Bu İnsanlar Nereye Bak(m)ıyor? - Metin Çulhaoğlu
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu İnsanlar Nereye Bak(m)ıyor? - Metin Çulhaoğlu
Bu İnsanlar Nereye Bak(m)ıyor? - Metin Çulhaoğlu
Kaldırımda yürürken, hemen yanınızdaki caddede binlerce kişi ellerinde bayraklar, pankartlar yürüyor, slogan atıyorsa ne yaparsınız? Normal koşullarda normal insanların yapacakları bellidir: En azından, kim bunlar, ne diyorlar, ne istiyorlar diye şöyle bir bakmak...
Elbette bu, normal koşullarda, normal insanlardan beklenendir.
Peki, günümüz Türkiye’si normal insanların normal koşullarda yaşadıkları bir ülke midir?
Kendi adıma, 15 Mart günü TKP’nin İstanbul mitingi öncesindeki yürüyüş sırasında çevredeki insanlara dikkatlice baktığımda, durumun pek de böyle olmadığını düşündüm. Evet, caddede ellerinde bayraklar, pankartlar binlerce kişi slogan atarak yürüyordu. İstanbul’un hayli işlek bir mekânında kaldırımda yürüyen insanlar arasında ise, durup şöyle bir bakan parmakla sayılacak kadar azdı. Kaldırımda yürüyenlerin yüzlerine dikkatlice bakıldığında, içlerinden geçeni kestirmek pek de güç olmuyordu: “Neme lazım”, “benim işim gücüm var”, “bunlar yaş işler”, “ilgilenmiyorum” vb. Dahası da var: Aralarından, korteje kaçamak bir bakış atması halinde bile başına bir şeyler gelebileceği korkusu içinde, gözlerini önündeki sabit bir noktaya dikenler seçilebiliyordu.
* * *
Açıklama hazırdır ve artık klişeleşmiştir: 12 Eylül’ün yarattığı korku, sinmişlik, depolitizasyon, vb. vb.
Belirli bir gerçeklik payı taşısa bile, bu açıklama artık kabak tadı vermiştir. İnsanların, aradan 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra tutup her şeyi 12 Eylül’le açıklamaya çalışmalarının bir sınırı olmalıdır. Olmalıdır, çünkü bu 30 yıl içinde geniş kesimlerde siyaset nabzının görece yüksek attığı uğraklara da tanık olunmuştur.
Özetle, günümüzdeki depolitizasyon, kendi kategorisinin özel bir türüdür ve bu haliyle 12 Eylül’ün getirdiğini “içerip aşmıştır”.
Ne olduğunu, nasıl olduğunu açıklamak, en azından bir denemede bulunmak mümkündür.
* * *
Türkiye’de siyasetin canlı ve hızlı seyrettiği bir gerçektir. Sol dahil, siyasetle ilgilenenlerin canlı ve hızlı seyreden bu sürece ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulundukları da bilinmektedir. Solcusu, sağcısı, liberali, milliyetçisi, muhafazakârı, ulusalcısı, Kemalist’i ve başkaları, gelişen siyasal süreçlere ilişkin çözümlemeler yapmakta, tespit ve öngörülerde bulunmaktadır.
Burası ayrı bir “bölmedir” ve burada işler böyle yürümektedir. Dahası, yukarıda sıralanan ideolojik-siyasal çizgilerden herhangi birinin çözümlemesi, tespiti ve öngörüsü bu bölmenin kendi içinde karşılığını, tepkisini, muhatabını bulmaktadır. Özetle, bu bölmede havaya giden laf veya suya yazılan yazı yoktur.
Ama “iş” burada, bu bölmede bitmektedir.
Gerisi gelmemektedir. Bu bölme ile geniş halk kesimleri arasında sanki geçirimsiz topraktan oluşan kalın bir katman vardır. Bu katmanın altındaki dünya bambaşkadır. Bu dünyada, birtakım kodlamalar, motifler ve atıflar ortalıkta uçuşmaktadır. Bu uçuşkanların üstteki bölmede konuşulup söylenenlerle rezonansı (bir tür frekans tutması) ise, tesadüflere, anlık örtüşmelere, öykünmelere, gelip geçici ortaklaşmalara, dar çıkarlara ve sığ beklentilere aşırı bağımlıdır.
Söylenenleri “soyut” bulanlar olursa, güncel ve “somut” bir örnek önümüzde hazır: AKP’li Egemen Bağış, küreselleşmenin, sermaye düzeninin, serbest piyasanın ve Avrupa Birliği’nin faziletleri konusunda istediği kadar konuşsun, o kadar önemli değildir. Alttaki dünyadan bunlara fazla alıcı çıkmaz. Bunlar, yandaş ya da karşıt, muhatabını üstteki bölmede bulabilecek söylemlerdir. Ama “sosyalizmde ıPhone ve plazma televizyon olmaz” dediğinde, alttaki dünyada “rezonans tutturacağı” çok sayıda zamane görgüsüzü bulacaktır.
O halde, Türkiye’deki kitlesel depolitizasyonun tanımını, “güncel siyasetin motoru olan belirlenimler ile halkın gündelik yaşamında işlevli olabilen kodlamalar arasındaki büyük yarılma” şeklinde yapmak mümkündür.
Bu saptamaya itiraz olarak denecektir ki, “ama AKP’nin oy tabanı yüzde 50’dir; arkasından azımsanmayacak oy potansiyelleriyle CHP ve MHP gelmektedir...”
Evet, böyledir; ancak bu “politikleşmişlik”, üst bölmede söylenenlerin kendi bütünlüğü içinde alt dünyadan alıcı bulduğu, gerçek anlamda bir politikleşmişlik değildir. Bu tür “politikleşmede”, alt dünyadaki şu veya bu kodlamanın, aradaki geçirimsiz toprağı bypass ederek üst bölmedeki belirli bir söylemle ilişkilenmesi söz konusudur. Bu kadar. Bu kadar olduğu için de, bu ülkede düzen partilerinin oy potansiyelleriyle temsil olunan politikleşmişliğin, bir tür pseudo (sahte)-politikleşmişlik olduğunu söylemekte sakınca yoktur.
* * *
Durum buysa, “bize” düşen nedir?
Sosyalizmin, kendi teorik-tarihsel doğrularıyla, güncel duruma ilişkin tespit ve çözümlemeleriyle, gidişata ilişkin öngörüleriyle ve nihayet sosyalizm vizyonuyla aradaki o geçirimsiz katmanı üstten zorlaması elbette gereklidir, ama kendi başına yeterli olmayacaktır.
Gündeme, özel bir başlık olarak bir de ideolojik yeniden yapılanma, çeşitlenme ve zenginleşme girmelidir.
Öyle ki, alt dünyada uçuşan kodlamalar, motifler ve atıflar, bu zenginleşmiş ve çeşitlenmiş yapıya da yönelebilsin. Öyle ki, bunlar arasında “selim” (iyi huylu) ve yeniden şekillendirilebilir olanlar başka mahreçler (çıkış yerleri) yerine bu ideolojik yapıda toplansın.
Kuşkusuz, başlarda bunlar da aradaki geçirimsiz katmanı bypass edenler olacaktır; buluşmada, tesadüflerin, altı dolu olmayan beklentilerin, naif yönelimlerin de rolü olacaktır. Ama sayıları ne kadar artarsa ve yeni geldikleri yerde ne kadar kalıcılaştırılırlarsa, “üstten baskının” gücü de o kadar artacaktır.
Aradaki o geçirimsiz katman, bir noktadan sonra kevgire dönecektir.
Sosyalizmin (Marksizm’in değil) ideolojik yapısında çeşitlenme ve zenginleşme, o güne dek söylenmemiş olanları söylemek, girilmemiş alanlara girmek, değinilmemiş başlıklara değinmek ve elbette bunlarla birlikte hiç yapılmamış olanları yapmak demektir.
“Ya ipin ucu kaçarsa” diye bir kaygı olmamalıdır.
Güvencemiz, arkamızda “kapı gibi” duran Marksizm’dir.
Kaldırımda yürürken, hemen yanınızdaki caddede binlerce kişi ellerinde bayraklar, pankartlar yürüyor, slogan atıyorsa ne yaparsınız? Normal koşullarda normal insanların yapacakları bellidir: En azından, kim bunlar, ne diyorlar, ne istiyorlar diye şöyle bir bakmak...
Elbette bu, normal koşullarda, normal insanlardan beklenendir.
Peki, günümüz Türkiye’si normal insanların normal koşullarda yaşadıkları bir ülke midir?
Kendi adıma, 15 Mart günü TKP’nin İstanbul mitingi öncesindeki yürüyüş sırasında çevredeki insanlara dikkatlice baktığımda, durumun pek de böyle olmadığını düşündüm. Evet, caddede ellerinde bayraklar, pankartlar binlerce kişi slogan atarak yürüyordu. İstanbul’un hayli işlek bir mekânında kaldırımda yürüyen insanlar arasında ise, durup şöyle bir bakan parmakla sayılacak kadar azdı. Kaldırımda yürüyenlerin yüzlerine dikkatlice bakıldığında, içlerinden geçeni kestirmek pek de güç olmuyordu: “Neme lazım”, “benim işim gücüm var”, “bunlar yaş işler”, “ilgilenmiyorum” vb. Dahası da var: Aralarından, korteje kaçamak bir bakış atması halinde bile başına bir şeyler gelebileceği korkusu içinde, gözlerini önündeki sabit bir noktaya dikenler seçilebiliyordu.
* * *
Açıklama hazırdır ve artık klişeleşmiştir: 12 Eylül’ün yarattığı korku, sinmişlik, depolitizasyon, vb. vb.
Belirli bir gerçeklik payı taşısa bile, bu açıklama artık kabak tadı vermiştir. İnsanların, aradan 30 yıla yakın zaman geçtikten sonra tutup her şeyi 12 Eylül’le açıklamaya çalışmalarının bir sınırı olmalıdır. Olmalıdır, çünkü bu 30 yıl içinde geniş kesimlerde siyaset nabzının görece yüksek attığı uğraklara da tanık olunmuştur.
Özetle, günümüzdeki depolitizasyon, kendi kategorisinin özel bir türüdür ve bu haliyle 12 Eylül’ün getirdiğini “içerip aşmıştır”.
Ne olduğunu, nasıl olduğunu açıklamak, en azından bir denemede bulunmak mümkündür.
* * *
Türkiye’de siyasetin canlı ve hızlı seyrettiği bir gerçektir. Sol dahil, siyasetle ilgilenenlerin canlı ve hızlı seyreden bu sürece ilişkin çeşitli değerlendirmelerde bulundukları da bilinmektedir. Solcusu, sağcısı, liberali, milliyetçisi, muhafazakârı, ulusalcısı, Kemalist’i ve başkaları, gelişen siyasal süreçlere ilişkin çözümlemeler yapmakta, tespit ve öngörülerde bulunmaktadır.
Burası ayrı bir “bölmedir” ve burada işler böyle yürümektedir. Dahası, yukarıda sıralanan ideolojik-siyasal çizgilerden herhangi birinin çözümlemesi, tespiti ve öngörüsü bu bölmenin kendi içinde karşılığını, tepkisini, muhatabını bulmaktadır. Özetle, bu bölmede havaya giden laf veya suya yazılan yazı yoktur.
Ama “iş” burada, bu bölmede bitmektedir.
Gerisi gelmemektedir. Bu bölme ile geniş halk kesimleri arasında sanki geçirimsiz topraktan oluşan kalın bir katman vardır. Bu katmanın altındaki dünya bambaşkadır. Bu dünyada, birtakım kodlamalar, motifler ve atıflar ortalıkta uçuşmaktadır. Bu uçuşkanların üstteki bölmede konuşulup söylenenlerle rezonansı (bir tür frekans tutması) ise, tesadüflere, anlık örtüşmelere, öykünmelere, gelip geçici ortaklaşmalara, dar çıkarlara ve sığ beklentilere aşırı bağımlıdır.
Söylenenleri “soyut” bulanlar olursa, güncel ve “somut” bir örnek önümüzde hazır: AKP’li Egemen Bağış, küreselleşmenin, sermaye düzeninin, serbest piyasanın ve Avrupa Birliği’nin faziletleri konusunda istediği kadar konuşsun, o kadar önemli değildir. Alttaki dünyadan bunlara fazla alıcı çıkmaz. Bunlar, yandaş ya da karşıt, muhatabını üstteki bölmede bulabilecek söylemlerdir. Ama “sosyalizmde ıPhone ve plazma televizyon olmaz” dediğinde, alttaki dünyada “rezonans tutturacağı” çok sayıda zamane görgüsüzü bulacaktır.
O halde, Türkiye’deki kitlesel depolitizasyonun tanımını, “güncel siyasetin motoru olan belirlenimler ile halkın gündelik yaşamında işlevli olabilen kodlamalar arasındaki büyük yarılma” şeklinde yapmak mümkündür.
Bu saptamaya itiraz olarak denecektir ki, “ama AKP’nin oy tabanı yüzde 50’dir; arkasından azımsanmayacak oy potansiyelleriyle CHP ve MHP gelmektedir...”
Evet, böyledir; ancak bu “politikleşmişlik”, üst bölmede söylenenlerin kendi bütünlüğü içinde alt dünyadan alıcı bulduğu, gerçek anlamda bir politikleşmişlik değildir. Bu tür “politikleşmede”, alt dünyadaki şu veya bu kodlamanın, aradaki geçirimsiz toprağı bypass ederek üst bölmedeki belirli bir söylemle ilişkilenmesi söz konusudur. Bu kadar. Bu kadar olduğu için de, bu ülkede düzen partilerinin oy potansiyelleriyle temsil olunan politikleşmişliğin, bir tür pseudo (sahte)-politikleşmişlik olduğunu söylemekte sakınca yoktur.
* * *
Durum buysa, “bize” düşen nedir?
Sosyalizmin, kendi teorik-tarihsel doğrularıyla, güncel duruma ilişkin tespit ve çözümlemeleriyle, gidişata ilişkin öngörüleriyle ve nihayet sosyalizm vizyonuyla aradaki o geçirimsiz katmanı üstten zorlaması elbette gereklidir, ama kendi başına yeterli olmayacaktır.
Gündeme, özel bir başlık olarak bir de ideolojik yeniden yapılanma, çeşitlenme ve zenginleşme girmelidir.
Öyle ki, alt dünyada uçuşan kodlamalar, motifler ve atıflar, bu zenginleşmiş ve çeşitlenmiş yapıya da yönelebilsin. Öyle ki, bunlar arasında “selim” (iyi huylu) ve yeniden şekillendirilebilir olanlar başka mahreçler (çıkış yerleri) yerine bu ideolojik yapıda toplansın.
Kuşkusuz, başlarda bunlar da aradaki geçirimsiz katmanı bypass edenler olacaktır; buluşmada, tesadüflerin, altı dolu olmayan beklentilerin, naif yönelimlerin de rolü olacaktır. Ama sayıları ne kadar artarsa ve yeni geldikleri yerde ne kadar kalıcılaştırılırlarsa, “üstten baskının” gücü de o kadar artacaktır.
Aradaki o geçirimsiz katman, bir noktadan sonra kevgire dönecektir.
Sosyalizmin (Marksizm’in değil) ideolojik yapısında çeşitlenme ve zenginleşme, o güne dek söylenmemiş olanları söylemek, girilmemiş alanlara girmek, değinilmemiş başlıklara değinmek ve elbette bunlarla birlikte hiç yapılmamış olanları yapmak demektir.
“Ya ipin ucu kaçarsa” diye bir kaygı olmamalıdır.
Güvencemiz, arkamızda “kapı gibi” duran Marksizm’dir.
Similar topics
» Paradigma ve Vizyon - Metin Çulhaoğlu
» Aynı Eski Rüya - Metin Çulhaoğlu
» Öcalan'dan İncilere Devam, Nereye Kadar
» Aynı Eski Rüya - Metin Çulhaoğlu
» Öcalan'dan İncilere Devam, Nereye Kadar
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz