Marksizm ve Antropoloji: Engels’i Savunurken
1 sayfadaki 1 sayfası
Marksizm ve Antropoloji: Engels’i Savunurken
Rob Sewell
Bilim yaşadığımız dünyayı anlamamıza olanak verir. Geçmişin bir tasvirini oluşturmamızı ve hatta bizzat kendi türümüzün kökenini anlamamızı mümkün kılar. Ne var ki bilimsel çalışmanın tüm alanlarında olduğu gibi, antropoloji ekolleri arasında da geçmişin nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bir yöntem çatışması söz konusudur. Bir ekol ana hatlarıyla materyalist, evrimci yaklaşıma dayanırken, diğeri geçmişe bugünkü sınıflı toplumun önyargılarıyla yaklaşmaya çalışarak, doğal eşitsizlik, erkek egemenliği ve sınıf hakimiyeti gibi anlayışları pekiştirir.
Hem Marx hem de Engels, bilimin en son bulgularına derin bir ilgi duymuşlar ve bu keşifleri diyalektik materyalist bir yaklaşımla açıklamaya ve derinleştirmeye çabalamışlardır. “Materyalist kavrayışa göre tarihte belirleyici faktör, son tahlilde, gündelik yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir” der Engels. “Bu da ikili bir karaktere sahiptir: Bir yanda varlığını sürdürebilmek için gerekli araçların; yiyecek, giyecek, barınak ve bunların üretimi için gereken aletlerin üretimi; diğer yanda bizzat insanoğlunun üretimi, yani türün üremesi.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., 9.bsk., s.12) Basitçe söylersek, insanların nasıl yaşadığı, bir tarafta üretici güçlerin, diğer tarafta da ailenin gelişim düzeyi tarafından belirlenir.
Marx ve Engels, Amerikalı antropolog Henry Lewis Morgan ve biyolog Charles Darwin’in çarpıcı keşiflerinde, savundukları bu yaklaşımın doğrulanışını gördüler. “Morgan kendi yolundan giderek, kırk yıl önce Marx tarafından keşfedilen tarihin materyalist kavranışını Amerika’da yeniden keşfetti. Barbarlık ve uygarlık karşılaştırması Morgan’ı temel noktalarda Marx’la aynı sonuçlara ulaştırdı” der Engels. (Köken, s.11)
Marx, Morgan’ın keşifleri hakkında yazmaya niyetlenmişti, fakat bu büyük arzusunu yerine getirecek kadar yaşamadı. Bu niyeti gerçekleştirme görevi Engels’e kaldı ve 1884’te Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabını yayınladı. Marx sınıflı toplumun, yani köleciliğin, feodalizmin ve kapitalizmin tarihsel verilerinden sonuçlar çıkartmışken; Engels insanoğlunun ortaya çıkışının ilk dönemlerine ilişkin materyalist görüşü ayrıntılarıyla işlemek için kendisini Morgan’ın çalışmasına (“biyolojide Darwin’in taşıdığı önem kadar büyük bir öneme sahip”) dayandırdı. Eserinde Engels, Morgan’ın “vahşet, barbarlık ve uygarlık” sınıflandırmasını devralmış ve bunları aşağı ve yukarı aşamalar olarak bölümlendirerek daha da geliştirmiştir. Köken adlı eserin ilgilendiği kısım, ilk iki sınıflandırmayı kapsayan çağ, yani sınıflı toplumdan önceki çağdır.
Ünlü arkeolog Profesör V. Gordon Childe’a göre, “Morgan tam da materyalist tarih görüşünü kanıtlamaya uygun veriler toplamıştı. Vahşet, barbarlık ve uygarlığı birbirinden ayırmak için kullandığı kriter, –‘üretim tarzı’ şöyle dursun– ‘üretici güçler’ değilse de, en azından bu kritere o dönemdeki diğer tüm ekollerin savunduğu kriterlerden çok daha yakındı.” Childe şu sonuca varır: “Sonunda Engels, Morgan’ın şemasındaki bir ‘statü’den bir diğerine geçişi, toplumun elinin altındaki üretici güçlerin değişimiyle ilişkilendirmeyi parlak bir biçimde başardı.” (Toplumsal Evrim, s.10).
Morgan’ın tanımladığı ilk çağ olan vahşet, bir toplayıcılık ekonomisine dayanır. Arkeologların Paleolitik ya da Yontma Taş Çağı olarak adlandırdıkları ve jeologların Pleistosen olarak sınıflandırdıkları bu çağ, insanlığın yeryüzündeki varlık süresinin yaklaşık %98’ini kapsar.
Yaklaşık 10 ilâ 12 bin yıl önce, bazı toplumlar bitki ve hayvan yetiştirme sayesinde besin kaynaklarını arttırdılar. Bu yeni besin-üretim ekonomisi Morgan tarafından barbarlık aşaması olarak saptandı. Arkeologlar bu çağa Neolitik ya da Yeni Taş Çağı diyorlar. Tarımın ortaya çıkışıyla birlikte yaklaşık iki milyon yıl boyunca yaşam tarzını belirleyen avcılık ve toplayıcılık hızla önemini yitirdi. Bu düşünceler bir genelleme düzeyinde kalsa ve daha da yetkinleştirilmeye ihtiyaç duysa bile, toplumun gelişimini anlamamızı mümkün kılan önemli sınıflandırmalardır.
Bir sonraki aşama, kent yaşamını ayakta tutmak için kullanılan besin fazlalığının ortaya çıkmasıyla birlikte, Nil, Dicle-Fırat ve İndus nehirlerin vadilerinde doğan uygarlıktır. Uygarlığın ilk iki bin yılı, arkeologların Tunç Çağı olarak tanımladıkları döneme denk düşer. Bu çağ aynı zamanda sınıflı toplumun ve köleliğin ekonomik temellerinin de ortaya çıkışıdır.
İnsansı Maymundan İnsana
İnsansı maymundan insana geçiş ilk hominidlerin (insansılar) ortaya çıkışıyla birlikte muhtemelen bundan altı milyon yıl kadar önce gerçekleşti. Engels 1876’daki parlak çalışması İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde insani kökenimizi açıklıyordu. Bu çalışmasında, dik durmaya başlamanın elleri alet kullanabilmek üzere nasıl serbest bıraktığını ve bunun da zekâyı (beyin hacmini) ve ardından da dilin gelişimini nasıl sağladığını açıklar. Homo sapiens’in yaklaşık 100 bin yıl veya daha uzun bir süre önce evrimleşmiş olmasına karşın, ilk aletler iki buçuk milyon yıl önce yapılmıştır.
Bu insanların nasıl yaşadığını anlamak için zoolojiden, antropolojiden, paleontolojiden ve arkeolojiden elde edilen bulguları birleştirmek zorundayız. İnsan toplumsal bir hayvandır. İlk insanlar kendilerini savunabilmek ve hayatta kalabilmek için birlikte yaşamak zorundaydılar. İşbirliği, insan toplumunun şekillenişindeki esas bileşen idi. Kanıtlar az olduğu için, bu insan topluluğunun nasıl yaşadığı hakkında ancak tahmin yapılabilirse de, paleontologlar ve antropologlar bize önemli ipuçları sunmuşlardır.
Şurası açık ki, bu vahşet dönemine toplayıcılık ve avcılığa dayalı bir yaşam tarzı damgasını vurmuştu. İnsansılara ait kamp yerlerinin kanıtları, atalarımızın toplumsal gruplar halinde yaşadıklarını açığa çıkarmaktadır. Kök yumrularını kazıp çıkarmak, derileri yüzmek ve avlanmak için taş aletler üretilmiştir. Leş yiyicilik ilk gelişim dönemlerimizde önemli bir unsurdu. Bu aşamada henüz özel mülkiyet, sınıflar veya devlet diye bir şey yoktu. Aslında, Marksist terminolojiyle ifade edersek, bu dönem “ilkel komünizm” dönemiydi.
Bu döneme ilişkin ortodoks antropolog bakış açısı, yabani, vahşi, erkek-egemen bir toplum tasviriydi. “İnsan insandır, şempanze değil; çünkü milyonlarca yıl boyunca sadece bizler hayatta kalmak için öldürdük” der Robert Ardrey. Raymond Dart bunu “insansı maymundan insana yırtıcı geçiş” şeklinde ifade eder. Ne var ki bu fikre, toplayıcı-avcı halklardan yakın zamanda elde edilen kanıtlarla karşı çıkıldı ve bu fikir gözden düştü. Kendilerini kuzey Botswana bölgesindeki !Kung San halkı ve diğer halklar üzerinde yaptıkları gözlemlere dayandıran Richard Leakey ve Roger Lewin şu sonuca vardılar: mevcut kanıtlar “insani özelliklerin ortaya çıkışındaki kilit unsur olarak büyük avcı grupları arasındaki işbirliğine işaret etmektedir ... İşbirliğinin insan tabiatındaki en temel motivasyon olması gerekir.” Bu toplulukları hem kendi içlerinde hem de diğerleriyle bir arada tutan şebeke akrabalıktır.
Hem Morgan hem de Engels, bu ilk avcı-toplayıcı toplumlarda yalnızca işbirliğinin değil, yiyecekler herkes tarafından paylaşıldığı için aynı zamanda kadın ve erkek arasında bir eşitliğin de olması gerektiğini kavramışlardı. Morgan, bu toplumların erkek egemen veya “ataerkil” olduklarına ilişkin sanıya şiddetle meydan okudu. Engels’in de benimsediği fikre göre, tam tersine kadınlar toplumda yüksek bir itibara sahiptiler. Aslında, muhtemelen varolan aile tipi veri alındığında, çocuğun babasının kim olduğu belirsizdir, fakat annenin kim olduğu bellidir. “O halde şurası açıktır ki” der Engels, “grup evliliği hüküm sürdüğü sürece, soy ancak anne temel alınarak saptanabilir ve bu nedenle ancak kadının soy çizgisi kabul edilebilir. Ve aslında vahşet dönemindeki veya barbarlığın alt aşamalarındaki tüm halkların durumu budur.” (Köken, s.47) Modern antropologlar da bu analık çizgisini tanımlarlar. Engels “analık hukuku” terimini kullanan Bachofen’e bu keşfinden ötürü değer veriyor. Ne var ki Engels bu terimi kolaylık için kullanmış olsa da, bunun “sağlıklı bir seçim olmadığına” inanır, “çünkü toplumun bu aşamasında hukuki anlamda henüz hiçbir şekilde ‘hukuk’tan söz edilemez.” (Köken, s.47)
Cinsler arasında, kadınların besin toplayıcılığı, erkeklerinse avcılık üzerinde yoğunlaştığı bir işbölümü gelişti. Bu durum, günümüzün tüm avcı-toplayıcı halklarının bir özelliği olarak görülür ve muhtemelen daha baştan ortaya çıkmıştır. !Kung topluluğu, faaliyetlerini, erkeklerin avlandığı, kadınlarınsa kabuklu yemişler, bitki kökleri ve diğer bitki ve sebzeleri topladığı bir temelde ayırmıştır. “Ortalama yetişkinler haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar. Yiyecek aramaya ayrılan bu süreye aşırı diyebilmek çok güçtür! Kızlar yetişkin yaşamına 15 yaş civarında başlayabilirken, erkekler genellikle yetişkinlerin dünyasına en azından 20 yaşına kadar adım atmazlar. İnsanlar 60 yaşına geldiklerinde genellikle ‘emekli’ olmakta ve topluluk tarafından bakılmakta, saygı görmekte ve kalan günlerinde beslenme ihtiyaçları karşılanmaktadır: Yaşlılara deneyimleri ve bilgeliklerinden ötürü büyük değer verilir. Bu nedenle !Kung toplumunda çocuklar ve yaşlılar stres ve yükümlülüklerden muaftırlar.” (Richard Leakey ve Roger Lewin, Göl İnsanları, Tübitak Yay., 5.bsk, s.83)
Nasıl Bir Toplum
Yazarlar soruyor: “Bu nasıl bir toplumdur ki, çalışma yaşamı en erken 15 yaşında başlayıp günde ortalama iki buçuk saatlik bir çalışmayla 60 yaşında sona eriyor? Amerikalı antropolog Marshall Sahlins bunu, sınırlı ihtiyaçların asgari bir çabayla tatmin edildiği özgün bir refah toplumu olarak tanımlıyor. Bunun ‘pis, hayvani ve kısa’ bir varoluş için uygun bir reçete olarak görünmediği muhakkaktır.”
Bu durum Engels’in avcı-toplayıcı halkların komünistçe ve eşitlikçi yaşam tarzlarına ilişkin fikrini doğrular. “Yoksullar ve muhtaçlar diye bir şey olamaz –komünist ev halkı ve gens, yaşlılara, hastalara ve savaşta sakat düşenlere karşı olan sorumluluğunun farkındadır. Kadınlar da dahil herkes özgür ve eşittir. Henüz kölelere veya, bir kural olarak, yabancı kabilelere boyun eğişe yer yoktur. İnsanoğlunun ve insan toplumunun sınıflara bölünmesinden önceki durumu budur...”
Cinsler arasında bir işbölümünün ortaya çıkmış olmasına rağmen, bu hiç kuşkusuz, egemenliğe ve sömürüye dayalı bir işbölümü değil, karşılıklı saygı ve işbirliğine dayalı bir işbölümüdür. Tıpkı avcılık gibi toplayıcılık da muazzam bir beceri gerektirmekteydi. Toplayıcılık için verimli ve kapsamlı zihinsel haritalar gerekir; mevsimlerin ve bitkilerin döngüsüne ait bilgi de son derece değerlidir. Avcılık ise hayvan davranışlarının temel bir kavranışını gerektirir.
İş bölümünün sebebi kadının yeniden üretim rolüne dayanır. !Kung bebekleri en az iki buçuk yıl boyunca anneleri tarafından beslenir. Kadınlar yiyecek toplarken bebeklerini sırtlarında taşırlar. !Kung kadınları kısa seyahatler ve hareketli kamp yerleşimi yüzünden yılda ortalama 3000 mil yürürler. Bir kadın ortalama dört yılda bir doğum yapar ve çocukların ancak yarısı hayatta kalır. Çocuk düşürmenin ve yeni doğan çocukların öldürülmesinin avcı-toplayıcı yaşamın yaygın bir parçası olması hiç de şaşırtıcı değildir ve bu özellik bu yaşamın kökenlerine kadar uzanır.
Engels, ailenin kökenine ilişkin teorileri yüzünden saldırılara maruz kalmış ve karalanmıştır. 1884’te kaleme alınan bir çalışma, elbette o dönemdeki antropolojik kanıtların mevcut sınırlılığından kaynaklanan kusurlar içerir. Köken’in dördüncü baskısının önsüzünde Engels, “ailenin ilkel biçimlerine ilişkin bilgilerimizde önemli ilerlemeler kaydedildi” der ve ekler, “o halde fikirlerimizi geliştirmek için yapılacak çok iş var.” Eğer Engels bugün hayatta olsaydı çalışmasını en son buluşlara dayandırır ve muhakkak ilk tezleri üzerinde değişiklikler ve uyarlamalar yapardı. Ancak ona saldıranlar, onun bilimsel yöntemine, yani Marksizme yönelik genel saldırılarının bir parçası olarak diyalektik materyalist yönteme saldırmaya girişiyorlar.
Tarihte “anaerkil” bir toplumun varolup olmadığı veya kadın soy çizgisinin evrensel olup olmadığı hakkındaki tartışmalar hâlâ sürmektedir. Günümüz antropologlarının büyük çoğunluğu bu fikrin yanlış olduğunu iddia edeceklerdir. Burada bu tartışmaya girecek yerimiz yok. Fakat şurası açık ki; bu ilk topluluklarda kadınların ezilişinin izine rastlamak mümkün değil. Kadınların ezilişi, özel mülkiyetin gelişimiyle ve toplumun sınıflara bölünmesiyle, Engels’in deyişiyle, “kadın cinsinin dünya tarihsel yenilgisi”yle birlikte ortaya çıkar.
Bilim yaşadığımız dünyayı anlamamıza olanak verir. Geçmişin bir tasvirini oluşturmamızı ve hatta bizzat kendi türümüzün kökenini anlamamızı mümkün kılar. Ne var ki bilimsel çalışmanın tüm alanlarında olduğu gibi, antropoloji ekolleri arasında da geçmişin nasıl yorumlanması gerektiği konusunda bir yöntem çatışması söz konusudur. Bir ekol ana hatlarıyla materyalist, evrimci yaklaşıma dayanırken, diğeri geçmişe bugünkü sınıflı toplumun önyargılarıyla yaklaşmaya çalışarak, doğal eşitsizlik, erkek egemenliği ve sınıf hakimiyeti gibi anlayışları pekiştirir.
Hem Marx hem de Engels, bilimin en son bulgularına derin bir ilgi duymuşlar ve bu keşifleri diyalektik materyalist bir yaklaşımla açıklamaya ve derinleştirmeye çabalamışlardır. “Materyalist kavrayışa göre tarihte belirleyici faktör, son tahlilde, gündelik yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir” der Engels. “Bu da ikili bir karaktere sahiptir: Bir yanda varlığını sürdürebilmek için gerekli araçların; yiyecek, giyecek, barınak ve bunların üretimi için gereken aletlerin üretimi; diğer yanda bizzat insanoğlunun üretimi, yani türün üremesi.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yay., 9.bsk., s.12) Basitçe söylersek, insanların nasıl yaşadığı, bir tarafta üretici güçlerin, diğer tarafta da ailenin gelişim düzeyi tarafından belirlenir.
Marx ve Engels, Amerikalı antropolog Henry Lewis Morgan ve biyolog Charles Darwin’in çarpıcı keşiflerinde, savundukları bu yaklaşımın doğrulanışını gördüler. “Morgan kendi yolundan giderek, kırk yıl önce Marx tarafından keşfedilen tarihin materyalist kavranışını Amerika’da yeniden keşfetti. Barbarlık ve uygarlık karşılaştırması Morgan’ı temel noktalarda Marx’la aynı sonuçlara ulaştırdı” der Engels. (Köken, s.11)
Marx, Morgan’ın keşifleri hakkında yazmaya niyetlenmişti, fakat bu büyük arzusunu yerine getirecek kadar yaşamadı. Bu niyeti gerçekleştirme görevi Engels’e kaldı ve 1884’te Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabını yayınladı. Marx sınıflı toplumun, yani köleciliğin, feodalizmin ve kapitalizmin tarihsel verilerinden sonuçlar çıkartmışken; Engels insanoğlunun ortaya çıkışının ilk dönemlerine ilişkin materyalist görüşü ayrıntılarıyla işlemek için kendisini Morgan’ın çalışmasına (“biyolojide Darwin’in taşıdığı önem kadar büyük bir öneme sahip”) dayandırdı. Eserinde Engels, Morgan’ın “vahşet, barbarlık ve uygarlık” sınıflandırmasını devralmış ve bunları aşağı ve yukarı aşamalar olarak bölümlendirerek daha da geliştirmiştir. Köken adlı eserin ilgilendiği kısım, ilk iki sınıflandırmayı kapsayan çağ, yani sınıflı toplumdan önceki çağdır.
Ünlü arkeolog Profesör V. Gordon Childe’a göre, “Morgan tam da materyalist tarih görüşünü kanıtlamaya uygun veriler toplamıştı. Vahşet, barbarlık ve uygarlığı birbirinden ayırmak için kullandığı kriter, –‘üretim tarzı’ şöyle dursun– ‘üretici güçler’ değilse de, en azından bu kritere o dönemdeki diğer tüm ekollerin savunduğu kriterlerden çok daha yakındı.” Childe şu sonuca varır: “Sonunda Engels, Morgan’ın şemasındaki bir ‘statü’den bir diğerine geçişi, toplumun elinin altındaki üretici güçlerin değişimiyle ilişkilendirmeyi parlak bir biçimde başardı.” (Toplumsal Evrim, s.10).
Morgan’ın tanımladığı ilk çağ olan vahşet, bir toplayıcılık ekonomisine dayanır. Arkeologların Paleolitik ya da Yontma Taş Çağı olarak adlandırdıkları ve jeologların Pleistosen olarak sınıflandırdıkları bu çağ, insanlığın yeryüzündeki varlık süresinin yaklaşık %98’ini kapsar.
Yaklaşık 10 ilâ 12 bin yıl önce, bazı toplumlar bitki ve hayvan yetiştirme sayesinde besin kaynaklarını arttırdılar. Bu yeni besin-üretim ekonomisi Morgan tarafından barbarlık aşaması olarak saptandı. Arkeologlar bu çağa Neolitik ya da Yeni Taş Çağı diyorlar. Tarımın ortaya çıkışıyla birlikte yaklaşık iki milyon yıl boyunca yaşam tarzını belirleyen avcılık ve toplayıcılık hızla önemini yitirdi. Bu düşünceler bir genelleme düzeyinde kalsa ve daha da yetkinleştirilmeye ihtiyaç duysa bile, toplumun gelişimini anlamamızı mümkün kılan önemli sınıflandırmalardır.
Bir sonraki aşama, kent yaşamını ayakta tutmak için kullanılan besin fazlalığının ortaya çıkmasıyla birlikte, Nil, Dicle-Fırat ve İndus nehirlerin vadilerinde doğan uygarlıktır. Uygarlığın ilk iki bin yılı, arkeologların Tunç Çağı olarak tanımladıkları döneme denk düşer. Bu çağ aynı zamanda sınıflı toplumun ve köleliğin ekonomik temellerinin de ortaya çıkışıdır.
İnsansı Maymundan İnsana
İnsansı maymundan insana geçiş ilk hominidlerin (insansılar) ortaya çıkışıyla birlikte muhtemelen bundan altı milyon yıl kadar önce gerçekleşti. Engels 1876’daki parlak çalışması İnsansı Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü’nde insani kökenimizi açıklıyordu. Bu çalışmasında, dik durmaya başlamanın elleri alet kullanabilmek üzere nasıl serbest bıraktığını ve bunun da zekâyı (beyin hacmini) ve ardından da dilin gelişimini nasıl sağladığını açıklar. Homo sapiens’in yaklaşık 100 bin yıl veya daha uzun bir süre önce evrimleşmiş olmasına karşın, ilk aletler iki buçuk milyon yıl önce yapılmıştır.
Bu insanların nasıl yaşadığını anlamak için zoolojiden, antropolojiden, paleontolojiden ve arkeolojiden elde edilen bulguları birleştirmek zorundayız. İnsan toplumsal bir hayvandır. İlk insanlar kendilerini savunabilmek ve hayatta kalabilmek için birlikte yaşamak zorundaydılar. İşbirliği, insan toplumunun şekillenişindeki esas bileşen idi. Kanıtlar az olduğu için, bu insan topluluğunun nasıl yaşadığı hakkında ancak tahmin yapılabilirse de, paleontologlar ve antropologlar bize önemli ipuçları sunmuşlardır.
Şurası açık ki, bu vahşet dönemine toplayıcılık ve avcılığa dayalı bir yaşam tarzı damgasını vurmuştu. İnsansılara ait kamp yerlerinin kanıtları, atalarımızın toplumsal gruplar halinde yaşadıklarını açığa çıkarmaktadır. Kök yumrularını kazıp çıkarmak, derileri yüzmek ve avlanmak için taş aletler üretilmiştir. Leş yiyicilik ilk gelişim dönemlerimizde önemli bir unsurdu. Bu aşamada henüz özel mülkiyet, sınıflar veya devlet diye bir şey yoktu. Aslında, Marksist terminolojiyle ifade edersek, bu dönem “ilkel komünizm” dönemiydi.
Bu döneme ilişkin ortodoks antropolog bakış açısı, yabani, vahşi, erkek-egemen bir toplum tasviriydi. “İnsan insandır, şempanze değil; çünkü milyonlarca yıl boyunca sadece bizler hayatta kalmak için öldürdük” der Robert Ardrey. Raymond Dart bunu “insansı maymundan insana yırtıcı geçiş” şeklinde ifade eder. Ne var ki bu fikre, toplayıcı-avcı halklardan yakın zamanda elde edilen kanıtlarla karşı çıkıldı ve bu fikir gözden düştü. Kendilerini kuzey Botswana bölgesindeki !Kung San halkı ve diğer halklar üzerinde yaptıkları gözlemlere dayandıran Richard Leakey ve Roger Lewin şu sonuca vardılar: mevcut kanıtlar “insani özelliklerin ortaya çıkışındaki kilit unsur olarak büyük avcı grupları arasındaki işbirliğine işaret etmektedir ... İşbirliğinin insan tabiatındaki en temel motivasyon olması gerekir.” Bu toplulukları hem kendi içlerinde hem de diğerleriyle bir arada tutan şebeke akrabalıktır.
Hem Morgan hem de Engels, bu ilk avcı-toplayıcı toplumlarda yalnızca işbirliğinin değil, yiyecekler herkes tarafından paylaşıldığı için aynı zamanda kadın ve erkek arasında bir eşitliğin de olması gerektiğini kavramışlardı. Morgan, bu toplumların erkek egemen veya “ataerkil” olduklarına ilişkin sanıya şiddetle meydan okudu. Engels’in de benimsediği fikre göre, tam tersine kadınlar toplumda yüksek bir itibara sahiptiler. Aslında, muhtemelen varolan aile tipi veri alındığında, çocuğun babasının kim olduğu belirsizdir, fakat annenin kim olduğu bellidir. “O halde şurası açıktır ki” der Engels, “grup evliliği hüküm sürdüğü sürece, soy ancak anne temel alınarak saptanabilir ve bu nedenle ancak kadının soy çizgisi kabul edilebilir. Ve aslında vahşet dönemindeki veya barbarlığın alt aşamalarındaki tüm halkların durumu budur.” (Köken, s.47) Modern antropologlar da bu analık çizgisini tanımlarlar. Engels “analık hukuku” terimini kullanan Bachofen’e bu keşfinden ötürü değer veriyor. Ne var ki Engels bu terimi kolaylık için kullanmış olsa da, bunun “sağlıklı bir seçim olmadığına” inanır, “çünkü toplumun bu aşamasında hukuki anlamda henüz hiçbir şekilde ‘hukuk’tan söz edilemez.” (Köken, s.47)
Cinsler arasında, kadınların besin toplayıcılığı, erkeklerinse avcılık üzerinde yoğunlaştığı bir işbölümü gelişti. Bu durum, günümüzün tüm avcı-toplayıcı halklarının bir özelliği olarak görülür ve muhtemelen daha baştan ortaya çıkmıştır. !Kung topluluğu, faaliyetlerini, erkeklerin avlandığı, kadınlarınsa kabuklu yemişler, bitki kökleri ve diğer bitki ve sebzeleri topladığı bir temelde ayırmıştır. “Ortalama yetişkinler haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar. Yiyecek aramaya ayrılan bu süreye aşırı diyebilmek çok güçtür! Kızlar yetişkin yaşamına 15 yaş civarında başlayabilirken, erkekler genellikle yetişkinlerin dünyasına en azından 20 yaşına kadar adım atmazlar. İnsanlar 60 yaşına geldiklerinde genellikle ‘emekli’ olmakta ve topluluk tarafından bakılmakta, saygı görmekte ve kalan günlerinde beslenme ihtiyaçları karşılanmaktadır: Yaşlılara deneyimleri ve bilgeliklerinden ötürü büyük değer verilir. Bu nedenle !Kung toplumunda çocuklar ve yaşlılar stres ve yükümlülüklerden muaftırlar.” (Richard Leakey ve Roger Lewin, Göl İnsanları, Tübitak Yay., 5.bsk, s.83)
Nasıl Bir Toplum
Yazarlar soruyor: “Bu nasıl bir toplumdur ki, çalışma yaşamı en erken 15 yaşında başlayıp günde ortalama iki buçuk saatlik bir çalışmayla 60 yaşında sona eriyor? Amerikalı antropolog Marshall Sahlins bunu, sınırlı ihtiyaçların asgari bir çabayla tatmin edildiği özgün bir refah toplumu olarak tanımlıyor. Bunun ‘pis, hayvani ve kısa’ bir varoluş için uygun bir reçete olarak görünmediği muhakkaktır.”
Bu durum Engels’in avcı-toplayıcı halkların komünistçe ve eşitlikçi yaşam tarzlarına ilişkin fikrini doğrular. “Yoksullar ve muhtaçlar diye bir şey olamaz –komünist ev halkı ve gens, yaşlılara, hastalara ve savaşta sakat düşenlere karşı olan sorumluluğunun farkındadır. Kadınlar da dahil herkes özgür ve eşittir. Henüz kölelere veya, bir kural olarak, yabancı kabilelere boyun eğişe yer yoktur. İnsanoğlunun ve insan toplumunun sınıflara bölünmesinden önceki durumu budur...”
Cinsler arasında bir işbölümünün ortaya çıkmış olmasına rağmen, bu hiç kuşkusuz, egemenliğe ve sömürüye dayalı bir işbölümü değil, karşılıklı saygı ve işbirliğine dayalı bir işbölümüdür. Tıpkı avcılık gibi toplayıcılık da muazzam bir beceri gerektirmekteydi. Toplayıcılık için verimli ve kapsamlı zihinsel haritalar gerekir; mevsimlerin ve bitkilerin döngüsüne ait bilgi de son derece değerlidir. Avcılık ise hayvan davranışlarının temel bir kavranışını gerektirir.
İş bölümünün sebebi kadının yeniden üretim rolüne dayanır. !Kung bebekleri en az iki buçuk yıl boyunca anneleri tarafından beslenir. Kadınlar yiyecek toplarken bebeklerini sırtlarında taşırlar. !Kung kadınları kısa seyahatler ve hareketli kamp yerleşimi yüzünden yılda ortalama 3000 mil yürürler. Bir kadın ortalama dört yılda bir doğum yapar ve çocukların ancak yarısı hayatta kalır. Çocuk düşürmenin ve yeni doğan çocukların öldürülmesinin avcı-toplayıcı yaşamın yaygın bir parçası olması hiç de şaşırtıcı değildir ve bu özellik bu yaşamın kökenlerine kadar uzanır.
Engels, ailenin kökenine ilişkin teorileri yüzünden saldırılara maruz kalmış ve karalanmıştır. 1884’te kaleme alınan bir çalışma, elbette o dönemdeki antropolojik kanıtların mevcut sınırlılığından kaynaklanan kusurlar içerir. Köken’in dördüncü baskısının önsüzünde Engels, “ailenin ilkel biçimlerine ilişkin bilgilerimizde önemli ilerlemeler kaydedildi” der ve ekler, “o halde fikirlerimizi geliştirmek için yapılacak çok iş var.” Eğer Engels bugün hayatta olsaydı çalışmasını en son buluşlara dayandırır ve muhakkak ilk tezleri üzerinde değişiklikler ve uyarlamalar yapardı. Ancak ona saldıranlar, onun bilimsel yöntemine, yani Marksizme yönelik genel saldırılarının bir parçası olarak diyalektik materyalist yönteme saldırmaya girişiyorlar.
Tarihte “anaerkil” bir toplumun varolup olmadığı veya kadın soy çizgisinin evrensel olup olmadığı hakkındaki tartışmalar hâlâ sürmektedir. Günümüz antropologlarının büyük çoğunluğu bu fikrin yanlış olduğunu iddia edeceklerdir. Burada bu tartışmaya girecek yerimiz yok. Fakat şurası açık ki; bu ilk topluluklarda kadınların ezilişinin izine rastlamak mümkün değil. Kadınların ezilişi, özel mülkiyetin gelişimiyle ve toplumun sınıflara bölünmesiyle, Engels’in deyişiyle, “kadın cinsinin dünya tarihsel yenilgisi”yle birlikte ortaya çıkar.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz