Paradigma ve Vizyon - Metin Çulhaoğlu
1 sayfadaki 1 sayfası
Paradigma ve Vizyon - Metin Çulhaoğlu
Paradigma ve Vizyon - Metin Çulhaoğlu
Galiba derin bir “oh” çekmenin zamanı geldi.
Geldi, çünkü Hilary Clinton Türkiye’ye uğradı. Uğramakla kalmadı, laiklik mesajları verdi; iktidarların medyayla fazla uğraşmamaları gerektiğini diplomatik bir üslupla hatırlattı, bir de “programında olmadığı halde” Anıtkabir’i ziyaret etti...
Daha ne yapsın?
Bütün bunların anlamı açık olsa gerek. Artık karşımızda Bush dönemine göre farklı, laikliği önemseyen bir ABD yönetimi var. Sonra, katıldığı “Haydi Gel Bizimle Ol” programında Bayan Clinton’un, aslında pekâlâ yapabileceği halde, Aysun Kayacı’ya “dağdaki çobanın vereceği oyun değerini” hatırlatma gereğini duymaması, ciddiyetle yorumlanması gereken önemli bir nokta. Demek ki, yeni ABD yönetimi AKP’ye iyiden iyiye mesafeli duracak.
ABD bu çizgide hele bir karar kılsın, gerisini halletmek kolay.
Yarın Obama gelecek. O da benzer mesajlar verdiğinde, yol açılmış demektir.
Ah, bir de bütün bu mesajlar 29 Mart’ta “seçmenin vereceği mesajla” bütünleşse...
Gerçi bu sonuncusu pek olacak gibi görünmüyor, ama varsın olmasın, yeni ABD yönetiminin mesajları bu eksikliği telafi edecektir.
* * *
Kimse kalkıp, “canım, bu ülkede senin yukarıda karikatürize ettiğin yönde düşünen kimse yok ki” demesin. İnanmayanlar, medyanın belirli bir kanadının Hilary Clinton’un “mesajları” ile ilgili yorumlarına baksınlar.
Peki, nasıl böyle olabiliyor, bu duruma düşülebiliyor?
Kimilerine “aşırı” veya “ağır” gelebilir, ama meselenin özünü şöyle özetlemek mümkündür: Dün (1919-20) mandacılar işgale karşı Kemal’e razı olmuşlardı; bugün Kemalistler şeriata karşı mandaya razı olma noktasındadırlar.
* * *
Evet, Türkiye’de, düzen içi AKP karşıtları ciddi bir açmaz içindedir.
Bu açmazı basitçe özetlersek: Bir, bugünkü düzene razıysan, iki, Türkiye’nin ABD’ye şöyle veya böyle yakın durmasını istiyorsan, AKP’nin yapmaya çalıştıkları dışında bir seçeneğin yoktur. Devletlûların “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” diyebildikleri (daha doğrusu dedikleri iddia edilen) dönem geçmişte kalmıştır.
Bu çaresizlik, yetersiz kitle ve oy desteğinin doğal sonucu gibi görünse de, işin aslı pek öyle değildir. İşin aslı, Türkiye’de AKP dışı-düzen içi muhalefetin entelektüel yakıtının tükenmesidir.
Nedir “entelektüel yakıt”?
Salt iktidara gelmenin ötesinde, ülkeye ilişkin bir gelecek vizyonuna sahip siyasal hareketler, bu vizyonlarını, paradigma olarak ortaya konulan, düşünsel zemine sahip temel bir saptamadan türetirler. Örnek vermek gerekirse, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Türkiye’nin başındakiler böyle bir paradigmaya ve buradan türetilen bir vizyona sahiptiler. En kısa özetiyle paradigma “doğunun mazlum ülkelerinden biri olarak Türkiye”, vizyon da radikal reformlar yoluyla ülkeyi “muasır medeniyet seviyesine” ulaştırmak idi. Dahası, bu paradigma ve vizyon, Ziya Gökalp, Mahmut Esat Bozkurt, Yakup Kadri, Şevket Süreyya Aydemir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Limancı Ahmet (Ahmet Hamdi Başar), Ağaoğlu Ahmet dahil olmak üzere kendi bütünlüğü içinde bir öncü, yandaş, kuşkucu ve eleştirmen diyalektiği yaratabilmişti.
Açık konuşmak gerekirse, bugün aşağı yukarı böyle bir donanıma sahip düzen içi siyasal hareketi ne CHP, ne DSP, ne MHP ne de başkaları temsil etmektedir. Bu anlamda ortada yalnızca AKP durmaktadır. Kim ne derse desin, “fizibilitesi” olsun olmasın, “yeni dünya ve bölge dengelerinde öne çıkma potansiyeline sahip Türkiye” bir paradigmadır; Osmanlı’nın ihyası ise buradan türetilen bir vizyondur. Gerçi ilk örneğe göre önemli denebilecek bir farklılık vardır: Cumhuriyet paradigmasının ve vizyonunun yukarıda sayılan isimlerle ve başkalarıyla işleyen öncü, yandaş, kuşkucu ve eleştirmen diyalektiği, AKP paradigması ve vizyonunda hayli zayıf kalmaktadır. Ama bu zafiyet, paradigmayı paradigma, vizyonu da vizyon olmaktan çıkarmamaktadır.
Peki, “öbür tarafta” ne var?
“Öbür tarafta”, en aydın, en entelektüel ve en aydınlanmacı görüneni dahil, gözlenebilenler şundan ibarettir: Hesapları ABD’nin değişeceği umulan politikaları üzerine kurma; AB’ye “onurlu giriş” iddiaları; “şeriat geliyor” diye davul çalma”, çekilen fotoğraflara “ABD bizi de görsün” diye kafa uzatma ve elbette “sol neden birleşemiyor” diye ağlaşma...
Bu kadar. Yaklaşan seçimler bağlamında ise en “güçlü” kozlarının “Kılıçdaroğlu fena adam mı yani?” ile “Gökçek gitsin de ne olursa olsun”dan ibaret kalması ayrıca trajiktir.
* * *
Son olarak, “masum” bir soru: Bir taraf, belirli bir paradigmanın getirdiği vizyonuyla bu kadar güçlü ve iddialı iken, onun “karşısındakiler” ise bu kadar biçare iken, “sosyalist Türkiye” perspektifi size “canım şimdi sırası mı?” dedirtiyor mu?
Dedirtiyorsa, hiç uzatmadan AKP’ci olun, AKP’yi destekleyin.
En iyisi budur.
Galiba derin bir “oh” çekmenin zamanı geldi.
Geldi, çünkü Hilary Clinton Türkiye’ye uğradı. Uğramakla kalmadı, laiklik mesajları verdi; iktidarların medyayla fazla uğraşmamaları gerektiğini diplomatik bir üslupla hatırlattı, bir de “programında olmadığı halde” Anıtkabir’i ziyaret etti...
Daha ne yapsın?
Bütün bunların anlamı açık olsa gerek. Artık karşımızda Bush dönemine göre farklı, laikliği önemseyen bir ABD yönetimi var. Sonra, katıldığı “Haydi Gel Bizimle Ol” programında Bayan Clinton’un, aslında pekâlâ yapabileceği halde, Aysun Kayacı’ya “dağdaki çobanın vereceği oyun değerini” hatırlatma gereğini duymaması, ciddiyetle yorumlanması gereken önemli bir nokta. Demek ki, yeni ABD yönetimi AKP’ye iyiden iyiye mesafeli duracak.
ABD bu çizgide hele bir karar kılsın, gerisini halletmek kolay.
Yarın Obama gelecek. O da benzer mesajlar verdiğinde, yol açılmış demektir.
Ah, bir de bütün bu mesajlar 29 Mart’ta “seçmenin vereceği mesajla” bütünleşse...
Gerçi bu sonuncusu pek olacak gibi görünmüyor, ama varsın olmasın, yeni ABD yönetiminin mesajları bu eksikliği telafi edecektir.
* * *
Kimse kalkıp, “canım, bu ülkede senin yukarıda karikatürize ettiğin yönde düşünen kimse yok ki” demesin. İnanmayanlar, medyanın belirli bir kanadının Hilary Clinton’un “mesajları” ile ilgili yorumlarına baksınlar.
Peki, nasıl böyle olabiliyor, bu duruma düşülebiliyor?
Kimilerine “aşırı” veya “ağır” gelebilir, ama meselenin özünü şöyle özetlemek mümkündür: Dün (1919-20) mandacılar işgale karşı Kemal’e razı olmuşlardı; bugün Kemalistler şeriata karşı mandaya razı olma noktasındadırlar.
* * *
Evet, Türkiye’de, düzen içi AKP karşıtları ciddi bir açmaz içindedir.
Bu açmazı basitçe özetlersek: Bir, bugünkü düzene razıysan, iki, Türkiye’nin ABD’ye şöyle veya böyle yakın durmasını istiyorsan, AKP’nin yapmaya çalıştıkları dışında bir seçeneğin yoktur. Devletlûların “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” diyebildikleri (daha doğrusu dedikleri iddia edilen) dönem geçmişte kalmıştır.
Bu çaresizlik, yetersiz kitle ve oy desteğinin doğal sonucu gibi görünse de, işin aslı pek öyle değildir. İşin aslı, Türkiye’de AKP dışı-düzen içi muhalefetin entelektüel yakıtının tükenmesidir.
Nedir “entelektüel yakıt”?
Salt iktidara gelmenin ötesinde, ülkeye ilişkin bir gelecek vizyonuna sahip siyasal hareketler, bu vizyonlarını, paradigma olarak ortaya konulan, düşünsel zemine sahip temel bir saptamadan türetirler. Örnek vermek gerekirse, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Türkiye’nin başındakiler böyle bir paradigmaya ve buradan türetilen bir vizyona sahiptiler. En kısa özetiyle paradigma “doğunun mazlum ülkelerinden biri olarak Türkiye”, vizyon da radikal reformlar yoluyla ülkeyi “muasır medeniyet seviyesine” ulaştırmak idi. Dahası, bu paradigma ve vizyon, Ziya Gökalp, Mahmut Esat Bozkurt, Yakup Kadri, Şevket Süreyya Aydemir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Limancı Ahmet (Ahmet Hamdi Başar), Ağaoğlu Ahmet dahil olmak üzere kendi bütünlüğü içinde bir öncü, yandaş, kuşkucu ve eleştirmen diyalektiği yaratabilmişti.
Açık konuşmak gerekirse, bugün aşağı yukarı böyle bir donanıma sahip düzen içi siyasal hareketi ne CHP, ne DSP, ne MHP ne de başkaları temsil etmektedir. Bu anlamda ortada yalnızca AKP durmaktadır. Kim ne derse desin, “fizibilitesi” olsun olmasın, “yeni dünya ve bölge dengelerinde öne çıkma potansiyeline sahip Türkiye” bir paradigmadır; Osmanlı’nın ihyası ise buradan türetilen bir vizyondur. Gerçi ilk örneğe göre önemli denebilecek bir farklılık vardır: Cumhuriyet paradigmasının ve vizyonunun yukarıda sayılan isimlerle ve başkalarıyla işleyen öncü, yandaş, kuşkucu ve eleştirmen diyalektiği, AKP paradigması ve vizyonunda hayli zayıf kalmaktadır. Ama bu zafiyet, paradigmayı paradigma, vizyonu da vizyon olmaktan çıkarmamaktadır.
Peki, “öbür tarafta” ne var?
“Öbür tarafta”, en aydın, en entelektüel ve en aydınlanmacı görüneni dahil, gözlenebilenler şundan ibarettir: Hesapları ABD’nin değişeceği umulan politikaları üzerine kurma; AB’ye “onurlu giriş” iddiaları; “şeriat geliyor” diye davul çalma”, çekilen fotoğraflara “ABD bizi de görsün” diye kafa uzatma ve elbette “sol neden birleşemiyor” diye ağlaşma...
Bu kadar. Yaklaşan seçimler bağlamında ise en “güçlü” kozlarının “Kılıçdaroğlu fena adam mı yani?” ile “Gökçek gitsin de ne olursa olsun”dan ibaret kalması ayrıca trajiktir.
* * *
Son olarak, “masum” bir soru: Bir taraf, belirli bir paradigmanın getirdiği vizyonuyla bu kadar güçlü ve iddialı iken, onun “karşısındakiler” ise bu kadar biçare iken, “sosyalist Türkiye” perspektifi size “canım şimdi sırası mı?” dedirtiyor mu?
Dedirtiyorsa, hiç uzatmadan AKP’ci olun, AKP’yi destekleyin.
En iyisi budur.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz