “Biraz da öyledir” derim.
Aslında bana sorulmuyor; hatta kimseye sorulduğu falan yok da, Tiyatrocu Orhan Aydın’ın buradaki son yazısında yazdığı bir cümleden böyle bir soruyu ben çıkarıp kendime sorulmuş gibi yanıtladım.
Geçmeden, “Tiyatrocu” diye vurgulayışımın çok özel nedenini açıklamak gereğini duyuyorum; çünkü, kendisinin uğraşını bilmeyen, en azından, adını duymuş olup da o adı taşıyan kişinin neyle uğraştığını bilmeyen yoktur. Oysa, benim tanıdığım üç Orhan Aydın’dan biridir kendisi; o yüzden, yakınlarım arasında ne zaman bu adı ansam, hangisi olduğunu belirtmem gerekir. Öteki ikisinden biri, bir tren yolculuğunda karşılaştığım ve, ne hoş bir rastlantı, yine devrimcilikten uzak olmayan bir kişidir. Üçüncüsü ise tarihimizin hep yüksekte tutacağımız büyük kavgacılarından “Doktor” ile birlikte çalışma şansına erişip de hâlâ hayatta olan devrimci ağabeylerimizden biridir ve, bir mutlu rastlantı daha, benim akrabam olur.
Orhan kardeşimiz, o yazısında, yakın zamanlarda oyunların yasaklanmasından ve yargıç, savcı, vali, kaymakam, belediye başkanı, rektör ve benzeri farklı iş ya da unvanlara sahip olmakla birlikte “oyun yasaklama” eyleminde ortaklaşan insanlardan söz ederken şu cümleyi yazmıştı:
“Bunların büyükçe bir çoğunluğu, Tiyatroyu ‘Komünist işi’ görürler”.
Tren için “komünist işi” diyen Turgut Özal’ın dediğiyle bir benzerliği var mı bunun? Vardır. Biraz kafa yorulduğunda, bulunur. Komünistlikle hiçbir ilgisi olmayanlar, hatta ona düşman olanlar da demiryollarıyla, trenlerle uğraşıyorlar; onları geliştiriyor ve kullanıyorlar. Yine de, bütün bunlar, demiryolunun ve trenin “komünist işi” olma özelliğini ortadan kaldırmıyor.
İnsanın iyiliğini, insan hayatının sağlıklı, güvenli, güzelliklerle dolu olmasını esas alan, öne çıkaran; bunun için kendi başına asılmayıp ortaklaşmayı amaçlayan her türlü işe “komünist işi” demekte bir sakınca yoktur; tersine, hem o işleri hem de komünistliği doğru dürüst anlamak bakımından, böyle demek, elde var bir, gereklidir.
Tiyatronun nasıl olup da “komünist işi” sayılabileceğine ilişkin bir yazı yazmak ne güzel olurdu! Öyle de, ne güzel olması için, güzel yazılması, üstelik hem yazanın hem okuyanın oradaki güzelliği onaylaması gerekir. Becerebileceğimi sanmıyorum; dolayısıyla, şimdi öyle bir yazı yazmaya girişmeyeceğim. Ama, keşke bir yazan olsaydı da okusaydık!
Sadece, bazı kişisel anılara göndermeler yaparak, birkaç değinmede bulunabilirim.
Bizde, bizim memlekette, tiyatronun devlet desteği olmadan yaygınlaştığı, yaygınlaşma derken, tiyatroyu seyredenlerin değil sadece, orada burada, olur olmaz yerlerde, tiyatro yapmakla uğraşan gencecik insanların sayısının olağanüstü arttığı bir dönem vardır. Bu tür olumlulukların pek çoğunda olduğu gibi 1960 ile 70 yılları arasındaki dönemdir bu. Hani şu artık önüne herhangi bir niteleme getirmeden gericiliklerini anlatabildiğimiz demokratların günde beş vakit beddua ettikleri kahrolası 27 Mayıs Darbesi ile başlayan “görkemli 60-70 dönemi”. Bu uzun cümlenin en sonunda tırnak içinde yazdığımız niteleme bizim soyumuza aittir.
“Bu iddiana bilimsel kanıt getirebiliyor musun?” biçimindeki soruların büyük çoğunluğu benim türüm açısından boş ve anlamsızdır. Öyledir; çünkü, eğer bu tür soruları iyi niyetle soranlar varsa, bunların çoğu, araştırıcı ya da sorgucu akılları çetele tutmak ile bozulmuş olanlardır. Aklımızın nereye ve neden baktığını bilmiyorsak, neyi ne kadar ölçtüğümüz, neyin ne kadar çetelesini tuttuğumuz neye yarar?
Şimdi, gelelim bizim her yerden tiyatrocu fışkıran zamanlarımıza.
Bir yıl kadar önce hemen hemen aynı konuda yazdığım bir yazıya dönerek o zamanlara adım atalım. O yazıdan bazı satırları, 13 Nisan 2008 tarihli soL’dan aktarıyorum:
“Altmışlı yılların ortasına doğruydu. Deniz kıyısında, nüfusu yirmi bin dolayındaki küçük bir kentte, bir grup lise öğrencisiydik. Kentin bugünkü koşullarla karşılaştırıldığında tek sözcükle ‘inanılmaz’ denebilecek gelişkinlikte bir ‘Gençlik Tiyatrosu’ vardı; nasıl kurulmuş, kim kurmuş, ayakta kalmasını kim sağlardı, ne yazık, hiç hatırlamıyorum. (…) Başımızda, İstanbul’da tıp okuyan üniversite öğrencisi bir ağabeyimiz vardı; ailesi bizim orada yaşıyordu, her fırsatta kaçar gelir ve bizi çalıştırırdı.”
Evet, “hiç hatırlamıyorum”; çünkü, bacak kadar çocuktum. Aklım erdikten sonra, geri dönüp bilgi belge de toplamamışız demek ki. Ancak, belleğimi zorladığımda, belediyeye ait ya da belediye destekli olduğunu hatırlıyorum. Peki, belediye neyin nesiydi; kimler vardı; niye öyle bir işe soyunmuştu? Bilmiyorum.
Bu ve benzeri bilinmezleri gidermek, hâlâ tiyatro ile uğraşanlar, özellikle de onlar arasında bunun komünist işi olduğuna azçok hak verenler açısından önemli olsa gerektir.
Biz çocuklar, bir yığın güçlüğü göğüsleyerek ve hiçbir çıkar beklentimiz olmadan uğraşırdık. Örnek olsun, bütün okuduğu sınıfların birincisi olmakla malul olan ben, her boyaya boyanırken bu maluliyetimi de elden bırakmamak uğruna, bu tür bir iş için izin almanın akıllara sığmaz ölçüde zor olduğu babamdan izin alabildiğim zamanları ve çok daha fazlasını tiyatro çalışmakla geçirdikten sonra, o vazgeçilmez sınıf birinciliğini de sürdürmek için sabahlara kadar ders çalışırdım. Bunu yapabilmek uykudan kurtulmayı gerektirdiği için de, hiç unutmam, o sıralar yeni çıkmış uykusuzluk haplarından alabilmek peşinde, kentin cumhuriyet meydanından denize açılan caddedeki eczanede ne diller dökerdim!
Biz çocukların ağabeyleri olan üniversiteliler ise, babalarını atlatmanın kendi ölçülerindeki güçlüğüyle baş etmenin yanı sıra, bizimkilerden daha farklı delikanlılık hayatlarından da özveride bulunarak bize öğretmenlik yaparlardı.
Bu tür anılarını ileri yaşlarına kadar taşıyıp getirmiş birçok insanla tanışmışımdır.
Bizim o tiyatrolarımızda ne komünistlikler konuşulurdu, anlatamam.
Daha doğrusu, anlatmak için, beş yıl kadar önce, üstelik hiç de öyle uzun uzun yaşayamadan ölüp gitmiş o devrimci ağabeylerimden “pantomimci tabip profesör” için yazdığım şiirden üçbeş dizeyi buraya alırsam, çok mudur?
…
tiyatroyu bir de solculuğu ilk öğretendin bana
hani ne yapılır nereden başlanır
eyvallah ilk öğretmenim
sana teşekkür ederim
seni hep anlatacağım
çok eksikli olacaktır ne yapalım
işte hatırladığım kadarıyla
şu yerinde duramayan komünist çocuklara
…
Peki, o küçük, güzel kıyı kentleri şimdi ne alemde?
Onu da o bir yıl önceki yazıda şöyle yazmışım:
“Birkaç yıl önce o kente bir yolum düştüğünde sorup soruşturdum: Orada da açılmış olan üniversitenin öğrencileri dahil bütün gençler, çoğunlukla, ‘internet cafe’lerde vakit öldürüyorlardı. Kentin futbol takımı küme düştüğü, bir türlü üst kümeye yükselmeyi de başaramadığı için gençlere pek de yapılacak bir iş kalmadığını, üzülmekle birlikte anlayışla karşılayarak anlatmışlardı.”
Similar topics
» Komünist Parti Manifestosu
» Sosyalizmde Demokrasi Var Mıdır?
» Yurtseverlik Nedir? Milliyetçilikten Farklı Bir Şey Midir?
» Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan
» Proletarya Diktatörlüğü Sosyalizmle Aynı Şey Midir?
» Sosyalizmde Demokrasi Var Mıdır?
» Yurtseverlik Nedir? Milliyetçilikten Farklı Bir Şey Midir?
» Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan
» Proletarya Diktatörlüğü Sosyalizmle Aynı Şey Midir?
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz