Kapitalizm ve Yurtseverlik
1 sayfadaki 1 sayfası
Kapitalizm ve Yurtseverlik
KAPİTALİZM ve YURTSEVERLİK
Son onbeş yirmi yıldır burjuva ideolojisinin sistemli saldırıları sonucu unutturulan, içi boşaltılan, ya da amacı aşan anlamlar yüklenerek yozlaştırılan bir kavram olan yurtseverliğin , kapitalizmin küresel boyut kazandığı günümüzde içeriğinin doğru tanımlanması, yeni açılımlarının yapılması ve doğru kavranılması konusunda çaba sarf edilmesi Marksistlerin görevidir.
1- REKABETÇİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE ULUSÇULUK:
Bilindiği gibi sınıfsal ayrışma en net biçimiyle tarih sahnesine kapitalizmle birlikte çıkarken, burjuvazi sınıfsal çıkarları doğrultusunda değer yargılarını da oluşturmaya başlayacaktır. Burjuvazinin, feodalizmi alt ederken işçi sınıfını ve diğer emekçi güçleri feodalizme karşı “cephesel güç” olarak kullanırken, yeni sistemin ekonomik, politik, kültürel ve siyasal oluşumlarında emekçi güçlere yer vermemesi, dahası kendi sınıfsal iktidarını kendi dışındaki emekçi güçlere karşı koruyucu zırhlarla donatması da yadırganacak bir durum değildi. İşte bu noktada, ulusal burjuvazinin gelişip güçlenmesi, ekonomik ve siyasal iktidarını pekiştirmesi, kapitalizmin varlık koşulu olan diğer kapitalist ülkelerle rekabette başat rol oynaması ve mevcut pazarlarını koruması, giderek daha geniş pazarlara sahip olması için siyasal iktidarın istikrar kazanması gerekliydi. Bunun için de sistem dışı güçlerin politik olarak yedeklemesinin argümanlarının yaratılması kaçınılmazdı. “Ulus”, “ulusçuluk” kavramları bu dönemin ürünüdür ve “ulusçuluk” da kapitalist ülkelerin, sistem dışı emekçi güçleri kapitalizme yedekleme, sahip çıkma, kapitalizmi içselleştirme projesiydi. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde işçi sınıfının, politik iktidar istemini öne süren bir örgütlülük ve programa sahip olması daha gündemde bile değilken (ilk anlamında) ilkel sınıfsal talepleri olan ekonomik kökenli, daha iyi ücret ve daha sağlıklı koşullarda çalışma istemleri bile, burjuvazinin amansız zoru ile bastırılırken, başvurulan gerici zorun gerekçelerinden biri de –belki de en önemlisiydi- “zor”un bütün ulus adına ve “ulusal çıkarlar” adına kullanıldığı yalanıydı. Burjuvazinin politik iktidarını sorgulattıran her düşünce, ekonomik sömürüye çekilmek istenen her sınırlama “ulusal çıkarlara aykırı” düşünce ve davranışlardı. Erken kapitalizm döneminin İngiltere ve Fransa’sında çalışanların ekonomik temelli hak taleplerinin çoğu zaman kitlesel kıyımlara ulaştığı bilinmektedir. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde “ulusal çıkarlar” burjuvazinin sınıfsal çıkarlarıydı ve ulusçuluk da yine burjuvazinin kitleleri, kapitalizmin inşa ve gelişiminde, burjuva iktidarların istikrar kazanmasında politik olarak yedeklemenin ideolojik aracıydı. Bu öylesine güçlü bir silahtır ki, geniş kitlelerin değil sınıfsal bilincini, kişilik ve vicdanlarını bile dumura uğratacak ve etkisini yüzyıllardır sürdürecektir. Burjuvazi, kapitalizmin her döneminde egemenliğinin ve sömürünün, savaş ve yağmanın bütün “meşruiyetini” buna bağlamış, kitleleri savaşa sürerken, diğer halkları boğazlarken, işgal ve yağmalarda hep bu “sihirli” sözcüğe sarılmıştır. “Ulusçuluk” kapitalizmin nekahet döneminde burjuvazinin koltuk değneği olarak dayandığı, gelişip gürbüzleşmesiyle birlikte terk edeceği bir kavram değildi, daha uzun süre bu demagojiyi kullanacaktı. Kısacası, “ulusçuluk” burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla içerik kazanan bir kavramdı ve içeriği itibariyle de burjuvazinin etkin, etkili demagojik silahlarından biriydi.
2- TEKELCİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE ULUSÇULUK
Kapitalizmin, serbest rekabetçi dönemini tamamlayıp tekelci “emperyalist “ aşamaya ulaşmasıyla, rekabetçi dönemin “artık değer sömürüsü” ile palazlanan kapitalizmin sömürüsü, artık değer sömürüsünün devamıyla birlikte, daha geniş kitleleri sömürü alanının içine alacaktır. Bu, tekelleşmenin sonucuydu. Artık, kapitalizm yalnızca “artık değer” sömürüsüyle yetinmeyecek, gerek kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının dışında kalan diğer halk katmanlarından, gerekse sömürge ülkelerden elde edilen yer altı ve yer üstü kaynaklarından elde edilen gelirlerden devasa değer transferi gerçekleşecektir. Sömürünün, işçi sınıfı dışında diğer katmanları da içine alması, sömürge ülkelerin işgali ve kaynaklarının sömürülmesi de yine “ulusal çıkarlar gereği” olacak, burjuvazi bu dönemde de “ulusalcılık” silahını kullanmaya devam edecektir. Sömürge ülkelerin ele geçirilmesinde, diğer kapitalist ülkelerle savaşlarda cephelere sürülen halk yığınları, bir taraftan içeride sömürünün çarklarında kıvranıp sömürüyü pekiştirirken, dışarıda başka ülkeleri işgal ve yağma savaşlarında bu etkili silahla ölüyor, kapitalizme yeni pazarlar, mevziler kazandırıyordu. Bırakın sıradan, sınıf bilinçsiz kitleleri, sosyalizm adına eylemlerde bulunan, sosyalizmin teorisini yapmaya kalkışanlar bile, dışarıda kapitalizme kazandırılan yeni pazarlar ve yeni sömürgelerin, sömürüyü katmerleştirdiğinin farkına varmayacak kadar bu sihirli kavramla büyüleniyordu. Birinci paylaşım savaşının, emperyalistler arasındaki boğazlaşmanın hazırlık aşamasında savaşa, kendi kapitalistleri yanında “ulus ve ülke savunması” gerekçesiyle katılmayı savunan Menşeviklerle-Bolşevikler arasındaki sert tartışma ve mücadele gelinen noktanın vahametini göstermesi bakımından ilginç ve önemlidir. Öyle ki, birinci paylaşım savaşından yenik çıkan kapitalist ülkeler -Almanya, İtalya v.b-“ulusçuluk” larını çılgınlık boyutlarına vardıracak, savaş örgütlenmesinde de bu kavramı manivela olarak kullanacaklardır. Alman kapitalizminin ihtiyaç duyduğu pazarları elde etmesi için “saf Alman ırkı”na ihtiyaç vardı ve esasen Alman Ulusu da yeryüzündeki diğer bütün uluslardan üstündü(!)… Diğer uluslar Alman ulusunun ancak “hizmetkarı” olabilirdi, asla eşiti değil!... Oysa, savaşta Almanlar yenilmiş, varlığına tahditler konulmuş ve aşağılanmıştı… Bu duruma son vermek, yeryüzündeki bütün ulusların, halkların “Alman ulusu”nun efendiliğini ve üstünlüğünü kabul etmesi ve Alman ulusuna boyun eğmesi gerekirdi!... Alman tekelci sermayesi perde arkasında yeni pazarlar elde etmenin hesabını yaparken, bunun aracı olarak da toplumun savaş örgütlenmesine sokulması, ekonominin askerileştirilmesi için sahneye Hitleri sürüyordu… Alman tekelci sermayesi adına iktidar namzetlerinden Hitlerin partisinin programı bu iş için en uygun -belki de tek seçenek- olanıydı ve bu nedenle de alman tekelci sermayesi Hitlerin iktidar oyunlarında, yalan ve demagojisinin toplumsal kabul görmesinde olanca gücüyle Hitleri destekliyordu. Hitlerin propaganda malzemesi ise, Alman toplumunun psikolojik ezikliğine yanıt verircesine “ Alman ulusçuluğu” idi. Öyle ki, bu demagoji, bir çok Alman ilericisinin ve hatta “sosyalistinin” bile bilincini karartacak , Hitler gerçeğini gören, kitleselleşmesini ve yükselişini engellemek için mücadele programı öneren Alman Komünistleri bir başlarına ve yalnız bırakılacaktır. Alman faşizminin kitlesel kabul görmesinin ve iktidar olarak kotarılmasının temel harcı bu idi ve faşizmin gerek Alman halkı açısından ve gerekse diğer dünya halkları açısından sonuçları malumdur. Ulusçuluğu, iktidarının temel harcı olarak gören elbette yalnızca Alman burjuvazisi değildi. Bu dönemde bütün kapitalist ülkeler burjuvaları “ulusçuluğu, ”yurtseverlik olarak” pompalamış, yeni pazarlar elde etmenin ancak savaşla mümkün olması nedeniyle de, kitleleri savaşa sürmenin etkili silahı olarak kullanmışlardır. Tarihi iki yüz yılı geçmeyen, değişik Avrupa kökenlilerden oluşan ABD bile hemencecik bir “ Amerikan Ulusu “ yaratıvermiştir!... Amerikan emperyalizmine söylenen her söz, her kıpırdanış “Amerikan ulusuna” karşı bağışlanmaz bir eylemdi!... İkinci savaştan bu yana Amerikanın bu demagojiye sıkı sıkı sarıldığı unutulmamalı, bu tavrın soğuk savaş diye adlandırılan ikinci savaş sonrasının McCarty dönemiyle sınırlı kaldığı yanılgısına düşülmemelidir. Sisteme karşı her kıpırdanışın, Avrupalıların şampiyonu kesildikleri “ demokrasi “ teranesini hemen kenara itip, “zor” unsurunu “yasal düzenleme“ adı altında tereddütsüz uygulamaya koydukları, son Fransa olaylarının patlak vermesiyle, daha önce de İngiltere’de“ oyunun kurallarının değiştiği “söylenerek aynı uygulamanın yürürlüğe konulduğu bilinmektedir.
3- “ULUSÇULUK” EMPERYALİST BURJUVAZİNİN TEKELİNDEN ÇIKMASI
Kapitalizmin tekelci aşamaya girmesiyle birlikte, iç pazarı dar gelen burjuvazi “dış pazarlara” yönelecek, yeni pazarlarını sömürge ülkelerde aramaya başlayacaktır. Bunun yolu bu ülkelerin işgalidir. Asya ve Afrika’nın, Ortadoğu ve Latin Amerikanın -mutlak olmakla birlikte- açık işgalleri başlayacaktır. Bu, ülke halkının tepkisinin de beraberinde getirecektir. Emperyalistler, işgalle birlikte yerli işbirlikçilerini oluşturacak, işgalin önemli dayanaklarından biri de işbirlikçiler olacaktır. Açık işgale karşı, kitlesel tepkiler, emperyalizme yönelik yurt savunması olarak örgütlenecek ve emperyalistlerle işbirlikçilerine karşı yöneltilecektir. Bu dönem “Ulusal Kurtuluş savaşlarının” başlangıç dönemidir ve savaş, ülkenin işgaline son verilmesi, işgalcilerin ülkeden çıkarılmasını amacına yöneliktir. İşgale uğrayan ülke halkı, işgalcilere karşı “ yurtseverlik” ve “ ulusallık “ programının başarısı için savaşacaktır. “Ulusul kurtuluş” savaşçılarının temel dayanakları da “ulusçuluk” ve “ yurtseverlik” olacaktır. İşte bu dönemde, Ulusçuluk, içeriği burjuva kalmakla birlikte Anti-emperyalist bir öz kazanacaktır ve yaratıcısı olan ve ancak dönem itibariyle emperyalistleşen burjuvaziye karşı bir silah olarak kullanılacaktır. “Ulusal Kurtuluş Savaşını” başarıya ulaştıran kadrolar, kapitalizmin gerisine düşmekle ve kapitalizm tarafından gelişimi engellenen ülkenin “uluslaşmasını” sağlayacak programını uygulayacaktır. Bu nedenle bu dönem ulusçuluğunun içeriği “Anti Emperyalist”, ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadrolar -siyasal ve politik hedefleri bir yana- “yurtsever” olmak zorundadır. Gerek Anadolu Kurtuluş savaşının, gerek diğer Kurtuluş savaşlarının (Vietnam, Kamboçya, Lagos, Cezayir v.b.) çıkış noktası budur. Savaşın yürütülmesinde “ulusçuluk” anti emperyalist bir silah olarak kullanılmıştır ve böyle olması da işin tabiatı gereğidir. Politik ve siyasi programları farklıdır. Örneğin Kemalist devrimin programı “kapitalist olmayan yol” olarak adlandırılan kamu ekonomisi ağırlıklı, siyasal sürece katılımcı, feodal kalıntıların tasfiyesiyle çağdaş burjuva değerler üzerine inşa edilmişken, Çin, Vietnam, Kamboçya Lagos işgalin sona ermesiyle sosyalist program öngörmüşlerdir. Burada bu programların başarısı, sürdürülebilirlik koşulları tartışma konusu olmayıp, bir tespit yapılmaya çalışılmaktadır. Kasaca, geri bıraktırılmış ülkelerdeki ulusalcılık , yurtseverliğe dönüştürülmekle birlikte burjuva içeriği varlığını sürdürmüştür. Ulusal Kurtuluş Savaşlarının program olarak Anti emperyalist olmalarının yanında, anti kapitalist içeriğe sahip olmamalarıdır.
Açık işgalin sona ermesiyle birlikte, geri bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme karşı yürütülen Ulusal Kurtuluşun sıcak savaş alanlarında kazanımlarının devam ettirilemediği, politik ve siyasi programının kesintiye uğradığına, iktidarın kısa süreler sonunda işbirlikçilerin eline geçtiğine tanık olunmaktadır. Artık bu ülkelerde de emperyalist-kapitalistlerin işbirlikçisi gerici iktidarların karşı devrimcileri, yaratıcıları olan gerici burjuvazinin mirasını devralmışlar ve iktidarlarını da “miras bırakanlarının” yöntemleriyle sürdürmektedirler.
4- KÜRESEL KAPİTALİZM DÖNEMİNDE YURTSEVERLİK:
Ulusun ve Ulusçuluğun yaratıcısı burjuvazinin artık ulusa gereksinimi kalmamıştır. İç pazara hakimiyet, sömürgeler, diğer pazarların tekeller yoluyla elde edilmesi… Nihayet kapitalizmin yer küre ölçeğinde egemenliği, küreselleşmesi…
Burjuva ideologları “ tarihin sonunu “ ilan etmekteler -siz buna sınıfların ortadan kalktığı ve sınıf mücadelesinin bittiği kehaneti deyin-, ulus devletlerin miyadını doldurduğunu ilan etmektedirler. Yer yüzü, kayıtsız şartsız kapitalizmin egemenlik ve sömürü alanı olmalıdır. Ulus Devletlerin zaten önemli bir bölümü “Ulusallığını” kaybetmiş, işbirlikçiliğin ötesinde sisteme entegre olmuştur. Kapitalizmin yer küre egemenliğine karşı koyan devletler –SSCB, Yugoslavya v.b -tarihe gömülmüş, Irak’ın işgali sürmekte, İran, Suriye, Kuzey Kore, Küba’ya tehditler yağdırılmakta, Chavez’e suikastlar düzenlenmekte… hasılı kapitalistler, ”küreselleşme” engelini aşmakta kararlı görünüyorlar.
Gelinen noktada, emperyalist kapitalizmin sömürü ve yağmasına, işgaline burjuva içerikli bir program ve anlayışla karşı konulmasının hem tarihsel açıdan hem de güncel açıdan bu sınıfların tüm ilerici ve yurtsever niteliklerini kaybedip sisteme entegre olmalarından ve bu nedenle yurtseverlik vasıflarını da yitirdiklerinden, bu görev sınıf devrimcilerinin omzundadır. Sınıfsal hareket anti emperyalist olmakla yurtsever, anti kapitalist olmakla devrimci mücadelenin yürütülebilir programını oluşturup, yaşama geçirmenin ağır ve kaçınılmaz göreviyle karşı karşıyadır. Küresel kapitalizm döneminde anti kapitalist olunmadan “yurtsever” olunamayacağı gerçeği geniş yığınlara kavratılırken, devrimciler de artık kaba bir “ yurtseverlik” karşıtı olmanın yanılgısından kurtulmalıdır. Bunu yaparken, yurtseverliğin tek ölçütünün birleşik karakteri olan “anti emperyalist ve anti kapitalist” özüne, zihinsel bulanıklık katan, emek-sermaye dışında başkaca farklılıkları gündeme taşıyan gerici eğilim ve düşüncelerin iç yüzü de artık çekinmeksizin sergilenmeli, etnik ve dini farklılaşmanın gericiliğin diğer yüzünü oluşturduğu açıklıkla vurgulanmalıdır. Gerek geri üretim ilişkilerinin gerekse kapitalizmin yarattığı ve bugüne taşıdığı, gerekse bilinçli olarak yarattığı tortuları ortadan kaldırma görevi işçi sınıfının anti emperyalist ve anti kapitalist programını yaşama geçirmek yükümlülüğü altında olan sınıfın devrimci partisinin görevidir. ABD ve AB’nin çeşitli kurumlarının etnik ve dini farklılıkları kışkırtarak bundan medet ummasını “demokrasi” sanan safların da -ya da onları saf sanacak kadar biz mi safız?-, “demokrasinin” kapitalizme karşı sınıf savaşında , işçi sınıfının ekonomik ve demokratik kazanımları olduğu, kapitalizm ve demokrasinin tarihte hiçbir zaman ve hiçbir yerde yan yana olmadığı ve olamayacağı da kavratılmalı, atılan yemlerin daha büyük balıkların avlanmasına hizmet ettiği hatırlatılmalıdır.
Son onbeş yirmi yıldır burjuva ideolojisinin sistemli saldırıları sonucu unutturulan, içi boşaltılan, ya da amacı aşan anlamlar yüklenerek yozlaştırılan bir kavram olan yurtseverliğin , kapitalizmin küresel boyut kazandığı günümüzde içeriğinin doğru tanımlanması, yeni açılımlarının yapılması ve doğru kavranılması konusunda çaba sarf edilmesi Marksistlerin görevidir.
1- REKABETÇİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE ULUSÇULUK:
Bilindiği gibi sınıfsal ayrışma en net biçimiyle tarih sahnesine kapitalizmle birlikte çıkarken, burjuvazi sınıfsal çıkarları doğrultusunda değer yargılarını da oluşturmaya başlayacaktır. Burjuvazinin, feodalizmi alt ederken işçi sınıfını ve diğer emekçi güçleri feodalizme karşı “cephesel güç” olarak kullanırken, yeni sistemin ekonomik, politik, kültürel ve siyasal oluşumlarında emekçi güçlere yer vermemesi, dahası kendi sınıfsal iktidarını kendi dışındaki emekçi güçlere karşı koruyucu zırhlarla donatması da yadırganacak bir durum değildi. İşte bu noktada, ulusal burjuvazinin gelişip güçlenmesi, ekonomik ve siyasal iktidarını pekiştirmesi, kapitalizmin varlık koşulu olan diğer kapitalist ülkelerle rekabette başat rol oynaması ve mevcut pazarlarını koruması, giderek daha geniş pazarlara sahip olması için siyasal iktidarın istikrar kazanması gerekliydi. Bunun için de sistem dışı güçlerin politik olarak yedeklemesinin argümanlarının yaratılması kaçınılmazdı. “Ulus”, “ulusçuluk” kavramları bu dönemin ürünüdür ve “ulusçuluk” da kapitalist ülkelerin, sistem dışı emekçi güçleri kapitalizme yedekleme, sahip çıkma, kapitalizmi içselleştirme projesiydi. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde işçi sınıfının, politik iktidar istemini öne süren bir örgütlülük ve programa sahip olması daha gündemde bile değilken (ilk anlamında) ilkel sınıfsal talepleri olan ekonomik kökenli, daha iyi ücret ve daha sağlıklı koşullarda çalışma istemleri bile, burjuvazinin amansız zoru ile bastırılırken, başvurulan gerici zorun gerekçelerinden biri de –belki de en önemlisiydi- “zor”un bütün ulus adına ve “ulusal çıkarlar” adına kullanıldığı yalanıydı. Burjuvazinin politik iktidarını sorgulattıran her düşünce, ekonomik sömürüye çekilmek istenen her sınırlama “ulusal çıkarlara aykırı” düşünce ve davranışlardı. Erken kapitalizm döneminin İngiltere ve Fransa’sında çalışanların ekonomik temelli hak taleplerinin çoğu zaman kitlesel kıyımlara ulaştığı bilinmektedir. Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde “ulusal çıkarlar” burjuvazinin sınıfsal çıkarlarıydı ve ulusçuluk da yine burjuvazinin kitleleri, kapitalizmin inşa ve gelişiminde, burjuva iktidarların istikrar kazanmasında politik olarak yedeklemenin ideolojik aracıydı. Bu öylesine güçlü bir silahtır ki, geniş kitlelerin değil sınıfsal bilincini, kişilik ve vicdanlarını bile dumura uğratacak ve etkisini yüzyıllardır sürdürecektir. Burjuvazi, kapitalizmin her döneminde egemenliğinin ve sömürünün, savaş ve yağmanın bütün “meşruiyetini” buna bağlamış, kitleleri savaşa sürerken, diğer halkları boğazlarken, işgal ve yağmalarda hep bu “sihirli” sözcüğe sarılmıştır. “Ulusçuluk” kapitalizmin nekahet döneminde burjuvazinin koltuk değneği olarak dayandığı, gelişip gürbüzleşmesiyle birlikte terk edeceği bir kavram değildi, daha uzun süre bu demagojiyi kullanacaktı. Kısacası, “ulusçuluk” burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla içerik kazanan bir kavramdı ve içeriği itibariyle de burjuvazinin etkin, etkili demagojik silahlarından biriydi.
2- TEKELCİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE ULUSÇULUK
Kapitalizmin, serbest rekabetçi dönemini tamamlayıp tekelci “emperyalist “ aşamaya ulaşmasıyla, rekabetçi dönemin “artık değer sömürüsü” ile palazlanan kapitalizmin sömürüsü, artık değer sömürüsünün devamıyla birlikte, daha geniş kitleleri sömürü alanının içine alacaktır. Bu, tekelleşmenin sonucuydu. Artık, kapitalizm yalnızca “artık değer” sömürüsüyle yetinmeyecek, gerek kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının dışında kalan diğer halk katmanlarından, gerekse sömürge ülkelerden elde edilen yer altı ve yer üstü kaynaklarından elde edilen gelirlerden devasa değer transferi gerçekleşecektir. Sömürünün, işçi sınıfı dışında diğer katmanları da içine alması, sömürge ülkelerin işgali ve kaynaklarının sömürülmesi de yine “ulusal çıkarlar gereği” olacak, burjuvazi bu dönemde de “ulusalcılık” silahını kullanmaya devam edecektir. Sömürge ülkelerin ele geçirilmesinde, diğer kapitalist ülkelerle savaşlarda cephelere sürülen halk yığınları, bir taraftan içeride sömürünün çarklarında kıvranıp sömürüyü pekiştirirken, dışarıda başka ülkeleri işgal ve yağma savaşlarında bu etkili silahla ölüyor, kapitalizme yeni pazarlar, mevziler kazandırıyordu. Bırakın sıradan, sınıf bilinçsiz kitleleri, sosyalizm adına eylemlerde bulunan, sosyalizmin teorisini yapmaya kalkışanlar bile, dışarıda kapitalizme kazandırılan yeni pazarlar ve yeni sömürgelerin, sömürüyü katmerleştirdiğinin farkına varmayacak kadar bu sihirli kavramla büyüleniyordu. Birinci paylaşım savaşının, emperyalistler arasındaki boğazlaşmanın hazırlık aşamasında savaşa, kendi kapitalistleri yanında “ulus ve ülke savunması” gerekçesiyle katılmayı savunan Menşeviklerle-Bolşevikler arasındaki sert tartışma ve mücadele gelinen noktanın vahametini göstermesi bakımından ilginç ve önemlidir. Öyle ki, birinci paylaşım savaşından yenik çıkan kapitalist ülkeler -Almanya, İtalya v.b-“ulusçuluk” larını çılgınlık boyutlarına vardıracak, savaş örgütlenmesinde de bu kavramı manivela olarak kullanacaklardır. Alman kapitalizminin ihtiyaç duyduğu pazarları elde etmesi için “saf Alman ırkı”na ihtiyaç vardı ve esasen Alman Ulusu da yeryüzündeki diğer bütün uluslardan üstündü(!)… Diğer uluslar Alman ulusunun ancak “hizmetkarı” olabilirdi, asla eşiti değil!... Oysa, savaşta Almanlar yenilmiş, varlığına tahditler konulmuş ve aşağılanmıştı… Bu duruma son vermek, yeryüzündeki bütün ulusların, halkların “Alman ulusu”nun efendiliğini ve üstünlüğünü kabul etmesi ve Alman ulusuna boyun eğmesi gerekirdi!... Alman tekelci sermayesi perde arkasında yeni pazarlar elde etmenin hesabını yaparken, bunun aracı olarak da toplumun savaş örgütlenmesine sokulması, ekonominin askerileştirilmesi için sahneye Hitleri sürüyordu… Alman tekelci sermayesi adına iktidar namzetlerinden Hitlerin partisinin programı bu iş için en uygun -belki de tek seçenek- olanıydı ve bu nedenle de alman tekelci sermayesi Hitlerin iktidar oyunlarında, yalan ve demagojisinin toplumsal kabul görmesinde olanca gücüyle Hitleri destekliyordu. Hitlerin propaganda malzemesi ise, Alman toplumunun psikolojik ezikliğine yanıt verircesine “ Alman ulusçuluğu” idi. Öyle ki, bu demagoji, bir çok Alman ilericisinin ve hatta “sosyalistinin” bile bilincini karartacak , Hitler gerçeğini gören, kitleselleşmesini ve yükselişini engellemek için mücadele programı öneren Alman Komünistleri bir başlarına ve yalnız bırakılacaktır. Alman faşizminin kitlesel kabul görmesinin ve iktidar olarak kotarılmasının temel harcı bu idi ve faşizmin gerek Alman halkı açısından ve gerekse diğer dünya halkları açısından sonuçları malumdur. Ulusçuluğu, iktidarının temel harcı olarak gören elbette yalnızca Alman burjuvazisi değildi. Bu dönemde bütün kapitalist ülkeler burjuvaları “ulusçuluğu, ”yurtseverlik olarak” pompalamış, yeni pazarlar elde etmenin ancak savaşla mümkün olması nedeniyle de, kitleleri savaşa sürmenin etkili silahı olarak kullanmışlardır. Tarihi iki yüz yılı geçmeyen, değişik Avrupa kökenlilerden oluşan ABD bile hemencecik bir “ Amerikan Ulusu “ yaratıvermiştir!... Amerikan emperyalizmine söylenen her söz, her kıpırdanış “Amerikan ulusuna” karşı bağışlanmaz bir eylemdi!... İkinci savaştan bu yana Amerikanın bu demagojiye sıkı sıkı sarıldığı unutulmamalı, bu tavrın soğuk savaş diye adlandırılan ikinci savaş sonrasının McCarty dönemiyle sınırlı kaldığı yanılgısına düşülmemelidir. Sisteme karşı her kıpırdanışın, Avrupalıların şampiyonu kesildikleri “ demokrasi “ teranesini hemen kenara itip, “zor” unsurunu “yasal düzenleme“ adı altında tereddütsüz uygulamaya koydukları, son Fransa olaylarının patlak vermesiyle, daha önce de İngiltere’de“ oyunun kurallarının değiştiği “söylenerek aynı uygulamanın yürürlüğe konulduğu bilinmektedir.
3- “ULUSÇULUK” EMPERYALİST BURJUVAZİNİN TEKELİNDEN ÇIKMASI
Kapitalizmin tekelci aşamaya girmesiyle birlikte, iç pazarı dar gelen burjuvazi “dış pazarlara” yönelecek, yeni pazarlarını sömürge ülkelerde aramaya başlayacaktır. Bunun yolu bu ülkelerin işgalidir. Asya ve Afrika’nın, Ortadoğu ve Latin Amerikanın -mutlak olmakla birlikte- açık işgalleri başlayacaktır. Bu, ülke halkının tepkisinin de beraberinde getirecektir. Emperyalistler, işgalle birlikte yerli işbirlikçilerini oluşturacak, işgalin önemli dayanaklarından biri de işbirlikçiler olacaktır. Açık işgale karşı, kitlesel tepkiler, emperyalizme yönelik yurt savunması olarak örgütlenecek ve emperyalistlerle işbirlikçilerine karşı yöneltilecektir. Bu dönem “Ulusal Kurtuluş savaşlarının” başlangıç dönemidir ve savaş, ülkenin işgaline son verilmesi, işgalcilerin ülkeden çıkarılmasını amacına yöneliktir. İşgale uğrayan ülke halkı, işgalcilere karşı “ yurtseverlik” ve “ ulusallık “ programının başarısı için savaşacaktır. “Ulusul kurtuluş” savaşçılarının temel dayanakları da “ulusçuluk” ve “ yurtseverlik” olacaktır. İşte bu dönemde, Ulusçuluk, içeriği burjuva kalmakla birlikte Anti-emperyalist bir öz kazanacaktır ve yaratıcısı olan ve ancak dönem itibariyle emperyalistleşen burjuvaziye karşı bir silah olarak kullanılacaktır. “Ulusal Kurtuluş Savaşını” başarıya ulaştıran kadrolar, kapitalizmin gerisine düşmekle ve kapitalizm tarafından gelişimi engellenen ülkenin “uluslaşmasını” sağlayacak programını uygulayacaktır. Bu nedenle bu dönem ulusçuluğunun içeriği “Anti Emperyalist”, ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten kadrolar -siyasal ve politik hedefleri bir yana- “yurtsever” olmak zorundadır. Gerek Anadolu Kurtuluş savaşının, gerek diğer Kurtuluş savaşlarının (Vietnam, Kamboçya, Lagos, Cezayir v.b.) çıkış noktası budur. Savaşın yürütülmesinde “ulusçuluk” anti emperyalist bir silah olarak kullanılmıştır ve böyle olması da işin tabiatı gereğidir. Politik ve siyasi programları farklıdır. Örneğin Kemalist devrimin programı “kapitalist olmayan yol” olarak adlandırılan kamu ekonomisi ağırlıklı, siyasal sürece katılımcı, feodal kalıntıların tasfiyesiyle çağdaş burjuva değerler üzerine inşa edilmişken, Çin, Vietnam, Kamboçya Lagos işgalin sona ermesiyle sosyalist program öngörmüşlerdir. Burada bu programların başarısı, sürdürülebilirlik koşulları tartışma konusu olmayıp, bir tespit yapılmaya çalışılmaktadır. Kasaca, geri bıraktırılmış ülkelerdeki ulusalcılık , yurtseverliğe dönüştürülmekle birlikte burjuva içeriği varlığını sürdürmüştür. Ulusal Kurtuluş Savaşlarının program olarak Anti emperyalist olmalarının yanında, anti kapitalist içeriğe sahip olmamalarıdır.
Açık işgalin sona ermesiyle birlikte, geri bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme karşı yürütülen Ulusal Kurtuluşun sıcak savaş alanlarında kazanımlarının devam ettirilemediği, politik ve siyasi programının kesintiye uğradığına, iktidarın kısa süreler sonunda işbirlikçilerin eline geçtiğine tanık olunmaktadır. Artık bu ülkelerde de emperyalist-kapitalistlerin işbirlikçisi gerici iktidarların karşı devrimcileri, yaratıcıları olan gerici burjuvazinin mirasını devralmışlar ve iktidarlarını da “miras bırakanlarının” yöntemleriyle sürdürmektedirler.
4- KÜRESEL KAPİTALİZM DÖNEMİNDE YURTSEVERLİK:
Ulusun ve Ulusçuluğun yaratıcısı burjuvazinin artık ulusa gereksinimi kalmamıştır. İç pazara hakimiyet, sömürgeler, diğer pazarların tekeller yoluyla elde edilmesi… Nihayet kapitalizmin yer küre ölçeğinde egemenliği, küreselleşmesi…
Burjuva ideologları “ tarihin sonunu “ ilan etmekteler -siz buna sınıfların ortadan kalktığı ve sınıf mücadelesinin bittiği kehaneti deyin-, ulus devletlerin miyadını doldurduğunu ilan etmektedirler. Yer yüzü, kayıtsız şartsız kapitalizmin egemenlik ve sömürü alanı olmalıdır. Ulus Devletlerin zaten önemli bir bölümü “Ulusallığını” kaybetmiş, işbirlikçiliğin ötesinde sisteme entegre olmuştur. Kapitalizmin yer küre egemenliğine karşı koyan devletler –SSCB, Yugoslavya v.b -tarihe gömülmüş, Irak’ın işgali sürmekte, İran, Suriye, Kuzey Kore, Küba’ya tehditler yağdırılmakta, Chavez’e suikastlar düzenlenmekte… hasılı kapitalistler, ”küreselleşme” engelini aşmakta kararlı görünüyorlar.
Gelinen noktada, emperyalist kapitalizmin sömürü ve yağmasına, işgaline burjuva içerikli bir program ve anlayışla karşı konulmasının hem tarihsel açıdan hem de güncel açıdan bu sınıfların tüm ilerici ve yurtsever niteliklerini kaybedip sisteme entegre olmalarından ve bu nedenle yurtseverlik vasıflarını da yitirdiklerinden, bu görev sınıf devrimcilerinin omzundadır. Sınıfsal hareket anti emperyalist olmakla yurtsever, anti kapitalist olmakla devrimci mücadelenin yürütülebilir programını oluşturup, yaşama geçirmenin ağır ve kaçınılmaz göreviyle karşı karşıyadır. Küresel kapitalizm döneminde anti kapitalist olunmadan “yurtsever” olunamayacağı gerçeği geniş yığınlara kavratılırken, devrimciler de artık kaba bir “ yurtseverlik” karşıtı olmanın yanılgısından kurtulmalıdır. Bunu yaparken, yurtseverliğin tek ölçütünün birleşik karakteri olan “anti emperyalist ve anti kapitalist” özüne, zihinsel bulanıklık katan, emek-sermaye dışında başkaca farklılıkları gündeme taşıyan gerici eğilim ve düşüncelerin iç yüzü de artık çekinmeksizin sergilenmeli, etnik ve dini farklılaşmanın gericiliğin diğer yüzünü oluşturduğu açıklıkla vurgulanmalıdır. Gerek geri üretim ilişkilerinin gerekse kapitalizmin yarattığı ve bugüne taşıdığı, gerekse bilinçli olarak yarattığı tortuları ortadan kaldırma görevi işçi sınıfının anti emperyalist ve anti kapitalist programını yaşama geçirmek yükümlülüğü altında olan sınıfın devrimci partisinin görevidir. ABD ve AB’nin çeşitli kurumlarının etnik ve dini farklılıkları kışkırtarak bundan medet ummasını “demokrasi” sanan safların da -ya da onları saf sanacak kadar biz mi safız?-, “demokrasinin” kapitalizme karşı sınıf savaşında , işçi sınıfının ekonomik ve demokratik kazanımları olduğu, kapitalizm ve demokrasinin tarihte hiçbir zaman ve hiçbir yerde yan yana olmadığı ve olamayacağı da kavratılmalı, atılan yemlerin daha büyük balıkların avlanmasına hizmet ettiği hatırlatılmalıdır.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz