Kısaca Marksizm Düşünüşü
1 sayfadaki 1 sayfası
Kısaca Marksizm Düşünüşü
Kısaca Marksizm Düşünüşü
(Gerçek Bilim)
Marksizm (yahut Tarihcil Maddecilik) denilen sosyal doktrin (mezhep: gidilecek yol) ve akide (kanaatler ve kavrayışlar bütünü) iki şey yapar:
1-) Evreni izah eder [açıklar, yorumlar],
2-) Evreni değiştirir...
Evren deyince iki şey anlıyoruz:
1-) Tabiat [doğa],
2-) Cemiyet [Toplum]...
İnsan, gerek doğa ve gerekse toplum içinde yaşamak için ve yaşarken, hem doğayı hem de toplumu kendisi için daha faydalı ve daha güzel yapmak ve görmek için uğraşır, döğüşür.
Fakat insan, doğayı ve toplumu daha (iyi+güzel) yapabilmek için, onların önce ne olduklarını, nasıl olduklarını kavramalı, doğayı ve toplumu izah etmelidir. Yerin altında yatan maden kömürünün yanıcı bir şey olduğunu öğrenmeden önce, insanlar, ondan faydalanmak şöyle dursun, zarar bile görürlerdi: Çünkü, maden kömürü üzerinde iyi zahire yetişmezdi. İnsanlar maden kömürünün ne idüğünü anladıktan sonra, onun yerini değiştirdiler (yer altından yer yüzüne çıkardılar), şeklini değiştirdiler (ham kömürü yıkadılar, yahut kapalı kaplarda ısıtıp evlerde yakılan kok kömürü haline getirdiler), ve ilh...
Marksizm, genellikle insan ve özellikle işçi sınfının toplum içindeki mücadelesinin özüdür. Bu mücadeleye: "SINIF MÜCADELESİ" denilir. Marksizim sınıf mücadelesini:
1-) İzah eder: Mücadelenin ne olduğunu anlatır;
2-) Sınıf mücadelesini önce değiştirir (İnkılapla, sermayedarları hakim sınıflıktan alaşağı eder); sonra sınıfları kaldırır, sınıf mücadelesini yok eder. Bugünkü sınıf mücadelesinin değişmesi ve kalkması hangi sınıfın işine gelir? İşçi sınıfının. Şu halde Marksizm, işçi sınıfının toplumu izah etme ve değiştirme bilimidir. Bugünkü toplumda hangi sınıf her şeyin olduğu gibi kalmasını ister? Sermayedarlarla büyük arazi sahipleri. Şu halde büyük zenginler, kodamanlar ölümden korkar gibi Marksizm'den korkarlar.
Biz, dünyada "hasırı olmayan" işçi, köylü ve fakir halk tabakalar, imanımızı gevreten bugünkü cemiyetin ve idarenin değişmesini canla başla istediğimiz için, onu devirmenin, yani devrimi başarmanın bilimini bize öğreten Marksizmi seve seve öğreniriz. Bir şairin dediği gibi:
"Elimizde kırkikilikler bizim... Marksizm."
Madem ki Marksizmi öğreneceğiz, şu halde önce "METOD"unu kafamıza çivilemeliyiz. Marksizmin metodu nedir? Söyledik:
1-) Evreni izah etmek,
2-) Evreni değiştirmek..
Unutmayalım: Marksizm özellikle toplum bilimidir. Ama bütün bilimler zaten cemiyetten çıktıkları için, Marksizmin metodu yalnız toplum için değil bütün evren için de kullanılacak bir metoddur.
ÖZET:
1- Marksizm olan biten şeyleri izah eder.
2- Olan bitenin nasıl değiştiğini görür ve gösterir...
Görelim.
Birinci Bölüm
İzah: [Açıklama-Yorumlama]
İzah Etmek (Açıklamak) : Birşeyin içyüzünü, nasıl olduğunu anlamak ve anlatmak demektir. Önümüzde ne idüğü anlaşılacak neler var?
1- Doğa,
2- Toplum...
Onun için, biz de, açıklama yöntemimizin ne olduğunu anlamak için, bu iki sahada da nasıl açıklama yapıldığını görmeliyiz.
A- Tabiatta İzah [Doğada Açıklama] :
Sebep - Gaye
Doğa deyince, insanlar arasında olup bitenden başka, ne var ne yoksa herşeyi anlıyoruz. Doğada olan bitenlerin açıklaması nasıl olur? İki türlü:
1- İŞVEREN felsefesince yapılan açıklamaya göre; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "NİÇİN", yani hangi maksat ve "GAYE" ile olduğunu bilmek gerektir. Mesela: Yağmur niçin, ne maksatla yağıyor? Tarlalarımızı sulamak için! Güneş niçin doğuyor? Dünyamızı aydınlatmak için. Ala. Niçin batıyor? Gece karanlık olsun da daha iyi uyuyalım diye! Ve ilh... İşveren ve diğer egemen sınıfların felsefesi işte hep bu "Niçin?" uğruna kanteri döker. Fakat kendi kendimize soralım: Bu "niçin"lere verilen cevaplardan, yağmurun, gün doğması ile gün batmasının ne olduklarını anlıyabildik mi? "Anladık ise Arap olalım!"
2- İŞÇİLERİN "Tarihcil Maddecilik" felsefesince yapılan açıklamalara göre; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "NASIL", yani hangi "İLLET" VE "SEBEP" ile olduğunu kavramak gerekir. Mesela; yağmur nasıl, ne sebeple yağar? Havada biriken su buharı, soğuk bir rüzgar estiği zaman, önce sis gibi bir araya birikir ve koyulaşır; sonra, daha soğuk bir rüzgar eserse, sis haline geldiği zaman bulut adını verdiğimiz su buharı, - tencerenin kapağında soğuyan ve su olan buğu gibi,- damla damla yeryüzüne dökülmeye, yağmur yağmıya başlar. Güneş niçin "doğar" ve "batar?" Karpuz gibi dünya kendi etrafında fırıldak gibi döndükçe, kabuğunun bir kısmı güneşe bakar, aydınlıktır. Öteki kısmı karanlıkta kalır. Karanlıkta kalan dünyada gece, güneşe bakan kısımda gündüz var, deriz.
Şimdi yağmurun, gecenin, gündüzün ne olduklarını anladık mı? Evet. Neden anladık? Çünkü o olayların, olan bitenlerin NİÇİN olduklarını değil, NASIL olduklarını; yani GAYE ve MAKSAT'larını değil, İLLET ve SEBEP'lerini aradık ve bulduk. Demek, bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "GAYE"sini değil, "SEBEBİ"ni bilmek gerektir. Şu halde bir şeyi AÇIKLAMAK: o şeyin hangi sebepten ileri geldiğini meydana çıkarmakla olur.
İşte Felsefe (Bilimlerin Bilimi) denilen bahiste [konuda, alanda], olayları:
1- Sebepleriyle açıklamaya: SEBEPÇİLİK, KOZALİTE (İlletçilik) Nedensellik;
2- Güya amaçleri ile izah etmeye de: GAYECİLİK, FİNALİTE denir...
Bizim yöntemimiz gayeci değil, sebepçidir. Çünkü doğru yol odur. Gayecilik, sapıklık ve hayalperestliktir.
Pekiyi, Gayecilik bir yanlış sapıtmadır. Fakat nasıl olmuş ta insanlar bu yanlışlığa düşmüşler ve düşüyorlar? Biz kendimize sebepçi diyoruz. Şu halde bu sapıtmanın da sebebini bulmalıyız. Gayeciliğin sebeplerini anlamamız için, kaç türlü gayecilik bulunduğunu görmemiz gerekir. Envai türlüsünden biz yalnız üçünü görelim.
1- Vahşi Gayeciliği : Eski veya yeniden keşfedilen ilkel topluluklardaki Vahşi dediğimiz ilk insanların felsefesine "ANİMİZM: CANCILIK" denir. Yani, onlara göre herşey; dereler, kayalar, ay, gün canlıdır. Vahşi, nasıl kendisi "istediği" için tükürürse, gökyüzü de öylece "canı isterse" yağmur yağdırır... sanırdı. Onun için, artık depremin olmasında, güneş tutulmasında hep bir MAKSAT farzederdi. Niçin? Çünkü Vahşi karacahildi. Canlı şeylerle cansız şeyleri birbirinden ayıramıyor; bir taşın insan kafası gibi düşünmediğini bilemiyordu. Bu çeşit gayecilik; karacahillikti.
2- Din Gayeciliği : Din felsefesinde her şey birtek gaye uğruna olur: Allah... Mesela yağmur niçin yağar? Çünkü Allah babamız ovalarımızın bereketli olmasını istemiştir. Kuraklık? Allah babamızın gazabındandır... Yağmur duasına çıkalım, gene kuraklık sürerse; demek günahımız çokmuş... Siz gazetede okuyorsunuz: İngiltere'de bulutları topla dağıtıyorlarmış... Ruslar uçakla yağmur yağdırma tecrübelerine başlamışlar... Tövbe, tövbe, estağfurullah! Günaha girdiniz... Bu çeşit gayecilik; Allahçılıktır.
3- Çağdaş Gayecilik : İşverenliğin felsefesidir. Yukarıda, söz temsili: "Ay niçin tutulur?" sorusuna, kelli felli işveren filozoflarının nerede ise: "Bize küsmüş te, güzel yüzünü saklıyor!" kabilinden cevaplar verdiklerini söylediğimiz zaman, belki de gülmüş ve: "Yok canım, artık bu kadarı da olur mu?" demişsinizdir. Gerçekten bugün insan bilgisi o kadar ilerledi ki, birçok doğa bilimlerinde, bazı burjuva bilginleri bile ister istemez sebepçi olmaya mecbur kalıyorlar. Fakat "bilimlerin bilimi" olan burjuva felsefesi daima gayecidir. Sonra, en maddi ve doğal görünen bilimlerde bile, açıklayışın çeşnisi gene gayecidir. Mesela bugün bütün burjuva bilginlerinden en kabadayılarının dört elle sarıldıkları biricik teori: İHTİMALİ İZAHLAR BÜTÜNÜ'nü ele alalım:
TEKAMÜLCÜLÜK : EVRİMCİLİK...
Bir örnek alalım: İnsanın yeryüzünde görünmesi, oluşu (tekevvünü)... Din felsefesine göre insanın oluş hikayesi malum: Allah, Adem aleyhisselamı balçıktan yarattı. Adem Şeytana uydu: Havva'nın incirini yedi, dünyaya kovuldular. İnsan niçin yaratıldı? Allah'ın büyüklüğünü anlamak için. Ve ilh...
Evrim teorisi bu kadar kaba değildir. Evrimcilere göre, güneşin altında ne varsa, herşey günden güne biraz daha mükemmelleşir, yani evrimleşir. İşte hayvan varlıkları da, bu evrim (mükemmelleşme) GAYESİ uğruna, her gün biraz daha mükemmelleşerekten, nihayet "Eşref'i Mahlukat" (en şerefli yaratık) olan insana yükselir... İnsan niçin meydana geldi? Çünkü canlılar için biricik gaye daima yükselmek, evrimleşmektir. Doğa da, toplum da böyle daima evrimleşir durur. Ve ilh...
Fakat biliyoruz ki, doğada birçok hayvan evrimleşmek şöyle dursun, oldukları halde bile kalamamışlardır. Mesela, bir zamanlar yeryüzünde yaşamış olan, fil gibi fakat filin birkaç misli daha büyük Mamutların, "parmakları kanatlı: Pterodaktil" ejderlerin bugün yalnız kemiklerine rastlıyabiliyoruz. Şu halde, hayvan türleri mutlaka evrimleşmez, belki yok olurlar da... Hayvan türleri şartlara göre ya yaşar, ya ölür.
Şu halde hayvan türleri niçin evrimleşir? Çünkü evrimleşmek amaçtır. Ya niçin yok olur? Çünkü amacı yok olmak mıdır?
İşte bu açıklamalardan anlıyoruz ki, burjuva felsefesinin en özlü doktrini olan evrimcilik, en sonunda ALLAH'ın yerine EVRİM adlı daha ince bir Allah geçirmekten başka birşey yapmamıştır. Dinde amaç Allah, felsefede amaç Evrimdir. Onun için, bütün burjuva felsefesi gibi, felsefe evrimciliği de bir çeşit çağdaş softalıktır.
Buraya kadar dediklerimizin ÖZETİ:
Gayecilik ya bilmemek, yahut ta bile bile halkı aldatmaktır. Ve biz birşeyi açıklamak istedik mi, o şeyin sebebini ararız. Evrende hiçbir olay sebepsiz değildir.
Sebepler teker teker ve bulutlar arasında dolaşmazlar. Bir olayın olması için bazen birçok sebeplerin bir araya gelmesi gerekir; sonra, zaten bütün sebepler birbirleriyle zincirlemesine bağlıdırlar ve birbirlerini doğururlar. Mesela:
1) Yağmurun yağması için birkaç sebep lazımdır: bir, havada su buharının bulunması; iki, soğuk bir rüzgarın esmesi; üç, bu soğuğun birdenbire ve çok şiddetli gelmemesi (o zaman yağmur yerine dolu yağar) lazımdır.
2) Bu sebepler de başka bir sıra sebeplerden çıkarlar. Havada buhar olması için, o civarda geniş su yahut bir orman bulunması, ya da su buharının, yani bulutların hava cereyanlarıyla uzaklardan oraya sürüklenip getirilmesi lazımdır. Ve ilh...
İşte böylece bir sebebin başka bir sebebi kovalaması ve sebeplerin birbirini doğurarak zincir halinde uzayıp gitmesi "YASA"ları meydana getirir. Bunlara Doğa Yasaları denir. Yasa, birçok sebeplerin birbirlerine sebep-sonuç olarak uzamaları demektir. BİLİM; gerek doğada, gerek toplumda bulunan sebep-sonuç zincirlerini, yani yasaları bulur. Bir yasanın ilmi (yani ilime sığan, bilimcil) olması için şu üç şart gerekir:
1) Kaçınılmaz olarak aynı sebepler aynı sonuçları vermeli;
2) Sürekli bir biçimde vermeli;
3) Her yerde, bütün dünyada vermeli...
Örnek: DÜŞME YASASI: Havadan ağır bir cismi havada bırakırsak, o cisim dünyanın yerçekimi kuvvetine tutularak yere düşer. Bu bir yasadır.
1) Bir taşı havaya atarsak mutlaka yere düşer;
2) Bundan 100 yıl önce de düşerdi, şimdi de düşüyor;
3) Taş yere Amerika'da da düşer, Türkiye'de de... Demek ki, DÜŞMEK bir rastlantı değil, bir yasadır. Her yerde, her zaman şartlarını buldu mu, ister istemez düşme olur.
1- İnsan YAŞAMAK İÇİN evreni (doğa+toplum)u önce açıklar, sonra değiştirir.
2- MARKSİZM: İşçi sınıfının, sınıf kavgasında toplumu açıklama ve değiştirme bilimidir.
a) AÇIKLADIĞI: Sınıf kavgası ve yasalarıdır;
b) DEĞİŞTİRDİĞİ: Sınıflı kapitalist toplumu, sınıfsız sosyalist topluma...
3- AÇIKLAMA iki türlüdür:
a) KAPİTALİST AÇIKLAMA: "Niçin"le gaye arar, yerinde sayar;
b) İŞÇİ AÇIKLAMASI: "Nasıl"la sebep (İLLET) arar...
4- GAYECİLİĞİN ÇEŞİTLERİ: Üçtür:
a) VAHŞİ: "Animizim: Herşey canlı": Karacahillik;
b) DİN: Amaç Allahı kabul ettirmek;
c) EVRİMCİLİK: Çağdaş softalık: İnce Allah!
5- SEBEPLER:
a) Bir olay BİRDEN FAZLA sebeple olabilir;
b) Her olay kendinden önceki olayın SONUCU, kendinden sonrakinin SEBEBİ'dir.
6- YASA:
a) Sebeplerin zinciridir;
b) (Kaçınılmaz+her yerde+sürekli) olur.
7- BİLİM: Olaylardaki sebepler zincirini, yasaları açığa çıkarır.
Hikmet Kıvılcımlı
(Gerçek Bilim)
Marksizm (yahut Tarihcil Maddecilik) denilen sosyal doktrin (mezhep: gidilecek yol) ve akide (kanaatler ve kavrayışlar bütünü) iki şey yapar:
1-) Evreni izah eder [açıklar, yorumlar],
2-) Evreni değiştirir...
Evren deyince iki şey anlıyoruz:
1-) Tabiat [doğa],
2-) Cemiyet [Toplum]...
İnsan, gerek doğa ve gerekse toplum içinde yaşamak için ve yaşarken, hem doğayı hem de toplumu kendisi için daha faydalı ve daha güzel yapmak ve görmek için uğraşır, döğüşür.
Fakat insan, doğayı ve toplumu daha (iyi+güzel) yapabilmek için, onların önce ne olduklarını, nasıl olduklarını kavramalı, doğayı ve toplumu izah etmelidir. Yerin altında yatan maden kömürünün yanıcı bir şey olduğunu öğrenmeden önce, insanlar, ondan faydalanmak şöyle dursun, zarar bile görürlerdi: Çünkü, maden kömürü üzerinde iyi zahire yetişmezdi. İnsanlar maden kömürünün ne idüğünü anladıktan sonra, onun yerini değiştirdiler (yer altından yer yüzüne çıkardılar), şeklini değiştirdiler (ham kömürü yıkadılar, yahut kapalı kaplarda ısıtıp evlerde yakılan kok kömürü haline getirdiler), ve ilh...
Marksizm, genellikle insan ve özellikle işçi sınfının toplum içindeki mücadelesinin özüdür. Bu mücadeleye: "SINIF MÜCADELESİ" denilir. Marksizim sınıf mücadelesini:
1-) İzah eder: Mücadelenin ne olduğunu anlatır;
2-) Sınıf mücadelesini önce değiştirir (İnkılapla, sermayedarları hakim sınıflıktan alaşağı eder); sonra sınıfları kaldırır, sınıf mücadelesini yok eder. Bugünkü sınıf mücadelesinin değişmesi ve kalkması hangi sınıfın işine gelir? İşçi sınıfının. Şu halde Marksizm, işçi sınıfının toplumu izah etme ve değiştirme bilimidir. Bugünkü toplumda hangi sınıf her şeyin olduğu gibi kalmasını ister? Sermayedarlarla büyük arazi sahipleri. Şu halde büyük zenginler, kodamanlar ölümden korkar gibi Marksizm'den korkarlar.
Biz, dünyada "hasırı olmayan" işçi, köylü ve fakir halk tabakalar, imanımızı gevreten bugünkü cemiyetin ve idarenin değişmesini canla başla istediğimiz için, onu devirmenin, yani devrimi başarmanın bilimini bize öğreten Marksizmi seve seve öğreniriz. Bir şairin dediği gibi:
"Elimizde kırkikilikler bizim... Marksizm."
Madem ki Marksizmi öğreneceğiz, şu halde önce "METOD"unu kafamıza çivilemeliyiz. Marksizmin metodu nedir? Söyledik:
1-) Evreni izah etmek,
2-) Evreni değiştirmek..
Unutmayalım: Marksizm özellikle toplum bilimidir. Ama bütün bilimler zaten cemiyetten çıktıkları için, Marksizmin metodu yalnız toplum için değil bütün evren için de kullanılacak bir metoddur.
ÖZET:
1- Marksizm olan biten şeyleri izah eder.
2- Olan bitenin nasıl değiştiğini görür ve gösterir...
Görelim.
Birinci Bölüm
İzah: [Açıklama-Yorumlama]
İzah Etmek (Açıklamak) : Birşeyin içyüzünü, nasıl olduğunu anlamak ve anlatmak demektir. Önümüzde ne idüğü anlaşılacak neler var?
1- Doğa,
2- Toplum...
Onun için, biz de, açıklama yöntemimizin ne olduğunu anlamak için, bu iki sahada da nasıl açıklama yapıldığını görmeliyiz.
A- Tabiatta İzah [Doğada Açıklama] :
Sebep - Gaye
Doğa deyince, insanlar arasında olup bitenden başka, ne var ne yoksa herşeyi anlıyoruz. Doğada olan bitenlerin açıklaması nasıl olur? İki türlü:
1- İŞVEREN felsefesince yapılan açıklamaya göre; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "NİÇİN", yani hangi maksat ve "GAYE" ile olduğunu bilmek gerektir. Mesela: Yağmur niçin, ne maksatla yağıyor? Tarlalarımızı sulamak için! Güneş niçin doğuyor? Dünyamızı aydınlatmak için. Ala. Niçin batıyor? Gece karanlık olsun da daha iyi uyuyalım diye! Ve ilh... İşveren ve diğer egemen sınıfların felsefesi işte hep bu "Niçin?" uğruna kanteri döker. Fakat kendi kendimize soralım: Bu "niçin"lere verilen cevaplardan, yağmurun, gün doğması ile gün batmasının ne olduklarını anlıyabildik mi? "Anladık ise Arap olalım!"
2- İŞÇİLERİN "Tarihcil Maddecilik" felsefesince yapılan açıklamalara göre; bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "NASIL", yani hangi "İLLET" VE "SEBEP" ile olduğunu kavramak gerekir. Mesela; yağmur nasıl, ne sebeple yağar? Havada biriken su buharı, soğuk bir rüzgar estiği zaman, önce sis gibi bir araya birikir ve koyulaşır; sonra, daha soğuk bir rüzgar eserse, sis haline geldiği zaman bulut adını verdiğimiz su buharı, - tencerenin kapağında soğuyan ve su olan buğu gibi,- damla damla yeryüzüne dökülmeye, yağmur yağmıya başlar. Güneş niçin "doğar" ve "batar?" Karpuz gibi dünya kendi etrafında fırıldak gibi döndükçe, kabuğunun bir kısmı güneşe bakar, aydınlıktır. Öteki kısmı karanlıkta kalır. Karanlıkta kalan dünyada gece, güneşe bakan kısımda gündüz var, deriz.
Şimdi yağmurun, gecenin, gündüzün ne olduklarını anladık mı? Evet. Neden anladık? Çünkü o olayların, olan bitenlerin NİÇİN olduklarını değil, NASIL olduklarını; yani GAYE ve MAKSAT'larını değil, İLLET ve SEBEP'lerini aradık ve bulduk. Demek, bir şeyin ne olduğunu anlamak için, o şeyin "GAYE"sini değil, "SEBEBİ"ni bilmek gerektir. Şu halde bir şeyi AÇIKLAMAK: o şeyin hangi sebepten ileri geldiğini meydana çıkarmakla olur.
İşte Felsefe (Bilimlerin Bilimi) denilen bahiste [konuda, alanda], olayları:
1- Sebepleriyle açıklamaya: SEBEPÇİLİK, KOZALİTE (İlletçilik) Nedensellik;
2- Güya amaçleri ile izah etmeye de: GAYECİLİK, FİNALİTE denir...
Bizim yöntemimiz gayeci değil, sebepçidir. Çünkü doğru yol odur. Gayecilik, sapıklık ve hayalperestliktir.
Pekiyi, Gayecilik bir yanlış sapıtmadır. Fakat nasıl olmuş ta insanlar bu yanlışlığa düşmüşler ve düşüyorlar? Biz kendimize sebepçi diyoruz. Şu halde bu sapıtmanın da sebebini bulmalıyız. Gayeciliğin sebeplerini anlamamız için, kaç türlü gayecilik bulunduğunu görmemiz gerekir. Envai türlüsünden biz yalnız üçünü görelim.
1- Vahşi Gayeciliği : Eski veya yeniden keşfedilen ilkel topluluklardaki Vahşi dediğimiz ilk insanların felsefesine "ANİMİZM: CANCILIK" denir. Yani, onlara göre herşey; dereler, kayalar, ay, gün canlıdır. Vahşi, nasıl kendisi "istediği" için tükürürse, gökyüzü de öylece "canı isterse" yağmur yağdırır... sanırdı. Onun için, artık depremin olmasında, güneş tutulmasında hep bir MAKSAT farzederdi. Niçin? Çünkü Vahşi karacahildi. Canlı şeylerle cansız şeyleri birbirinden ayıramıyor; bir taşın insan kafası gibi düşünmediğini bilemiyordu. Bu çeşit gayecilik; karacahillikti.
2- Din Gayeciliği : Din felsefesinde her şey birtek gaye uğruna olur: Allah... Mesela yağmur niçin yağar? Çünkü Allah babamız ovalarımızın bereketli olmasını istemiştir. Kuraklık? Allah babamızın gazabındandır... Yağmur duasına çıkalım, gene kuraklık sürerse; demek günahımız çokmuş... Siz gazetede okuyorsunuz: İngiltere'de bulutları topla dağıtıyorlarmış... Ruslar uçakla yağmur yağdırma tecrübelerine başlamışlar... Tövbe, tövbe, estağfurullah! Günaha girdiniz... Bu çeşit gayecilik; Allahçılıktır.
3- Çağdaş Gayecilik : İşverenliğin felsefesidir. Yukarıda, söz temsili: "Ay niçin tutulur?" sorusuna, kelli felli işveren filozoflarının nerede ise: "Bize küsmüş te, güzel yüzünü saklıyor!" kabilinden cevaplar verdiklerini söylediğimiz zaman, belki de gülmüş ve: "Yok canım, artık bu kadarı da olur mu?" demişsinizdir. Gerçekten bugün insan bilgisi o kadar ilerledi ki, birçok doğa bilimlerinde, bazı burjuva bilginleri bile ister istemez sebepçi olmaya mecbur kalıyorlar. Fakat "bilimlerin bilimi" olan burjuva felsefesi daima gayecidir. Sonra, en maddi ve doğal görünen bilimlerde bile, açıklayışın çeşnisi gene gayecidir. Mesela bugün bütün burjuva bilginlerinden en kabadayılarının dört elle sarıldıkları biricik teori: İHTİMALİ İZAHLAR BÜTÜNÜ'nü ele alalım:
TEKAMÜLCÜLÜK : EVRİMCİLİK...
Bir örnek alalım: İnsanın yeryüzünde görünmesi, oluşu (tekevvünü)... Din felsefesine göre insanın oluş hikayesi malum: Allah, Adem aleyhisselamı balçıktan yarattı. Adem Şeytana uydu: Havva'nın incirini yedi, dünyaya kovuldular. İnsan niçin yaratıldı? Allah'ın büyüklüğünü anlamak için. Ve ilh...
Evrim teorisi bu kadar kaba değildir. Evrimcilere göre, güneşin altında ne varsa, herşey günden güne biraz daha mükemmelleşir, yani evrimleşir. İşte hayvan varlıkları da, bu evrim (mükemmelleşme) GAYESİ uğruna, her gün biraz daha mükemmelleşerekten, nihayet "Eşref'i Mahlukat" (en şerefli yaratık) olan insana yükselir... İnsan niçin meydana geldi? Çünkü canlılar için biricik gaye daima yükselmek, evrimleşmektir. Doğa da, toplum da böyle daima evrimleşir durur. Ve ilh...
Fakat biliyoruz ki, doğada birçok hayvan evrimleşmek şöyle dursun, oldukları halde bile kalamamışlardır. Mesela, bir zamanlar yeryüzünde yaşamış olan, fil gibi fakat filin birkaç misli daha büyük Mamutların, "parmakları kanatlı: Pterodaktil" ejderlerin bugün yalnız kemiklerine rastlıyabiliyoruz. Şu halde, hayvan türleri mutlaka evrimleşmez, belki yok olurlar da... Hayvan türleri şartlara göre ya yaşar, ya ölür.
Şu halde hayvan türleri niçin evrimleşir? Çünkü evrimleşmek amaçtır. Ya niçin yok olur? Çünkü amacı yok olmak mıdır?
İşte bu açıklamalardan anlıyoruz ki, burjuva felsefesinin en özlü doktrini olan evrimcilik, en sonunda ALLAH'ın yerine EVRİM adlı daha ince bir Allah geçirmekten başka birşey yapmamıştır. Dinde amaç Allah, felsefede amaç Evrimdir. Onun için, bütün burjuva felsefesi gibi, felsefe evrimciliği de bir çeşit çağdaş softalıktır.
Buraya kadar dediklerimizin ÖZETİ:
Gayecilik ya bilmemek, yahut ta bile bile halkı aldatmaktır. Ve biz birşeyi açıklamak istedik mi, o şeyin sebebini ararız. Evrende hiçbir olay sebepsiz değildir.
Sebepler teker teker ve bulutlar arasında dolaşmazlar. Bir olayın olması için bazen birçok sebeplerin bir araya gelmesi gerekir; sonra, zaten bütün sebepler birbirleriyle zincirlemesine bağlıdırlar ve birbirlerini doğururlar. Mesela:
1) Yağmurun yağması için birkaç sebep lazımdır: bir, havada su buharının bulunması; iki, soğuk bir rüzgarın esmesi; üç, bu soğuğun birdenbire ve çok şiddetli gelmemesi (o zaman yağmur yerine dolu yağar) lazımdır.
2) Bu sebepler de başka bir sıra sebeplerden çıkarlar. Havada buhar olması için, o civarda geniş su yahut bir orman bulunması, ya da su buharının, yani bulutların hava cereyanlarıyla uzaklardan oraya sürüklenip getirilmesi lazımdır. Ve ilh...
İşte böylece bir sebebin başka bir sebebi kovalaması ve sebeplerin birbirini doğurarak zincir halinde uzayıp gitmesi "YASA"ları meydana getirir. Bunlara Doğa Yasaları denir. Yasa, birçok sebeplerin birbirlerine sebep-sonuç olarak uzamaları demektir. BİLİM; gerek doğada, gerek toplumda bulunan sebep-sonuç zincirlerini, yani yasaları bulur. Bir yasanın ilmi (yani ilime sığan, bilimcil) olması için şu üç şart gerekir:
1) Kaçınılmaz olarak aynı sebepler aynı sonuçları vermeli;
2) Sürekli bir biçimde vermeli;
3) Her yerde, bütün dünyada vermeli...
Örnek: DÜŞME YASASI: Havadan ağır bir cismi havada bırakırsak, o cisim dünyanın yerçekimi kuvvetine tutularak yere düşer. Bu bir yasadır.
1) Bir taşı havaya atarsak mutlaka yere düşer;
2) Bundan 100 yıl önce de düşerdi, şimdi de düşüyor;
3) Taş yere Amerika'da da düşer, Türkiye'de de... Demek ki, DÜŞMEK bir rastlantı değil, bir yasadır. Her yerde, her zaman şartlarını buldu mu, ister istemez düşme olur.
1- İnsan YAŞAMAK İÇİN evreni (doğa+toplum)u önce açıklar, sonra değiştirir.
2- MARKSİZM: İşçi sınıfının, sınıf kavgasında toplumu açıklama ve değiştirme bilimidir.
a) AÇIKLADIĞI: Sınıf kavgası ve yasalarıdır;
b) DEĞİŞTİRDİĞİ: Sınıflı kapitalist toplumu, sınıfsız sosyalist topluma...
3- AÇIKLAMA iki türlüdür:
a) KAPİTALİST AÇIKLAMA: "Niçin"le gaye arar, yerinde sayar;
b) İŞÇİ AÇIKLAMASI: "Nasıl"la sebep (İLLET) arar...
4- GAYECİLİĞİN ÇEŞİTLERİ: Üçtür:
a) VAHŞİ: "Animizim: Herşey canlı": Karacahillik;
b) DİN: Amaç Allahı kabul ettirmek;
c) EVRİMCİLİK: Çağdaş softalık: İnce Allah!
5- SEBEPLER:
a) Bir olay BİRDEN FAZLA sebeple olabilir;
b) Her olay kendinden önceki olayın SONUCU, kendinden sonrakinin SEBEBİ'dir.
6- YASA:
a) Sebeplerin zinciridir;
b) (Kaçınılmaz+her yerde+sürekli) olur.
7- BİLİM: Olaylardaki sebepler zincirini, yasaları açığa çıkarır.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
B- Cemiyette İzah [Toplumda Açıklama] :
İşveren Bilimi bazen der ki: "Pekala... Haydi doğa olaylarında olan biten şeyleri birtakım sebepler ve yasalarla izah edelim. Fakat, insan ile insan topluluğu olan toplumda da herşey sebeple olmaz ya! İnsan akıllı bir hayvandır. Canı isterse birşey yapar, dilerse yapmaz, ve ilh... Demek ki insan ve toplumda olan bitenler, birtakım maksat ve gayelere göre olur. İnsan dilediğinde hürdür."
İşte insan dilediğini yapar, istediğini yapmaz... Toplum bir amaca göre yürür demek, olan bitende belirli sebepler yok, demektir. Buna "ENDETERMİNİZM" (Gayrı muayyeniyetçilik: Belirsizcilik) denir. Kapitalist bilim endeterministtir. Bizim işçi sınıfı bilimimiz "DETERMİNİST" (Muayyeniyetçi: Belirlilikçi) dir. Çünkü doğada olduğu gibi, insanda ve toplumda da bütün olan bitenler hep bir sebepten ileri gelir. Bunu anlamak için iki örnek alalım:
I- İnsan : Bir işçi sabah erkenden kalkar, acele giyinir, dışarıya fırlar. Amacı fabrikaya gitmektir. Kapitalist bilimine kalırsa, bu işçi canı istediği için böyle erken kalkıp fabrikaya gider. Dilerse gitmeyebilirdi. Halbuki biz biliyoruz: İşçi fabrikaya gitmek için gitmiyor. Karnını ve çoluk çocuğunu doyurmak için çalışmaya mecburdur. İnsan bir iş yaparken bir alet kullanır. Kapitalist toplumda iş aleti MAKİNE'dir. İşçilerin bir makine satınalacak parası yoktur. Şu halde, makine kimde ise ona başvuracaktır. Makine fabrikadadır. Fabrika ise kapitalistin malıdır. İşçi kapitaliste başvurur. Kapitalist rakiplerini yenmek için, işçiyi sabah namazından yatsıya kadar çalıştırmayı şart koşar. İşçi isterse bu şartı kabul etmiyebilir mi? Açlıktan ölmeye razı ise, evet... Fakat kimse aç ölmek istemez. Onun için işçi de sabah namazından kalkıp fabrikaya koşar. Koşmayı istemesinin SEBEBİ açlıktır.
Bir köylü tarlacağına isterse buğday, yahut arpa veya pancar eker. Acaba köylü böylece istediğini sırf istediği için mi eker? Kapitalist bilimine sorarsak, köylü iradesinde (dileğinde) hürdür, istemediğini ekmez. Fakat biz, köylünün buğday yerine arpa ekmesinin bir sebebi olduğunu biliriz. Köylü canı istediği için değil, geçen sene buğday para etmediği için, bu sene daha fazla para eden arpayı ekmiştir.
Şu beyefendi şu yakası kürklü kalın paltoyu keyfi istediği zaman giymiyor. Kış kıyamet oldu mu, nazik bedeni üşümesin diye giyiyor. Bu asker canı istediği için bir kırba su içmiyor. Sabahleyin talime çıkmazdan önce, ekmek yedirsin ve tok tutsun diye, zehir gibi tuzlu bir fasulya çorbası yemiştir. Okkalarla su içse, midesinin yanmasını söndüremiyordur. İşte kör kütük bir sarhoş; şu duvar senin, o duvar benim diye yalpa vurarak, basıyor narayı, basıyor küfürü... Neden? İçimizde en uslu akıllımız da o sar hoş kadar içseydi, aynı dereceye yakın bir maskara olacaktı. Çünkü alkol beynimizi zehirledi mi, ortalıkta hep kan ve yangın görmeye başlarız.
Bu söylediklerimizden ne anlaşılıyor? Şu anlaşılıyor ki; insan birşeyi yaparken, yapmayı. ama istediği için yapmıyor. İstemeye mecbur olduğu için istiyor. İstemesinin belirli bir sebebi vardır. İnsan birşeyi istediği zaman, aynı zamanda istemiye de bilir mi? İstemiyebilir, ama yine de yapar. İşçi uykusuz kalmak istemez, ama erken kalkmasa olmaz. Köylü bu sene istiyorum da onun için arpa ekiyorum, sanır. Halbuki buhrana tutulan dünyada, buğdayın kilosu iki paraya düşer. Herkes fenalıklar önünde işi sarhoşluğa vurur; mesela fazla bira içer. Onun için, bira yapmıya yarıyan arpanın fiyatı yükselir. Köylü de daha fazla para eden arpayı ekmek İSTER. Ekmemek te isteyebilir miydi? Yani, köylünün DİLEĞİ sebepsiz, endetermine olabilir mi? Hayır. Köylü aklını kaçırmadıkça, durduğu yerde arpa ekmemezlik edemez. İşçi kapitalist toplum içinde kaldıkça, çok erken kalkmaktan ve yatsıya kadar çabalamaktan kurtulamaz. İnsana birşeyi isteten sebepler, demek iki türlüdür:
1- İÇ SEBEPLER: İnsan tuzlu yerse çok su içer, alkol içerse saçmalar.
2- DIŞ SEBEP LER:
a) Ya doğa (kışın kalın giyinilir),
b) Yahut toplum (işçi aç kalmamak için uykusuz kalır)... sebepleriyle birşeyi ister veya istemez.
II- Toplum : Toplum bir insan kümesidir. Toplumda birçok şeyler olup bitiyor. Acaba neden? Toplumda olup bitenler, doğa olayları gibi birtakım BELİRLİ sebeplerle mi, yoksa ortada hiçbir belirli sebep olmaksızın mı meydana geliyor? Eğer belirli sebepler varsa, bunların insanla ilgisi var mı, yok mu?
Kapitalist bilimine sorarsanız, toplum içinde olup bitenler hiçbir zaman, yağmur yağması, güneş tutulması gibi belirli sebep lerden ileri gelmez. Toplum olayları belirliksizdirler (gayrı muayyendirler). Adeta bizim kavrıyamadığımız bir amaçla, gelişigüzel olurlar. Toplumda olup bitenlerin insanın dileği ve ni yeti ile bir ilgisi yoktur. Çünkü insan, toplumu istediği zaman, istediği gibi değiştiremez, istediği yere götüremez, ve ilh...
İşçi sınıfının bilimine göre mesele bambaşkadır.
a- İlkönce: Toplumda olan bitenler, sebebi belli olmayan, gelişigüzel olaylar değildirler. Toplum olayları da doğada olan bitenler gibi, BELİRLİ birtakım yasalara bağlanır. Mesela; bir memlekette kapitalist düzen başladı mı, orada küçük tezgahlar yerlerini büyük fabrikalara bırakırlar. Eski esnaf ve orta halli ailelerin çoğu o fabrikaların işçisi haline gelir. İşçi sınıfı günden güne çoğaldıkça, kapitalistlerin sermayeleri çoğalır, fakat sayıları azalır. Sınıf mücadelesi büyür. İşçi sınıfı içinde Marksist fikirler yayılır; Sosyalist Parti diye, o zamana kadar görülmemiş bir parti ortaya çıkar. Nihayet sosyalist devrim başlar. Ve ilh... Bu gidiş, toplumun yürüyüş yasasıdır. Yine mesela, nerede kapitalist üretim varsa, orada her 5-10 senede bir, bir ekonomik bunalım patlar. Ve her bunalımın arkasından muhakkak savaşlar gelir çatar. Kapitalizmin ileri olduğu devirde, savaşlar, devrimleri peşlerinden sürüklerler. Doğada yağmur ve güneş tutulması nasılsa, tıpkı öylece, toplumda da orta sınıf halkın proleterleşmesi, bunalım, savaş, devrim olması birtakım BELİRLİ YASALARA göre olup biter.
b- Sonra: Toplumsal olayların hep belirli sebep ve yasalara göre açıldığı besbelli. Fakat bu kanunlarla insanın ilişkisi nedir? Burjuva felsefesine göre toplum, MUTLAK SURETTE insanın karışmadığı bir gidiş tutar. Sosyal olaylar üstünde insanın hiçbir etkisi yoktur. Bunun için, Türk burjuvazisinin biricik alimi Ziya Gökalp için, işçi ve köylüler:
"Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım!" demelidirler. Çünkü insan gözünü ne kadar açarsa açsın, toplumun gidişini değiştiremez.
Bu görüş, hiçbir şeyin değişmesini istemiyen egemen kapitalist sınıfının uyuşturucu macunudur. İşçiler bu masalı yutmazlar. Halk kendi deneyimiyle bilir ki, insan çalışırken herşeyi; doğayı, toplumu ve hatta kendi kendisini bile değiştirir. Toplum madem ki insan kümesidir, bu kümenin içinde olan bitenler elbette insanların aralarında, şu halde insan kuvvetinin ve insan dileğinin etkisi ile olur biter. Her toplumda bu böyledir. Toplumda insan kuvvetinden başka ve üstün bir kuvvet egemen değildir. Yalnız, insanın bütün toplum üstündeki etkisi mutlak (şartsız ve kayıtsız) değil, izafi (şartlı şurtlu) dur. Yani bir insanın toplum üzerine yaptığı etki, o toplumun biçimine bağlıdır. Toplum değiştikçe, insanın etkisi de değişir. İki çeşit toplumu ele alarak görelim.
a- Sınıflı Toplum : İnsanların bir "çalıştıran", bir de "çalışanlar" diye ikiye bölündüğü kapitalist toplumu sınıflı bir top lumdur. Kapitalist toplumda da olan bitenler hep insanın yaptığıdır. Fakat insan istediğini yapamaz. Hatta bazen yapmak istediğinin aksini yapar. Bir işçi bir otomobili yapar. Otomobil insanın binip gezeceği bir alet olduğu halde, işçi istediği zaman otomobile binip gezemez. Bunun gibi, iş aramaya çıkan bir işçi işgücünü 10 lira ücretle satmaya niyetlenir. Bir işveren de 6 lira ücretli bir işgücü satınalmak ister. İşçi ile patron iş pazarında karşılaşırlar: Biri 10, öteki 6 liradan kapı açarlar. Neticede ücretin 8 lira olmasında karar kılınır. Yani, iki insan birbirlerinden başka şey istiyorlar, yüzyüze gelince ne birinin, ne ötekinin dediği olmuyor. O gün toplumda bir işçinin ortalama ücreti ne ise o oluyor. Adeta bireylerin değil, toplumun dediği oluyor. Köylü buğdayını kilosu 80 kuruştan satmayı düşünür; pazarda buğday 50 kuruştan fazla etmez. Vergisi ve borcunu ödemek zorunda olan köylü, ister istemez 50'ye razı olur. 1914'de Rus Çarlığı ve Rus kapitalistleri, Almanları ezmek ve çapullarını arttırmak için Cihan Harbine girdiler. Zafer bekliyorlardı. Halbuki neticede, zafer şöyle dursun, yenilmekle de kalmadılar; Çarlık tepesi üstü gitti, kapitalizm devrildi. Bolşevik devrimi patladı.
İşte sınıflı toplumda daima böyle: EVDEKİ PAZAR ÇARŞIYA UYMAZ. Fakat bu demek midir ki, sınıflı toplumda olan bitenlerin insanla sıkı bir ilişkisi yoktur? Hayır, savaşan insanlardır. Kapitali yenip sosyalizmi, zafere kavuşturan gene insanlardır. Yalnız, istedikleri sonucu yüzde yüz elde edemezler. Neden? Çünkü, sınıflı toplumda çıkarları başka başka ve birbirine zıt, ayrı sınıflar var. Her sınıf başka şey istiyor. Onun için, hiçbir sınıfın tam istediği olmuyor. Buna bir örnek: Bir arabayı iki insan tutup ileriye doğru sürüklemek isteseler, araba doğru ileriye gider. Fakat giderken, iki insandan birisi arabayı ileriye, ötekisi sağ tarafa sürüklemek isteseler; araba ne tam ileriye, ne de tam sağa değil, ikisi ortası bir istikamette yol alır. Onun gibi, kapitalist toplumunu bir arabaya benzetirsek; işçi sınıfı toplumu ileriye, kapitalist sınıfı da sağa doğru götürmekte çıkarlıdır. Onun için, toplum ne tam ileri, ne tam sağa gitmez.
b- Sınıfsız Toplum : da iş bambaşkadır. Mesela sosyalizmde sınıf farkı yok. Her insan hür bir toplumun çalışkan bir bireyidir. Kimsenin çıkarı kimseye zıt değil. Çünkü kimse kimseyi ezmez ve soymaz. Şu halde, herkesin çıkarı ve dolayısıyle dileği birdir. Bir kısım insanlar ileri gitmek isterken, ötekiler sağa sapıtmak isteyemez. Çünkü, başka ve ayrı çıkarları yok. Arabayı bir insan öne, ötekisi sağa çekmiyor; ikisi de öne doğru çekiyor... Onun için araba tam öne doğru gider. Yani sınıfsız toplumda insanın ve bireyin dileği, bütün toplumun dileğinden farksızdır. İnsanlar toplumu nereye götürmek isterlerse (toplumu nereye götürmekten çıkarlı iseler), toplum da oraya doğru gider. Sınıfsız sosyalist toplumda, insanlar, "SOSYAL YASALAR" denilen birtakım kör kuvvetlere zorla boyun eğmezler. Kapitalist toplumda toplum insanlara egemendir. Sosyalizmde, insanlar topluma (kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre) egemendirler.
ÖZET:
1- İNSAN; keyfince değil, BELİRLİ sebeplerle diler veya dilemez.
SEBEPLER:
a) İÇ (Fizyolojik) sebepler;
b) DIŞ sebepler:
i- Doğa,
ii- Toplum...
2- TOPLUM; olaylarında DETERMİNİZM vardır: SOSYAL YASA.
3- İNSAN DİLEĞİ İLE TOPLUMSAL OLAYLAR'ın bağlılığı vardır ve şöyledir:
a) Sınıflı Toplumda: İnsan dilekleri çarpışıyor. Olan bitenler herkesin istediği gibi olmaz. Bazen dilenenin zıddı da olur: TOPLUM İNSANA EGEMEN.
b) Sınıfsız Toplumda: İnsan dilekleri birbirini tutar. Sosyal dilekle birey dilekleri birbirinin aynıdır. İNSAN TOPLUMA EGEMEN.
Hikmet Kıvılcımlı
İşveren Bilimi bazen der ki: "Pekala... Haydi doğa olaylarında olan biten şeyleri birtakım sebepler ve yasalarla izah edelim. Fakat, insan ile insan topluluğu olan toplumda da herşey sebeple olmaz ya! İnsan akıllı bir hayvandır. Canı isterse birşey yapar, dilerse yapmaz, ve ilh... Demek ki insan ve toplumda olan bitenler, birtakım maksat ve gayelere göre olur. İnsan dilediğinde hürdür."
İşte insan dilediğini yapar, istediğini yapmaz... Toplum bir amaca göre yürür demek, olan bitende belirli sebepler yok, demektir. Buna "ENDETERMİNİZM" (Gayrı muayyeniyetçilik: Belirsizcilik) denir. Kapitalist bilim endeterministtir. Bizim işçi sınıfı bilimimiz "DETERMİNİST" (Muayyeniyetçi: Belirlilikçi) dir. Çünkü doğada olduğu gibi, insanda ve toplumda da bütün olan bitenler hep bir sebepten ileri gelir. Bunu anlamak için iki örnek alalım:
I- İnsan : Bir işçi sabah erkenden kalkar, acele giyinir, dışarıya fırlar. Amacı fabrikaya gitmektir. Kapitalist bilimine kalırsa, bu işçi canı istediği için böyle erken kalkıp fabrikaya gider. Dilerse gitmeyebilirdi. Halbuki biz biliyoruz: İşçi fabrikaya gitmek için gitmiyor. Karnını ve çoluk çocuğunu doyurmak için çalışmaya mecburdur. İnsan bir iş yaparken bir alet kullanır. Kapitalist toplumda iş aleti MAKİNE'dir. İşçilerin bir makine satınalacak parası yoktur. Şu halde, makine kimde ise ona başvuracaktır. Makine fabrikadadır. Fabrika ise kapitalistin malıdır. İşçi kapitaliste başvurur. Kapitalist rakiplerini yenmek için, işçiyi sabah namazından yatsıya kadar çalıştırmayı şart koşar. İşçi isterse bu şartı kabul etmiyebilir mi? Açlıktan ölmeye razı ise, evet... Fakat kimse aç ölmek istemez. Onun için işçi de sabah namazından kalkıp fabrikaya koşar. Koşmayı istemesinin SEBEBİ açlıktır.
Bir köylü tarlacağına isterse buğday, yahut arpa veya pancar eker. Acaba köylü böylece istediğini sırf istediği için mi eker? Kapitalist bilimine sorarsak, köylü iradesinde (dileğinde) hürdür, istemediğini ekmez. Fakat biz, köylünün buğday yerine arpa ekmesinin bir sebebi olduğunu biliriz. Köylü canı istediği için değil, geçen sene buğday para etmediği için, bu sene daha fazla para eden arpayı ekmiştir.
Şu beyefendi şu yakası kürklü kalın paltoyu keyfi istediği zaman giymiyor. Kış kıyamet oldu mu, nazik bedeni üşümesin diye giyiyor. Bu asker canı istediği için bir kırba su içmiyor. Sabahleyin talime çıkmazdan önce, ekmek yedirsin ve tok tutsun diye, zehir gibi tuzlu bir fasulya çorbası yemiştir. Okkalarla su içse, midesinin yanmasını söndüremiyordur. İşte kör kütük bir sarhoş; şu duvar senin, o duvar benim diye yalpa vurarak, basıyor narayı, basıyor küfürü... Neden? İçimizde en uslu akıllımız da o sar hoş kadar içseydi, aynı dereceye yakın bir maskara olacaktı. Çünkü alkol beynimizi zehirledi mi, ortalıkta hep kan ve yangın görmeye başlarız.
Bu söylediklerimizden ne anlaşılıyor? Şu anlaşılıyor ki; insan birşeyi yaparken, yapmayı. ama istediği için yapmıyor. İstemeye mecbur olduğu için istiyor. İstemesinin belirli bir sebebi vardır. İnsan birşeyi istediği zaman, aynı zamanda istemiye de bilir mi? İstemiyebilir, ama yine de yapar. İşçi uykusuz kalmak istemez, ama erken kalkmasa olmaz. Köylü bu sene istiyorum da onun için arpa ekiyorum, sanır. Halbuki buhrana tutulan dünyada, buğdayın kilosu iki paraya düşer. Herkes fenalıklar önünde işi sarhoşluğa vurur; mesela fazla bira içer. Onun için, bira yapmıya yarıyan arpanın fiyatı yükselir. Köylü de daha fazla para eden arpayı ekmek İSTER. Ekmemek te isteyebilir miydi? Yani, köylünün DİLEĞİ sebepsiz, endetermine olabilir mi? Hayır. Köylü aklını kaçırmadıkça, durduğu yerde arpa ekmemezlik edemez. İşçi kapitalist toplum içinde kaldıkça, çok erken kalkmaktan ve yatsıya kadar çabalamaktan kurtulamaz. İnsana birşeyi isteten sebepler, demek iki türlüdür:
1- İÇ SEBEPLER: İnsan tuzlu yerse çok su içer, alkol içerse saçmalar.
2- DIŞ SEBEP LER:
a) Ya doğa (kışın kalın giyinilir),
b) Yahut toplum (işçi aç kalmamak için uykusuz kalır)... sebepleriyle birşeyi ister veya istemez.
II- Toplum : Toplum bir insan kümesidir. Toplumda birçok şeyler olup bitiyor. Acaba neden? Toplumda olup bitenler, doğa olayları gibi birtakım BELİRLİ sebeplerle mi, yoksa ortada hiçbir belirli sebep olmaksızın mı meydana geliyor? Eğer belirli sebepler varsa, bunların insanla ilgisi var mı, yok mu?
Kapitalist bilimine sorarsanız, toplum içinde olup bitenler hiçbir zaman, yağmur yağması, güneş tutulması gibi belirli sebep lerden ileri gelmez. Toplum olayları belirliksizdirler (gayrı muayyendirler). Adeta bizim kavrıyamadığımız bir amaçla, gelişigüzel olurlar. Toplumda olup bitenlerin insanın dileği ve ni yeti ile bir ilgisi yoktur. Çünkü insan, toplumu istediği zaman, istediği gibi değiştiremez, istediği yere götüremez, ve ilh...
İşçi sınıfının bilimine göre mesele bambaşkadır.
a- İlkönce: Toplumda olan bitenler, sebebi belli olmayan, gelişigüzel olaylar değildirler. Toplum olayları da doğada olan bitenler gibi, BELİRLİ birtakım yasalara bağlanır. Mesela; bir memlekette kapitalist düzen başladı mı, orada küçük tezgahlar yerlerini büyük fabrikalara bırakırlar. Eski esnaf ve orta halli ailelerin çoğu o fabrikaların işçisi haline gelir. İşçi sınıfı günden güne çoğaldıkça, kapitalistlerin sermayeleri çoğalır, fakat sayıları azalır. Sınıf mücadelesi büyür. İşçi sınıfı içinde Marksist fikirler yayılır; Sosyalist Parti diye, o zamana kadar görülmemiş bir parti ortaya çıkar. Nihayet sosyalist devrim başlar. Ve ilh... Bu gidiş, toplumun yürüyüş yasasıdır. Yine mesela, nerede kapitalist üretim varsa, orada her 5-10 senede bir, bir ekonomik bunalım patlar. Ve her bunalımın arkasından muhakkak savaşlar gelir çatar. Kapitalizmin ileri olduğu devirde, savaşlar, devrimleri peşlerinden sürüklerler. Doğada yağmur ve güneş tutulması nasılsa, tıpkı öylece, toplumda da orta sınıf halkın proleterleşmesi, bunalım, savaş, devrim olması birtakım BELİRLİ YASALARA göre olup biter.
b- Sonra: Toplumsal olayların hep belirli sebep ve yasalara göre açıldığı besbelli. Fakat bu kanunlarla insanın ilişkisi nedir? Burjuva felsefesine göre toplum, MUTLAK SURETTE insanın karışmadığı bir gidiş tutar. Sosyal olaylar üstünde insanın hiçbir etkisi yoktur. Bunun için, Türk burjuvazisinin biricik alimi Ziya Gökalp için, işçi ve köylüler:
"Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım!" demelidirler. Çünkü insan gözünü ne kadar açarsa açsın, toplumun gidişini değiştiremez.
Bu görüş, hiçbir şeyin değişmesini istemiyen egemen kapitalist sınıfının uyuşturucu macunudur. İşçiler bu masalı yutmazlar. Halk kendi deneyimiyle bilir ki, insan çalışırken herşeyi; doğayı, toplumu ve hatta kendi kendisini bile değiştirir. Toplum madem ki insan kümesidir, bu kümenin içinde olan bitenler elbette insanların aralarında, şu halde insan kuvvetinin ve insan dileğinin etkisi ile olur biter. Her toplumda bu böyledir. Toplumda insan kuvvetinden başka ve üstün bir kuvvet egemen değildir. Yalnız, insanın bütün toplum üstündeki etkisi mutlak (şartsız ve kayıtsız) değil, izafi (şartlı şurtlu) dur. Yani bir insanın toplum üzerine yaptığı etki, o toplumun biçimine bağlıdır. Toplum değiştikçe, insanın etkisi de değişir. İki çeşit toplumu ele alarak görelim.
a- Sınıflı Toplum : İnsanların bir "çalıştıran", bir de "çalışanlar" diye ikiye bölündüğü kapitalist toplumu sınıflı bir top lumdur. Kapitalist toplumda da olan bitenler hep insanın yaptığıdır. Fakat insan istediğini yapamaz. Hatta bazen yapmak istediğinin aksini yapar. Bir işçi bir otomobili yapar. Otomobil insanın binip gezeceği bir alet olduğu halde, işçi istediği zaman otomobile binip gezemez. Bunun gibi, iş aramaya çıkan bir işçi işgücünü 10 lira ücretle satmaya niyetlenir. Bir işveren de 6 lira ücretli bir işgücü satınalmak ister. İşçi ile patron iş pazarında karşılaşırlar: Biri 10, öteki 6 liradan kapı açarlar. Neticede ücretin 8 lira olmasında karar kılınır. Yani, iki insan birbirlerinden başka şey istiyorlar, yüzyüze gelince ne birinin, ne ötekinin dediği olmuyor. O gün toplumda bir işçinin ortalama ücreti ne ise o oluyor. Adeta bireylerin değil, toplumun dediği oluyor. Köylü buğdayını kilosu 80 kuruştan satmayı düşünür; pazarda buğday 50 kuruştan fazla etmez. Vergisi ve borcunu ödemek zorunda olan köylü, ister istemez 50'ye razı olur. 1914'de Rus Çarlığı ve Rus kapitalistleri, Almanları ezmek ve çapullarını arttırmak için Cihan Harbine girdiler. Zafer bekliyorlardı. Halbuki neticede, zafer şöyle dursun, yenilmekle de kalmadılar; Çarlık tepesi üstü gitti, kapitalizm devrildi. Bolşevik devrimi patladı.
İşte sınıflı toplumda daima böyle: EVDEKİ PAZAR ÇARŞIYA UYMAZ. Fakat bu demek midir ki, sınıflı toplumda olan bitenlerin insanla sıkı bir ilişkisi yoktur? Hayır, savaşan insanlardır. Kapitali yenip sosyalizmi, zafere kavuşturan gene insanlardır. Yalnız, istedikleri sonucu yüzde yüz elde edemezler. Neden? Çünkü, sınıflı toplumda çıkarları başka başka ve birbirine zıt, ayrı sınıflar var. Her sınıf başka şey istiyor. Onun için, hiçbir sınıfın tam istediği olmuyor. Buna bir örnek: Bir arabayı iki insan tutup ileriye doğru sürüklemek isteseler, araba doğru ileriye gider. Fakat giderken, iki insandan birisi arabayı ileriye, ötekisi sağ tarafa sürüklemek isteseler; araba ne tam ileriye, ne de tam sağa değil, ikisi ortası bir istikamette yol alır. Onun gibi, kapitalist toplumunu bir arabaya benzetirsek; işçi sınıfı toplumu ileriye, kapitalist sınıfı da sağa doğru götürmekte çıkarlıdır. Onun için, toplum ne tam ileri, ne tam sağa gitmez.
b- Sınıfsız Toplum : da iş bambaşkadır. Mesela sosyalizmde sınıf farkı yok. Her insan hür bir toplumun çalışkan bir bireyidir. Kimsenin çıkarı kimseye zıt değil. Çünkü kimse kimseyi ezmez ve soymaz. Şu halde, herkesin çıkarı ve dolayısıyle dileği birdir. Bir kısım insanlar ileri gitmek isterken, ötekiler sağa sapıtmak isteyemez. Çünkü, başka ve ayrı çıkarları yok. Arabayı bir insan öne, ötekisi sağa çekmiyor; ikisi de öne doğru çekiyor... Onun için araba tam öne doğru gider. Yani sınıfsız toplumda insanın ve bireyin dileği, bütün toplumun dileğinden farksızdır. İnsanlar toplumu nereye götürmek isterlerse (toplumu nereye götürmekten çıkarlı iseler), toplum da oraya doğru gider. Sınıfsız sosyalist toplumda, insanlar, "SOSYAL YASALAR" denilen birtakım kör kuvvetlere zorla boyun eğmezler. Kapitalist toplumda toplum insanlara egemendir. Sosyalizmde, insanlar topluma (kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre) egemendirler.
ÖZET:
1- İNSAN; keyfince değil, BELİRLİ sebeplerle diler veya dilemez.
SEBEPLER:
a) İÇ (Fizyolojik) sebepler;
b) DIŞ sebepler:
i- Doğa,
ii- Toplum...
2- TOPLUM; olaylarında DETERMİNİZM vardır: SOSYAL YASA.
3- İNSAN DİLEĞİ İLE TOPLUMSAL OLAYLAR'ın bağlılığı vardır ve şöyledir:
a) Sınıflı Toplumda: İnsan dilekleri çarpışıyor. Olan bitenler herkesin istediği gibi olmaz. Bazen dilenenin zıddı da olur: TOPLUM İNSANA EGEMEN.
b) Sınıfsız Toplumda: İnsan dilekleri birbirini tutar. Sosyal dilekle birey dilekleri birbirinin aynıdır. İNSAN TOPLUMA EGEMEN.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
İkinci Bölüm
Değiştirme
"İzah", yani açıklama alanında aydınlanan bütün kördüğümler, çözümlenmek için aydınlatılmışlardır. Çözümlenecek ve değiştirilecek başlıca düşünce düğümlerini iki grupta özetleyebiliriz:
1- GENEL KAVRAMLAR'ın çözümü,
2- Özellikle DİN KAVRAMI ve TOPLUM KAVRAMI'nın çözümlenişi...
A- Genel Kavramlar
Her gün her işçinin, her köylünün, her aydının diline dolanan, ayağına takılan bir sürü söz ilmekleri, kavram kördüğümleri vardır. Tesadüf, kaza, talih, kader, hürriyet, irade'i cüzziye, irade'i külliye, inkılapçılık (devrimcilik) ve ilh., ve ilh...
Bu sürü sürü lakırdı pelesenkleri, çoğu birbirine karışır. Dil ve ayak dolaşıklıkları ile insanın başını döndürür, ayaklarını sakarlaştırırlar. Onlardan birkaçını olsun sırayla ele alalım.
1- Tesadüf ve Talih
Toplumda bazen öyle şeyler olur ki, insan onlarda bir sebep göremez. O zaman bu şeylere hep tesadüf, kaza, talih, kader ve ilh. deriz. Acaba bu şeyler sebepsiz midirler? Örnekler:
a- Tesadüf ve Kaza: Tütün işçilerinden biri tesadüfen tramvaydan atlar, arkadan gelen bir otomobilin altına düşer ölür: KAZA!.. Önce; işçi niçin tramvaydan tesadüfen atlıyor? Çünkü, tramvay parası vermeden arabaya binmişti. Kondüktörü görünce acele, tramvay durmadan yere atladı... Sonra, niçin kazaen otonun altında kaldı? Çünkü, halktan istediği yol parasını alan Belediye, otomobiller için ayrı yol yapmamış. Mevcut yolu da tramvay rayları kaplamış. Otomobiller ancak tramvay arkasında dümen kırabiliyor. Söylediğimiz sebeple: kendini tramvaydan aşağı atan işçi ile yola çıkmak istiyen şoförün birbirlerinden haberi olmadığı için, kaza oldu: KADER!.. Demek ki kazanın da, tesadüfün de oluşu SEBEPSİZ değil. İki taraftan gelen iki sebep zinciri tokuşuyor. Tokuşmaması imkanı yok. Fakat şöförle işçi, zincirlerden yalnız birini gördükleri için, olanı (tokuşturmayı); bir tesadüf sayıyorlar. Demek tesadüf, sebeplerini TAM olarak bilmediğimiz şeylerdir.
b- Talih ve Kader: Elimdeki zarı atıyorum; düşeş geliyor. Görenler "şansın var" diyorlar. Çünkü insan istediği zaman düşeş getiremez. Ama öyle kumarbazlar var ki, hemen istedikleri zaman düşeş getiriyorlar. O zaman buna "TALİH" demiyoruz, "HİLE" diyoruz. Zarı niçin herkes düşeş getiremiyor? Çünkü herkesin elinden gelmiyor. "Zar" daki tesadüf ve talih, zarı istediğimiz gibi atamadığımızdan, kaçıyor. Elimize bir kurşun alıp bir kuşa atsak, kuşun vurulması bir talih ve tesadüf gibi olur. Fakat kurşunu silahla atarsak, artık kuşu vurmak için şanslı olmamız değil, iyi nişan almayı bilmemiz lazımdır. Demek insanın mücadele vasıtaları mükemmelleştikçe, talih ve tesadüf de "torbada keklik" oluyor. Talih ve tesadüf: YA BİLMEMEK, YAHUT TA BİLEMEMEKTİR.
Yalnız burada bir şey var: Acaba toplumda TALİHLİ dediğimiz "işi rast gidenler", hep BİLGİÇ ve BECERİKLİ insanlar mıdır? Elbette hayır. Bugün sınıflı kapitalist toplumdayız. Kapitalizmde insan "ağzıyla kuş tutsa", gene de yüzü gülmiyebilir. Bunun iki sebebi var:
1- Kapitalizm "ARZ VE TALEP" (Sunmak ve istemek) kanunu denilen kör kuvvetle yürür. Köylü, dünyanın en güzel tütününü yetiştirecek kadar becerikli de olsa, gene bahtı karadır: Tütünü BUHRAN yüzünden, yahut şirketlerin TEKELCİLİĞİ yüzünden pazarda para etmiyebilir.
2- Kapitalizmde herşey gibi, BİLGİ DE EGEMEN SINIFLARIN MALIDIR. İşçinin zihni ne kadar açık, ne kadar zeki olursa olsun, doğru dürüst bir öğrenim görecek parası yoktur. Olsa bile, öğreneceği şeyler, biraz fabrikada daha iyi çalışmasına yarar ilimlerden sonra bir sürü BURJUVA masalları ve martavallarıdır... İşçi istediğini öğrenemez.
Bu iki sebep yüzünden kapitalizmde: Kaza, kader, kısmet, baht denilen haller görülür. Ve kapitalizm kalkmadıkça bunlar da kalkmaz.
2- Hürriyet ve Serbestlik
İnsanın her yaptığı, birtakım iç ve dış sebeplerden gelir. Toplumda herşey belirli kanunlarla olur, diyoruz. Şu halde, insan birtakım sebep ve kanunların elinde esirdir. Ya şu "HÜRRİYET" dediğimiz şey nedir?
Burjuvazi için hürriyet PUT'tur. Ve insanlar, ne olduğunu bilmedikleri halde bu puta tapmağa mecburdurlar. Mesela, Türk "TEŞKİLAT"I ESASİYE KANUNU" (Anayasası): "Her Türk hür doğar, hür yaşar" der. Ama bu hürriyet kanunla şartlı şurtludur. Mesela Seçim Kanunu'na göre, 21 yaşını bitiren her vatandaş istediği milletvekili adayına oy verebilir. Ama, seçim sandığı başına polis, jandarma ve para ile tutulmuş sivil elisopalılar dikilir. Sandığın anahtarı, hakim kuvvetler memurlarının elindedir. Sen istediğine oy veremezsin; versen bile, neticede gene hakim sınıflar kazanacaktır.
Gene mesela; her vatandaş ortaokulda okumakta HÜR ve SERBEST'tir. 9.10.1932 tarihli "Son Posta"da okuyoruz; yatılı öğrenci olmak için, "İmtihanlara memleketin muhtelif yerlerinde 2299 öğrenci girmiş, 123 öğrenci başarılı olmuştur". Yani 2176 öğrenci açıkta kalmış. Demek, istedikleri kadar hür olsunlar, fakir köylü ile işçi çocukları orta tahsil görecek masrafa dayanamaz, cahil kalırlar.
İşçi Sınıfı Bilimi için de hürriyet vardır. Ama bu hürriyet ne bir puttur, ne de hakim sınıfın kuklası... Bizde hürriyet: "ZORUNLULUKLARI BİLİNCE ÇIKARMAK", yani bir şeyin kaçınılmaz olduğunu kavramaktır. Mesela bir işçi, sınıfının kurtuluşu için, devrim denilen bir savaş lazım, sınıf savaşını idare etmek için de, başta Sosyalist Parti gibi bir Genelkurmay Örgütü lazım diye düşünür de, Sosyalist Partiye girerse, devrimin DEMİR DİSİPLİNİNE seve seve boyun eğer. Fakat aynı işçi, burjuva ordusunda, kapitalistlerin halkı ve yabancı rakiplerini ezmek için zart zurta uğradığı zaman, işin içyüzünü anladı mı, asker disiplininin esirlikten beş beter olduğunu duyar. Cuma günü karanlık bir evde toplantı "olacaksa", kırda gezeceğime oraya giderim. Fakat, toplantı zorunluluğu olmadan, polis beni o gün karanlık bir yere kapatırsa: hürriyetim elden gitmiştir, esirim.
Sınıflı toplumda mahkum sınıf daima esirdir. Kapitalist top-lumda herkes kör kanunların kölesidir. Ve hürriyet laftır. Ancak sosyalist toplumda insan bütün doğal ve sosyal zorunlulukları kavrar, topluma egemen olur, hür ve serbest olabilir.
3- Devrimcilik ve Mukadderatçılık
Bir burjuva çıkıp ta bize diyebilir ki: "Yahu! Siz sosyalistler, hem herşeyde amaç yok, sebep var; toplum herkesin istediği gibi gitmez, kendi kanunları ile yürür, diyorsunuz; hem de, öte taraftan Parti kuruyorsunuz, amacınız sosyalistliktir. Bu AMAÇ için işkence çekiyor, sürülüyor, öldürülüyorsunuz da, gene de AMAÇ uğrundan geri dönmüyorsunuz. O ne perhiz, bu lahana turşusu ne? Bir taraftan amaç yok dersiniz, öbür taraftan bir amaç için can verirsiniz. Devrim olacak diyorsunuz. Pekala, bırakın olsun. Toplumun kanunlarını siz yapacak değilsiniz a... Eğer toplumda bir devrim olacaksa, olur. Siz beyhude telef olmuyor musunuz? Ve ilh.. ve ilh..."
Bu kapitalist mantığı, küçükburjuva nemelazımcılığıdır. Bunun adına MUKADDERATÇILIK derler. Biz bu mukadderatçılara karşı kendi DEVRİMCİ görüşümüzü koruz. Devrimci görüş şudur:
1- Olaylarda amaç yok sebep vardır. Sebepler zincirlenerek kanun olurlar. Bir şeyin kanununu açığa vurduk mu, o şeyin nereye gideceğini de kestiririz. Buna bilimde; ÖNCEDEN GÖRÜŞ derler. İşte insanlar için, AMAÇ "teorice" yoktur, fakat "pratikçe" amaç denilen şey, önceden görmektir.
Yıldırım fabrikanın bacasına düşer. Bunu önceden görünce, elimizi kolumuzu bağlamayız. Bacayı yıldırımdan korumayı amaç biliriz, bir paratoner kurmak için uğraşırız. Kapitalizm ister istemez sosyalist devrime gidecek; bunu önceden gören işçi sınıfı, kendi devrimini bir amaç edinir. Burjuva toplumunun kör dövüşünden, zulmünden yüreği yanmış ne kadar sınıf, zümre ve insan varsa, hepsi de sosyalizmi önceden görmekte çıkarlı olur; bu görenlerin veya hissedenlerin en namuslu ve yiğit olanları sosyalizmi amaç edinir.
Önceden görmek, doğa olaylarında rakamına kadar hesaplanır. Gelecek sene hangi ay, gün ve saatte güneşin tutulacağını biliriz. Topluma gelince, mesele gene ikileşir:
a) Sınıflı Toplumda; işin olacağı kestirilir, ama rakamı rakamına değil... Mesela, Evren Savaşından önce Lenin ilk devrimin herhalde Rusya'da kopacağını söyledi. Bolşeviklerin hepsi bunu amaç bildiler. Fakat Bolşevik Devriminin 1917 senesi 7 Kasımının sabahında kopacağını kimse kestiremedi.
b) Sınıfsız Toplumda; ise, herşey hemen rakamı rakamına önceden kestirilir. Herşey gelişigüzel değil, bir planla yapılır. Mesela Sovyetler Birliği henüz sınıfsız bir toplum haline gelmediği halde, yapılan 5 yıllık planlarla, her sene; buğday mahsulünün, ücretlerin, traktör üretiminin ne kadar artacağını beş aşağı, on yukarı kestirir. Halbuki, 1929 Haziranında Amerika Cumhurbaşkanı fabrikaların iki misli iş göreceğini söyledi; Kasımda fabrikaların yarısı işlemez oldu. Bununla beraber, sosyalistler bunalımı da ÖNCEDEN haber vermişlerdi.
Demek önceden görmek, örgütlü ve sınıfsız toplumda; ayın, güneşin tutulması kadar hesaplıca; sınıflı ve plansız toplumda ise, oldukça tahminidir, ama gene vardır.
2- Madem ki hiçbir olay bir amaç için olmadığı halde olayların yasasını önceden görürsek ona göre pratikte bir amaç edinmek mümkündür, o amaç için çarpışmak ta elbet kaçınılmaz olur. Sosyalist Devrim ergeç olacak, ama bu devrimi maymunlar yahut makineler yapmıyacak, insanlar yapacak. Bize; "Ayın tutulması için bir siyasi parti kuran var mı?" diyorlar. O kadar uzağa gitmiyelim. İnsan doğa yasalarını da zorlar. Asma senede bir defa üzüm verir. Bu doğanın yasasıdır. Fakat insanlar bugün senede iki üç defa üzüm almanın sanatını bulmuşlardır. Beykın (Bacon) adlı İngiliz filozofu: "TABİATA İTAAT ETMEDİKÇE EMREDİLEMEZ" der. Yani, doğanın yasalarına uyarak, doğayı kumanda altına almak mümkündür. Tıpkı bunun gibi, topluma egemen olmak için de, toplumun yasalarına uymak yeter. İşte Sosyalistler toplumun maddi kanununu bulmuşlar ve o kanuna uyarak topluma kumanda etmeyi göze almışlardır. Yağmur yağdırmak, çağlıyan yapmak için nasıl emek sarfediliyorsa, devrim yapxak için de öylece zor, kuvvet, kan ve can sarfetmek kaçınılmazdır. Onun için biz, hain sosyalistler (oportünistler) ve burjuva softaları gibi, mukadderatçı, kaderine küsmüş pısırıklar değiliz; plansız ve soyguncu bir sermaye saltanatını yıkarak, yerine örgütlü ve saat gibi insanın kurup işlettiği sosyalist toplumunu yükseltmek için dövüşen devrimcileriz. Ve hayale değil, maddi kanunlara dayanıyoruz.
Hikmet Kıvılcımlı
Değiştirme
"İzah", yani açıklama alanında aydınlanan bütün kördüğümler, çözümlenmek için aydınlatılmışlardır. Çözümlenecek ve değiştirilecek başlıca düşünce düğümlerini iki grupta özetleyebiliriz:
1- GENEL KAVRAMLAR'ın çözümü,
2- Özellikle DİN KAVRAMI ve TOPLUM KAVRAMI'nın çözümlenişi...
A- Genel Kavramlar
Her gün her işçinin, her köylünün, her aydının diline dolanan, ayağına takılan bir sürü söz ilmekleri, kavram kördüğümleri vardır. Tesadüf, kaza, talih, kader, hürriyet, irade'i cüzziye, irade'i külliye, inkılapçılık (devrimcilik) ve ilh., ve ilh...
Bu sürü sürü lakırdı pelesenkleri, çoğu birbirine karışır. Dil ve ayak dolaşıklıkları ile insanın başını döndürür, ayaklarını sakarlaştırırlar. Onlardan birkaçını olsun sırayla ele alalım.
1- Tesadüf ve Talih
Toplumda bazen öyle şeyler olur ki, insan onlarda bir sebep göremez. O zaman bu şeylere hep tesadüf, kaza, talih, kader ve ilh. deriz. Acaba bu şeyler sebepsiz midirler? Örnekler:
a- Tesadüf ve Kaza: Tütün işçilerinden biri tesadüfen tramvaydan atlar, arkadan gelen bir otomobilin altına düşer ölür: KAZA!.. Önce; işçi niçin tramvaydan tesadüfen atlıyor? Çünkü, tramvay parası vermeden arabaya binmişti. Kondüktörü görünce acele, tramvay durmadan yere atladı... Sonra, niçin kazaen otonun altında kaldı? Çünkü, halktan istediği yol parasını alan Belediye, otomobiller için ayrı yol yapmamış. Mevcut yolu da tramvay rayları kaplamış. Otomobiller ancak tramvay arkasında dümen kırabiliyor. Söylediğimiz sebeple: kendini tramvaydan aşağı atan işçi ile yola çıkmak istiyen şoförün birbirlerinden haberi olmadığı için, kaza oldu: KADER!.. Demek ki kazanın da, tesadüfün de oluşu SEBEPSİZ değil. İki taraftan gelen iki sebep zinciri tokuşuyor. Tokuşmaması imkanı yok. Fakat şöförle işçi, zincirlerden yalnız birini gördükleri için, olanı (tokuşturmayı); bir tesadüf sayıyorlar. Demek tesadüf, sebeplerini TAM olarak bilmediğimiz şeylerdir.
b- Talih ve Kader: Elimdeki zarı atıyorum; düşeş geliyor. Görenler "şansın var" diyorlar. Çünkü insan istediği zaman düşeş getiremez. Ama öyle kumarbazlar var ki, hemen istedikleri zaman düşeş getiriyorlar. O zaman buna "TALİH" demiyoruz, "HİLE" diyoruz. Zarı niçin herkes düşeş getiremiyor? Çünkü herkesin elinden gelmiyor. "Zar" daki tesadüf ve talih, zarı istediğimiz gibi atamadığımızdan, kaçıyor. Elimize bir kurşun alıp bir kuşa atsak, kuşun vurulması bir talih ve tesadüf gibi olur. Fakat kurşunu silahla atarsak, artık kuşu vurmak için şanslı olmamız değil, iyi nişan almayı bilmemiz lazımdır. Demek insanın mücadele vasıtaları mükemmelleştikçe, talih ve tesadüf de "torbada keklik" oluyor. Talih ve tesadüf: YA BİLMEMEK, YAHUT TA BİLEMEMEKTİR.
Yalnız burada bir şey var: Acaba toplumda TALİHLİ dediğimiz "işi rast gidenler", hep BİLGİÇ ve BECERİKLİ insanlar mıdır? Elbette hayır. Bugün sınıflı kapitalist toplumdayız. Kapitalizmde insan "ağzıyla kuş tutsa", gene de yüzü gülmiyebilir. Bunun iki sebebi var:
1- Kapitalizm "ARZ VE TALEP" (Sunmak ve istemek) kanunu denilen kör kuvvetle yürür. Köylü, dünyanın en güzel tütününü yetiştirecek kadar becerikli de olsa, gene bahtı karadır: Tütünü BUHRAN yüzünden, yahut şirketlerin TEKELCİLİĞİ yüzünden pazarda para etmiyebilir.
2- Kapitalizmde herşey gibi, BİLGİ DE EGEMEN SINIFLARIN MALIDIR. İşçinin zihni ne kadar açık, ne kadar zeki olursa olsun, doğru dürüst bir öğrenim görecek parası yoktur. Olsa bile, öğreneceği şeyler, biraz fabrikada daha iyi çalışmasına yarar ilimlerden sonra bir sürü BURJUVA masalları ve martavallarıdır... İşçi istediğini öğrenemez.
Bu iki sebep yüzünden kapitalizmde: Kaza, kader, kısmet, baht denilen haller görülür. Ve kapitalizm kalkmadıkça bunlar da kalkmaz.
2- Hürriyet ve Serbestlik
İnsanın her yaptığı, birtakım iç ve dış sebeplerden gelir. Toplumda herşey belirli kanunlarla olur, diyoruz. Şu halde, insan birtakım sebep ve kanunların elinde esirdir. Ya şu "HÜRRİYET" dediğimiz şey nedir?
Burjuvazi için hürriyet PUT'tur. Ve insanlar, ne olduğunu bilmedikleri halde bu puta tapmağa mecburdurlar. Mesela, Türk "TEŞKİLAT"I ESASİYE KANUNU" (Anayasası): "Her Türk hür doğar, hür yaşar" der. Ama bu hürriyet kanunla şartlı şurtludur. Mesela Seçim Kanunu'na göre, 21 yaşını bitiren her vatandaş istediği milletvekili adayına oy verebilir. Ama, seçim sandığı başına polis, jandarma ve para ile tutulmuş sivil elisopalılar dikilir. Sandığın anahtarı, hakim kuvvetler memurlarının elindedir. Sen istediğine oy veremezsin; versen bile, neticede gene hakim sınıflar kazanacaktır.
Gene mesela; her vatandaş ortaokulda okumakta HÜR ve SERBEST'tir. 9.10.1932 tarihli "Son Posta"da okuyoruz; yatılı öğrenci olmak için, "İmtihanlara memleketin muhtelif yerlerinde 2299 öğrenci girmiş, 123 öğrenci başarılı olmuştur". Yani 2176 öğrenci açıkta kalmış. Demek, istedikleri kadar hür olsunlar, fakir köylü ile işçi çocukları orta tahsil görecek masrafa dayanamaz, cahil kalırlar.
İşçi Sınıfı Bilimi için de hürriyet vardır. Ama bu hürriyet ne bir puttur, ne de hakim sınıfın kuklası... Bizde hürriyet: "ZORUNLULUKLARI BİLİNCE ÇIKARMAK", yani bir şeyin kaçınılmaz olduğunu kavramaktır. Mesela bir işçi, sınıfının kurtuluşu için, devrim denilen bir savaş lazım, sınıf savaşını idare etmek için de, başta Sosyalist Parti gibi bir Genelkurmay Örgütü lazım diye düşünür de, Sosyalist Partiye girerse, devrimin DEMİR DİSİPLİNİNE seve seve boyun eğer. Fakat aynı işçi, burjuva ordusunda, kapitalistlerin halkı ve yabancı rakiplerini ezmek için zart zurta uğradığı zaman, işin içyüzünü anladı mı, asker disiplininin esirlikten beş beter olduğunu duyar. Cuma günü karanlık bir evde toplantı "olacaksa", kırda gezeceğime oraya giderim. Fakat, toplantı zorunluluğu olmadan, polis beni o gün karanlık bir yere kapatırsa: hürriyetim elden gitmiştir, esirim.
Sınıflı toplumda mahkum sınıf daima esirdir. Kapitalist top-lumda herkes kör kanunların kölesidir. Ve hürriyet laftır. Ancak sosyalist toplumda insan bütün doğal ve sosyal zorunlulukları kavrar, topluma egemen olur, hür ve serbest olabilir.
3- Devrimcilik ve Mukadderatçılık
Bir burjuva çıkıp ta bize diyebilir ki: "Yahu! Siz sosyalistler, hem herşeyde amaç yok, sebep var; toplum herkesin istediği gibi gitmez, kendi kanunları ile yürür, diyorsunuz; hem de, öte taraftan Parti kuruyorsunuz, amacınız sosyalistliktir. Bu AMAÇ için işkence çekiyor, sürülüyor, öldürülüyorsunuz da, gene de AMAÇ uğrundan geri dönmüyorsunuz. O ne perhiz, bu lahana turşusu ne? Bir taraftan amaç yok dersiniz, öbür taraftan bir amaç için can verirsiniz. Devrim olacak diyorsunuz. Pekala, bırakın olsun. Toplumun kanunlarını siz yapacak değilsiniz a... Eğer toplumda bir devrim olacaksa, olur. Siz beyhude telef olmuyor musunuz? Ve ilh.. ve ilh..."
Bu kapitalist mantığı, küçükburjuva nemelazımcılığıdır. Bunun adına MUKADDERATÇILIK derler. Biz bu mukadderatçılara karşı kendi DEVRİMCİ görüşümüzü koruz. Devrimci görüş şudur:
1- Olaylarda amaç yok sebep vardır. Sebepler zincirlenerek kanun olurlar. Bir şeyin kanununu açığa vurduk mu, o şeyin nereye gideceğini de kestiririz. Buna bilimde; ÖNCEDEN GÖRÜŞ derler. İşte insanlar için, AMAÇ "teorice" yoktur, fakat "pratikçe" amaç denilen şey, önceden görmektir.
Yıldırım fabrikanın bacasına düşer. Bunu önceden görünce, elimizi kolumuzu bağlamayız. Bacayı yıldırımdan korumayı amaç biliriz, bir paratoner kurmak için uğraşırız. Kapitalizm ister istemez sosyalist devrime gidecek; bunu önceden gören işçi sınıfı, kendi devrimini bir amaç edinir. Burjuva toplumunun kör dövüşünden, zulmünden yüreği yanmış ne kadar sınıf, zümre ve insan varsa, hepsi de sosyalizmi önceden görmekte çıkarlı olur; bu görenlerin veya hissedenlerin en namuslu ve yiğit olanları sosyalizmi amaç edinir.
Önceden görmek, doğa olaylarında rakamına kadar hesaplanır. Gelecek sene hangi ay, gün ve saatte güneşin tutulacağını biliriz. Topluma gelince, mesele gene ikileşir:
a) Sınıflı Toplumda; işin olacağı kestirilir, ama rakamı rakamına değil... Mesela, Evren Savaşından önce Lenin ilk devrimin herhalde Rusya'da kopacağını söyledi. Bolşeviklerin hepsi bunu amaç bildiler. Fakat Bolşevik Devriminin 1917 senesi 7 Kasımının sabahında kopacağını kimse kestiremedi.
b) Sınıfsız Toplumda; ise, herşey hemen rakamı rakamına önceden kestirilir. Herşey gelişigüzel değil, bir planla yapılır. Mesela Sovyetler Birliği henüz sınıfsız bir toplum haline gelmediği halde, yapılan 5 yıllık planlarla, her sene; buğday mahsulünün, ücretlerin, traktör üretiminin ne kadar artacağını beş aşağı, on yukarı kestirir. Halbuki, 1929 Haziranında Amerika Cumhurbaşkanı fabrikaların iki misli iş göreceğini söyledi; Kasımda fabrikaların yarısı işlemez oldu. Bununla beraber, sosyalistler bunalımı da ÖNCEDEN haber vermişlerdi.
Demek önceden görmek, örgütlü ve sınıfsız toplumda; ayın, güneşin tutulması kadar hesaplıca; sınıflı ve plansız toplumda ise, oldukça tahminidir, ama gene vardır.
2- Madem ki hiçbir olay bir amaç için olmadığı halde olayların yasasını önceden görürsek ona göre pratikte bir amaç edinmek mümkündür, o amaç için çarpışmak ta elbet kaçınılmaz olur. Sosyalist Devrim ergeç olacak, ama bu devrimi maymunlar yahut makineler yapmıyacak, insanlar yapacak. Bize; "Ayın tutulması için bir siyasi parti kuran var mı?" diyorlar. O kadar uzağa gitmiyelim. İnsan doğa yasalarını da zorlar. Asma senede bir defa üzüm verir. Bu doğanın yasasıdır. Fakat insanlar bugün senede iki üç defa üzüm almanın sanatını bulmuşlardır. Beykın (Bacon) adlı İngiliz filozofu: "TABİATA İTAAT ETMEDİKÇE EMREDİLEMEZ" der. Yani, doğanın yasalarına uyarak, doğayı kumanda altına almak mümkündür. Tıpkı bunun gibi, topluma egemen olmak için de, toplumun yasalarına uymak yeter. İşte Sosyalistler toplumun maddi kanununu bulmuşlar ve o kanuna uyarak topluma kumanda etmeyi göze almışlardır. Yağmur yağdırmak, çağlıyan yapmak için nasıl emek sarfediliyorsa, devrim yapxak için de öylece zor, kuvvet, kan ve can sarfetmek kaçınılmazdır. Onun için biz, hain sosyalistler (oportünistler) ve burjuva softaları gibi, mukadderatçı, kaderine küsmüş pısırıklar değiliz; plansız ve soyguncu bir sermaye saltanatını yıkarak, yerine örgütlü ve saat gibi insanın kurup işlettiği sosyalist toplumunu yükseltmek için dövüşen devrimcileriz. Ve hayale değil, maddi kanunlara dayanıyoruz.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
B- Din Konusu
İnsan kendi faydası İÇİN bilgilerini artırır. Bilgi araştırmaları ile bilimler uğraşır. Fakat, BİLİM yalnızca bir dizi araştırma üzerine olur:
1) Bütün araştırma ve bilimlerden çıkan sonuçları yöntem haline getirmek,
2) Hiçbir bilmin ayrıca uğraşmadığı meselelere cevap vermek için.. hep birden derleyip toplayıcı ve sistemleştirici olan iki şey var: Din ve Felsefe...
Din ne yapar? İki şey:
1- GENEL MESELELERE CEVAP VERİR: Mesela özvarlık nedir? denince, Din: Doğa ve insan kuvvetlerinin dışında ve üstünde var olan RUH'tur, der. Geri kalan herşey yalan...
2- BİLİM ARAŞTIRMASINA YÖNTEM VERİR: İki örnek alalım:
a) Din: "Herşeyin sebebi ruh (Allah)tır" der. Güneş niçin doğar ve batar? Çünkü Allah yeryüzünü aydınlatmak veya karartmak ister. Yıldızlar geceleyin nasıl meydana çıkar? Akşamüstü binbir melaike, birer zeytinyağı kandiline benziyen fanusları teker teker Cennetten çıkarıp getirir ve gök tavanına çivilerler...
Din bunu söylediği zaman, biz günün, gecenin, yıldızların ne olduğunu anladık mı? Hayır. Anlamak için ne yapmalı? Teleskoplarımızı gökyüzüne çevirip olan biteni gözetlemeli. O zaman anlarız ki gündüz ve gece dünyanın kendi etrafında dönmesindendir. Ve yıldızlar, gece de, gündüz de gökyüzünde vardırlar; yalnız gündüzün bize görünmeyişleri, fazla güneş ışığında gözlerimizin kamaşmasındandır, yoksa Cennete gitmiş olmalarından değil...
b) Din: "Dünyada herşey hareketsizdir" der. Bu evren kurulduğu gündenberi ne ise odur. Değişiklik ancak KIYAMET gününde belli olabilir. Ve ilh... Bu yüzden bir gün bir bilgin dünyanın döndüğünü ispat ettiği için, aklını Şeytan sarmış diye, ateşte yakılmak istenir.
Bugünkü insan bilgisiyle bu kadar taban tabana zıt düşen Din düşünceleri nasıl ve niçin meydana çıktı? Bugün niçin yavaş yavaş gülünç oluyor ve topu atıyorlar?
I- Dinin Doğuşu ve Büyüyüşü
İlk insan toplumunden bugüne kadar Din'i arıyalım.
İlk Komünizmde: Biri çalışan, ötekisi çalıştıran sınıf yok. İnsanlar ruh diye birşey bilmiyor, hiçbir kuvvete tapınmıyorlar. Değil kendi vücutlarından ayrı bir ruh farzetsinler; kendi vücutlarını bile taştan, ağaçtan ayırdetmiyorlar. DİN YOK!
Ululu Toplumda: Aletler çoğalıp ürün arttıkça, pek çok insanlar gene çalışmakla, birkaç kişi de toplumun idare işleriyle uğraşır oldular. Eskiden yalnız idare ile kimse uğraşamazdı. Çünkü o kimseyi besliyecek fazla ürün yoktu. Gitgide bu idare edenler toplumda herşeyi önceden hazırlamayı, plan kurmayı o kadar ileri götürdüler ki, böyle idareciler olmazsa toplum da yaşıyamaz zannedilmeye başlandı. Bu idarecilere ULU denildi. Artık o zamandan sonra, toplumda iki çeşit insan vardı:
1- Bir kısım azlık hep düzenler ve emreder. Onların fikri alınmadan hiçbir iş yapılmaz. Herkes onların gösterdiği yoldan gider. Bunlar Ulu'durlar ve toplumun CANI gibidirler. Ulu olmazsa toplum ölü olur, sanılır.
2- Geri kalan bütün bireyler, Ulu'nun gösterdiği yolda, hiç düşünmeden, bir makine gibi sadece çalışırlar. Bu düşünmeyip çalışan bireylerden birisi, beşi, onu ölse, toplum olduğu gibi kalır. Fakat Ulu yok oluverse, toplumun idaresi bozulur, dağılır. Bunu gören insanlar, artık Ulu'yu toplumun CANI, ruhu; öteki bireyleri de cansız birer MADDE sayarlar. Böylece toplum ikiye parçalanmıştır.
Şimdi insanın bir huyunu hatırlıyalım: İnsan öyle bir yaratıktır ki, kendisini nasıl bulursa bütün evreni de öyle bilir. Mesela; ben üzüntülü iken, dünya bana zindan gelir; o sırada yağmur yağsa zannederim ki doğa benim kederimle ağlıyor. Ben sevinçli isem, artık dağlar taşlar yüzüme gülüyormuş gibi görünürler. Yani insan, kafasında olanı evrene de yayar.
İşte toplumda insanlar bir ULU (Can: Ruh), bir de bayağı BİREY (madde) diye iki ayrı çeşitle gözükmeye başlar başlamaz, insan bu görüşünü taşlara, ağaçlara da yayar. Toplumun varlığında nasıl bir ruh ve bir madde ayrılıyorsa; insanın, taşın, ağacın da mutlaka bir görünen maddesi; bir de bu maddeyi idare eden canı, ruhu vardır, farzolunur.
İşte bu söylediklerimize göre, gerçekten, Ululu toplumlarda iki din vardır:
1- Atalara Tapma : Ulu, toplumun idareci canıdır. Toplum ve taş gibi, insanın da bir vücudu (maddesi), bir de canı olacak. Ulu yaşarken çok kuvvetli bir adam. Öldükten sonra da, Ulu'nun canı bedeninden ayrılır, ama bu can kaybolmaz. Arada sırada belki de eski bedenini ziyarete gelir ve toplumdan çok uzaklara gitmez. Şu halde, bu Ulu canı kızdırmamalı, bilakis ona sağlığındaki gibi hürmet etmeli, ibadet etmeli ki, Ulu'nun canı bizi idare etmekte devam etsin. O zaman aileler ölen atalarını evlerinde gömerler ve ona tapınmaya başlarlar: ATAYA TAPINMA.
2- Cancılık (Animizm : Ululu toplumlardaki dinin bir şekli de, bugün bizim cansız dediğimiz dağları taşları insanın kendisi gibi canlı saymasıdır.
İşte insanlarda ilk din fikri böylece, toplumdaki insanların ikiye bölünmesiyle doğar.
a- Çok Allahlılık : Zamanla her kabile ve aşiretin tapındığı bir PUT'u olur. Kabileler arasında ilişkiler (mücadeleler, eşya değiş-tokuşları) arttıkça, eşya ve insanlarla birlikte Allahlar da değiş-tokuş edilmeye başlarlar. Göçebe oymakların değiş-tokuş ilişkileri, önce rastgele ve gelgeç iken, gitgide belli noktalarda toplaşır. Bu kabile alış-veriş ve değiş-tokuşlarının biriktikleri yerlere PAZAR denir. Pazarlar geçici olur, PANAYIR adını alır; yahut daimi uğrak haline gelir, o zaman MEDİNE (Site: Kent) haline girerler. Eski zamanlarda oldukça ileri ticaret yollarının uğraklarında böyle birer Medine kuruldu. Bu Medineye sahip olan kabileler, çok kere alış-verişlerini orada yapmıya mecbur olan öteki kabilelerden daha kuvvetlidirler. Kuvvetli oymak öteki oymakları yendikçe, onların Allahları olan Putları birer birer esir alır ve Medineye (Site:Kent) getirir. Eski Romalılar, yendikleri kavimlerin Allahlarını, kendilerine bir fenalıkları dokunmasın diye, PANTEON denilen KABE'lerinde toplarlardı. Allahlar toplandıkça çoğalırlar. Bu şekilde, eskiden her oymağın bir tek Putu varken, şimdi aynı Medinenin (Sitenin) etrafında toplanan birçok oymakların birden taptıkları birçok Putlar Kabeyi doldurur. Böylece doğan dine: ÇOK ALLAHLI DİN denildi.
b- Tek Allahlılık : Bir oymak kuvvetlendi, birçok öteki oymakları yendi (savaşla yahut alış-verişle; eskiden bu ikisi birdi) demek; yenen oymak yenilen dağınık oymakları etrafında topladı, onlara kumanda eden Ulular da yenen oymağın Ulu'suna tabi oldu, demektir. Bu bütün oymak Ulu'larının üstünde olan Ulu'ya HAKAN-HAN (İmparator-Kral) denildi. Böylece, toplumda herşeyin ve herkesin Ulu'su ve sahibi olan müstebit büyük krallıklar doğdu. Aynı şey Allahlar için de oldu: Ulu'su Han ve Hakan olan oymağın Allah'ı da, yavaş yavaş öteki Allahların hakanı, kralı oldu. Babil Medeniyetinde, önce hepsi eşit birçok başka Allahlar varken, Babil Medinesi (Sitesi) bütün öteki Medineleri (Siteleri) geçtikten sonra, Babil'in Allah'ı (tıpkı Babil'in Ulu'su gibi) bütün öteki Allahların da Allahı oldu. Böylece, nasıl Hakanın altında birçok Hanlar var idiyse, öylece baş Allahın aşağısında ikinci, üçüncü ve ilh. derecede ufak Allahlar oldu. Demek ki, çok Allahlar içinde gittikçe birtek Allah sivrildi.
Büyük Hakanlıklar kuruldukça, eskiden dağınık olan kavimler arasında, şimdi alış-veriş ve eşya değiş-tokuşları daha geniş ve düzenli oldu. O zamana kadar herşeyi Hakan emrederken, yavaş yavaş Hakan da emirlerini bu artan Bezirgan alış-verişlerine uygun düşürmeye uğraşır oldu. Çünkü, böyle büyük bir Hakanlığın idaresi için para, para için de Bezirganlık birebirdi. Şu halde, eskiden toplumda MUTLAK HAKİM Hakan iken, Bezirganlık ilerledikçe, Hakanın hükümlerine de hakim olan bir alış-veriş kanunu çıktı. Buna FİYAT (Arz ve Talep) kanunu da denilebilir.
Fiyat kanunu nedir? Gözle görülmez, elle tutulmaz, fakat toplumun heryerinde hazır ve nazır, "kara gecede, kara taş üstünde gezen kara karıncayı bilir" bir kuvvettir fiyat. İnsanların alış-veriş ilişkilerinden çıkar, ama hiçbir insan, hatta Hakan ve İmparatorlar bile, toplum içinde fiyatı istediği şekle sokamaz. Halbuki, fiyatlar birden bire düşer veya çıkarsalar, Padişahın hazinesi altüst olur; tabii, hazinesi gidince, Padişah ta altüst olur. Demek artık, Fiyat Kanunu, toplum ve Hakanlara da hakim. Eskiden toplumda Ulular ve Hakanlar hakimdi.
Onun için, eskiden insanların Allahları da Uluları gibi saçlı sakallı, hovardalık hatta gulamperestlik eder, gözle görülür, elle tutulur nesnelerdi. Şimdi Fiyat hakim. Fiyat ise heryerde var, fakat gözle görülmez bir kuvvet.. İşte o vakit, bakıyoruz: Kabe'deki Allahlardan da üstün, KAZA ve KADER-TALİH Allahları var, denilmeye başlıyor. Medine'nin [Sitenin, Mekke Sitesinin] Kabesinde 360 put vardı. Bunların bir kaç tanesi en büyüktü. Medine'nin [Mekke Sitesinin] Şam ve Hindistan'la olan ticareti çok ilerlediği zaman, Kureyş Kabilesinin özbeöz bezirganlarından en büyüğü Muhammed çıktı: Allah, bu Kabe putları gibi gözle görülür ve birçok değil, gözle görülmez ve bir tektir, dedi. Öteki bezirganlar derhal onunla elele verdiler ve en mükemmel ticaret dini olan Müslümanlık doğdu.
c- Som Dinler : Şimdi, bu tek ve mutlak Allahlı dinlere, mesela Müslümanlığa bakalım: Allah bütün evrenin sultanıdır. Sultan (Hakan-Padişah) toplumda ne ise, Allah da evrende odur. Yani, her şeye kaadir ve sahip, her emri "Kanun'u ilahi" olan Allahtır. Padişahın askerleri, Allahın melaikeleri var; Padişahın zindanı, Allahın cehennemi var; Padişahın harem bahçeleri, Allahın cenneti var; Padişahın sarayında cariye kız ve oğlanlar, Allahın cennetinde de huri ve gılmanlar var; Padişahın vezirleri, Allahın da dört büyük Bakanı var:
1) AZRAİL: Can alır (Harbiye Nazırı) (*);
2) CEBRAİL: Haber uçurur (Dışişleri ve Ulaştırma Bakanı);
3) MİKAİL: Yağmur, ekin vs.ye bakar (Ekonomi, Tarım Bakanı);
4) İSRAFİL: Mahşer gününde Sur (boru) çalar (Adalet Bakanı), ve ilh..
Özetle, Müslümanlıkta (Tek Allahlı Dinde) Padişah ve Allah birbirinin tıpatıp aynıdır. Ondan önceki dinlerde (Çok Allahlı Ataya Tapma'da) böyle bir Allah yoktu. İnsanların kafasında, padişaha benziyen Allah, ancak yeryüzünde büyük padişahlıklar (Babil'de Nemrut, Mısır'da Firavun), müstebit krallar teşekkül ettikten sonra meydana geldi. Yeryüzünde, Allah olan hükümdarları gören insan, ondan sonra evrene de böyle kudretli bir hakanın (Allahın) hakim olacağını ortalığa yaydı.
Osmanlı Sultanına "ZİLLÜLLAH'I FİL ERZ" yani "ALLAHIN YERYÜZÜNDEKİ GÖLGESİ" denirdi. Malum; birşeyin önce kendisi, sonra gölgesi meydana çıkar. Halbuki, bugün herkesin bildiği Tarihe bakarsak, orada önce tek Allahı değil, müstebit kralları görüyoruz. Ve ancak bu büyük krallıklar kurulduktan sonradır ki, Allah meydana çıkıyor. Onun için, gölge olan Padişah değil, Allahtır ve hiç yanılmadan diyebiliriz ki, Allah: "PADİŞAHIN GÖKYÜZÜNDEKİ GÖLGESİDİR."
Eğer gökyüzünü bir aynaya benzetirsek, Allah ve din düşünceleri, yeryüzünde olan bitenlerin bu ayna içinde yansıyan hayallerine benzetilebilir. O kadar benzetilebilir ki, yeryüzünde ne varsa, hatta sınıfların döğüşü bile, olduğu gibi gökyüzü aynasında gözükür. Biliyoruz; dinin çıktığı toplum sınıflı toplumdur. Yeryüzünde padişah ve askerleri isyan eden mazlum, fakir halkları ezerler; gökyüzünde Allah melaikeleriyle birlikte şeytanları kovarlar. Fakat yer Allahları nasıl mazlum insanları tüketemezlerse, tıpkı öylece, gök sultanı da şeytanları kıyamete dek bir türlü yok edemez. Şeytanlar da, gökyüzünün sosyalistleri gibi, bir türlü ele avuca sığmazlar.
Hikmet Kıvılcımlı
İnsan kendi faydası İÇİN bilgilerini artırır. Bilgi araştırmaları ile bilimler uğraşır. Fakat, BİLİM yalnızca bir dizi araştırma üzerine olur:
1) Bütün araştırma ve bilimlerden çıkan sonuçları yöntem haline getirmek,
2) Hiçbir bilmin ayrıca uğraşmadığı meselelere cevap vermek için.. hep birden derleyip toplayıcı ve sistemleştirici olan iki şey var: Din ve Felsefe...
Din ne yapar? İki şey:
1- GENEL MESELELERE CEVAP VERİR: Mesela özvarlık nedir? denince, Din: Doğa ve insan kuvvetlerinin dışında ve üstünde var olan RUH'tur, der. Geri kalan herşey yalan...
2- BİLİM ARAŞTIRMASINA YÖNTEM VERİR: İki örnek alalım:
a) Din: "Herşeyin sebebi ruh (Allah)tır" der. Güneş niçin doğar ve batar? Çünkü Allah yeryüzünü aydınlatmak veya karartmak ister. Yıldızlar geceleyin nasıl meydana çıkar? Akşamüstü binbir melaike, birer zeytinyağı kandiline benziyen fanusları teker teker Cennetten çıkarıp getirir ve gök tavanına çivilerler...
Din bunu söylediği zaman, biz günün, gecenin, yıldızların ne olduğunu anladık mı? Hayır. Anlamak için ne yapmalı? Teleskoplarımızı gökyüzüne çevirip olan biteni gözetlemeli. O zaman anlarız ki gündüz ve gece dünyanın kendi etrafında dönmesindendir. Ve yıldızlar, gece de, gündüz de gökyüzünde vardırlar; yalnız gündüzün bize görünmeyişleri, fazla güneş ışığında gözlerimizin kamaşmasındandır, yoksa Cennete gitmiş olmalarından değil...
b) Din: "Dünyada herşey hareketsizdir" der. Bu evren kurulduğu gündenberi ne ise odur. Değişiklik ancak KIYAMET gününde belli olabilir. Ve ilh... Bu yüzden bir gün bir bilgin dünyanın döndüğünü ispat ettiği için, aklını Şeytan sarmış diye, ateşte yakılmak istenir.
Bugünkü insan bilgisiyle bu kadar taban tabana zıt düşen Din düşünceleri nasıl ve niçin meydana çıktı? Bugün niçin yavaş yavaş gülünç oluyor ve topu atıyorlar?
I- Dinin Doğuşu ve Büyüyüşü
İlk insan toplumunden bugüne kadar Din'i arıyalım.
İlk Komünizmde: Biri çalışan, ötekisi çalıştıran sınıf yok. İnsanlar ruh diye birşey bilmiyor, hiçbir kuvvete tapınmıyorlar. Değil kendi vücutlarından ayrı bir ruh farzetsinler; kendi vücutlarını bile taştan, ağaçtan ayırdetmiyorlar. DİN YOK!
Ululu Toplumda: Aletler çoğalıp ürün arttıkça, pek çok insanlar gene çalışmakla, birkaç kişi de toplumun idare işleriyle uğraşır oldular. Eskiden yalnız idare ile kimse uğraşamazdı. Çünkü o kimseyi besliyecek fazla ürün yoktu. Gitgide bu idare edenler toplumda herşeyi önceden hazırlamayı, plan kurmayı o kadar ileri götürdüler ki, böyle idareciler olmazsa toplum da yaşıyamaz zannedilmeye başlandı. Bu idarecilere ULU denildi. Artık o zamandan sonra, toplumda iki çeşit insan vardı:
1- Bir kısım azlık hep düzenler ve emreder. Onların fikri alınmadan hiçbir iş yapılmaz. Herkes onların gösterdiği yoldan gider. Bunlar Ulu'durlar ve toplumun CANI gibidirler. Ulu olmazsa toplum ölü olur, sanılır.
2- Geri kalan bütün bireyler, Ulu'nun gösterdiği yolda, hiç düşünmeden, bir makine gibi sadece çalışırlar. Bu düşünmeyip çalışan bireylerden birisi, beşi, onu ölse, toplum olduğu gibi kalır. Fakat Ulu yok oluverse, toplumun idaresi bozulur, dağılır. Bunu gören insanlar, artık Ulu'yu toplumun CANI, ruhu; öteki bireyleri de cansız birer MADDE sayarlar. Böylece toplum ikiye parçalanmıştır.
Şimdi insanın bir huyunu hatırlıyalım: İnsan öyle bir yaratıktır ki, kendisini nasıl bulursa bütün evreni de öyle bilir. Mesela; ben üzüntülü iken, dünya bana zindan gelir; o sırada yağmur yağsa zannederim ki doğa benim kederimle ağlıyor. Ben sevinçli isem, artık dağlar taşlar yüzüme gülüyormuş gibi görünürler. Yani insan, kafasında olanı evrene de yayar.
İşte toplumda insanlar bir ULU (Can: Ruh), bir de bayağı BİREY (madde) diye iki ayrı çeşitle gözükmeye başlar başlamaz, insan bu görüşünü taşlara, ağaçlara da yayar. Toplumun varlığında nasıl bir ruh ve bir madde ayrılıyorsa; insanın, taşın, ağacın da mutlaka bir görünen maddesi; bir de bu maddeyi idare eden canı, ruhu vardır, farzolunur.
İşte bu söylediklerimize göre, gerçekten, Ululu toplumlarda iki din vardır:
1- Atalara Tapma : Ulu, toplumun idareci canıdır. Toplum ve taş gibi, insanın da bir vücudu (maddesi), bir de canı olacak. Ulu yaşarken çok kuvvetli bir adam. Öldükten sonra da, Ulu'nun canı bedeninden ayrılır, ama bu can kaybolmaz. Arada sırada belki de eski bedenini ziyarete gelir ve toplumdan çok uzaklara gitmez. Şu halde, bu Ulu canı kızdırmamalı, bilakis ona sağlığındaki gibi hürmet etmeli, ibadet etmeli ki, Ulu'nun canı bizi idare etmekte devam etsin. O zaman aileler ölen atalarını evlerinde gömerler ve ona tapınmaya başlarlar: ATAYA TAPINMA.
2- Cancılık (Animizm : Ululu toplumlardaki dinin bir şekli de, bugün bizim cansız dediğimiz dağları taşları insanın kendisi gibi canlı saymasıdır.
İşte insanlarda ilk din fikri böylece, toplumdaki insanların ikiye bölünmesiyle doğar.
a- Çok Allahlılık : Zamanla her kabile ve aşiretin tapındığı bir PUT'u olur. Kabileler arasında ilişkiler (mücadeleler, eşya değiş-tokuşları) arttıkça, eşya ve insanlarla birlikte Allahlar da değiş-tokuş edilmeye başlarlar. Göçebe oymakların değiş-tokuş ilişkileri, önce rastgele ve gelgeç iken, gitgide belli noktalarda toplaşır. Bu kabile alış-veriş ve değiş-tokuşlarının biriktikleri yerlere PAZAR denir. Pazarlar geçici olur, PANAYIR adını alır; yahut daimi uğrak haline gelir, o zaman MEDİNE (Site: Kent) haline girerler. Eski zamanlarda oldukça ileri ticaret yollarının uğraklarında böyle birer Medine kuruldu. Bu Medineye sahip olan kabileler, çok kere alış-verişlerini orada yapmıya mecbur olan öteki kabilelerden daha kuvvetlidirler. Kuvvetli oymak öteki oymakları yendikçe, onların Allahları olan Putları birer birer esir alır ve Medineye (Site:Kent) getirir. Eski Romalılar, yendikleri kavimlerin Allahlarını, kendilerine bir fenalıkları dokunmasın diye, PANTEON denilen KABE'lerinde toplarlardı. Allahlar toplandıkça çoğalırlar. Bu şekilde, eskiden her oymağın bir tek Putu varken, şimdi aynı Medinenin (Sitenin) etrafında toplanan birçok oymakların birden taptıkları birçok Putlar Kabeyi doldurur. Böylece doğan dine: ÇOK ALLAHLI DİN denildi.
b- Tek Allahlılık : Bir oymak kuvvetlendi, birçok öteki oymakları yendi (savaşla yahut alış-verişle; eskiden bu ikisi birdi) demek; yenen oymak yenilen dağınık oymakları etrafında topladı, onlara kumanda eden Ulular da yenen oymağın Ulu'suna tabi oldu, demektir. Bu bütün oymak Ulu'larının üstünde olan Ulu'ya HAKAN-HAN (İmparator-Kral) denildi. Böylece, toplumda herşeyin ve herkesin Ulu'su ve sahibi olan müstebit büyük krallıklar doğdu. Aynı şey Allahlar için de oldu: Ulu'su Han ve Hakan olan oymağın Allah'ı da, yavaş yavaş öteki Allahların hakanı, kralı oldu. Babil Medeniyetinde, önce hepsi eşit birçok başka Allahlar varken, Babil Medinesi (Sitesi) bütün öteki Medineleri (Siteleri) geçtikten sonra, Babil'in Allah'ı (tıpkı Babil'in Ulu'su gibi) bütün öteki Allahların da Allahı oldu. Böylece, nasıl Hakanın altında birçok Hanlar var idiyse, öylece baş Allahın aşağısında ikinci, üçüncü ve ilh. derecede ufak Allahlar oldu. Demek ki, çok Allahlar içinde gittikçe birtek Allah sivrildi.
Büyük Hakanlıklar kuruldukça, eskiden dağınık olan kavimler arasında, şimdi alış-veriş ve eşya değiş-tokuşları daha geniş ve düzenli oldu. O zamana kadar herşeyi Hakan emrederken, yavaş yavaş Hakan da emirlerini bu artan Bezirgan alış-verişlerine uygun düşürmeye uğraşır oldu. Çünkü, böyle büyük bir Hakanlığın idaresi için para, para için de Bezirganlık birebirdi. Şu halde, eskiden toplumda MUTLAK HAKİM Hakan iken, Bezirganlık ilerledikçe, Hakanın hükümlerine de hakim olan bir alış-veriş kanunu çıktı. Buna FİYAT (Arz ve Talep) kanunu da denilebilir.
Fiyat kanunu nedir? Gözle görülmez, elle tutulmaz, fakat toplumun heryerinde hazır ve nazır, "kara gecede, kara taş üstünde gezen kara karıncayı bilir" bir kuvvettir fiyat. İnsanların alış-veriş ilişkilerinden çıkar, ama hiçbir insan, hatta Hakan ve İmparatorlar bile, toplum içinde fiyatı istediği şekle sokamaz. Halbuki, fiyatlar birden bire düşer veya çıkarsalar, Padişahın hazinesi altüst olur; tabii, hazinesi gidince, Padişah ta altüst olur. Demek artık, Fiyat Kanunu, toplum ve Hakanlara da hakim. Eskiden toplumda Ulular ve Hakanlar hakimdi.
Onun için, eskiden insanların Allahları da Uluları gibi saçlı sakallı, hovardalık hatta gulamperestlik eder, gözle görülür, elle tutulur nesnelerdi. Şimdi Fiyat hakim. Fiyat ise heryerde var, fakat gözle görülmez bir kuvvet.. İşte o vakit, bakıyoruz: Kabe'deki Allahlardan da üstün, KAZA ve KADER-TALİH Allahları var, denilmeye başlıyor. Medine'nin [Sitenin, Mekke Sitesinin] Kabesinde 360 put vardı. Bunların bir kaç tanesi en büyüktü. Medine'nin [Mekke Sitesinin] Şam ve Hindistan'la olan ticareti çok ilerlediği zaman, Kureyş Kabilesinin özbeöz bezirganlarından en büyüğü Muhammed çıktı: Allah, bu Kabe putları gibi gözle görülür ve birçok değil, gözle görülmez ve bir tektir, dedi. Öteki bezirganlar derhal onunla elele verdiler ve en mükemmel ticaret dini olan Müslümanlık doğdu.
c- Som Dinler : Şimdi, bu tek ve mutlak Allahlı dinlere, mesela Müslümanlığa bakalım: Allah bütün evrenin sultanıdır. Sultan (Hakan-Padişah) toplumda ne ise, Allah da evrende odur. Yani, her şeye kaadir ve sahip, her emri "Kanun'u ilahi" olan Allahtır. Padişahın askerleri, Allahın melaikeleri var; Padişahın zindanı, Allahın cehennemi var; Padişahın harem bahçeleri, Allahın cenneti var; Padişahın sarayında cariye kız ve oğlanlar, Allahın cennetinde de huri ve gılmanlar var; Padişahın vezirleri, Allahın da dört büyük Bakanı var:
1) AZRAİL: Can alır (Harbiye Nazırı) (*);
2) CEBRAİL: Haber uçurur (Dışişleri ve Ulaştırma Bakanı);
3) MİKAİL: Yağmur, ekin vs.ye bakar (Ekonomi, Tarım Bakanı);
4) İSRAFİL: Mahşer gününde Sur (boru) çalar (Adalet Bakanı), ve ilh..
Özetle, Müslümanlıkta (Tek Allahlı Dinde) Padişah ve Allah birbirinin tıpatıp aynıdır. Ondan önceki dinlerde (Çok Allahlı Ataya Tapma'da) böyle bir Allah yoktu. İnsanların kafasında, padişaha benziyen Allah, ancak yeryüzünde büyük padişahlıklar (Babil'de Nemrut, Mısır'da Firavun), müstebit krallar teşekkül ettikten sonra meydana geldi. Yeryüzünde, Allah olan hükümdarları gören insan, ondan sonra evrene de böyle kudretli bir hakanın (Allahın) hakim olacağını ortalığa yaydı.
Osmanlı Sultanına "ZİLLÜLLAH'I FİL ERZ" yani "ALLAHIN YERYÜZÜNDEKİ GÖLGESİ" denirdi. Malum; birşeyin önce kendisi, sonra gölgesi meydana çıkar. Halbuki, bugün herkesin bildiği Tarihe bakarsak, orada önce tek Allahı değil, müstebit kralları görüyoruz. Ve ancak bu büyük krallıklar kurulduktan sonradır ki, Allah meydana çıkıyor. Onun için, gölge olan Padişah değil, Allahtır ve hiç yanılmadan diyebiliriz ki, Allah: "PADİŞAHIN GÖKYÜZÜNDEKİ GÖLGESİDİR."
Eğer gökyüzünü bir aynaya benzetirsek, Allah ve din düşünceleri, yeryüzünde olan bitenlerin bu ayna içinde yansıyan hayallerine benzetilebilir. O kadar benzetilebilir ki, yeryüzünde ne varsa, hatta sınıfların döğüşü bile, olduğu gibi gökyüzü aynasında gözükür. Biliyoruz; dinin çıktığı toplum sınıflı toplumdur. Yeryüzünde padişah ve askerleri isyan eden mazlum, fakir halkları ezerler; gökyüzünde Allah melaikeleriyle birlikte şeytanları kovarlar. Fakat yer Allahları nasıl mazlum insanları tüketemezlerse, tıpkı öylece, gök sultanı da şeytanları kıyamete dek bir türlü yok edemez. Şeytanlar da, gökyüzünün sosyalistleri gibi, bir türlü ele avuca sığmazlar.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
II- Dinin Durumu
Bugün kapitalist toplum içindeyiz. Kapitalizmin başlıca iki temel sınıfı vardır:
1- İşveren
2- İşçi...
a) Kapitalist Sınıfı'nın geçimi sermayesi sayesindedir. Sermayenin üç özelliği vardır:
1- FİYAT (ARZ ve TALEP) YASASININ OYUNCAĞI OLMAK. Örgütsüz kapitalist düzeni, insan bilincinin hükmedemediği kör ve kendiliğinden hareket eden kanunlara bağlıdır. Bugün milyarder olan Kroyker, yarın elde tabanca intihar eden bir müflistir. Softanın ağzında kaza ve kader ne ise, burjuvanın ağzında şans ve talih odur.
2- MADDİ İŞLE İLGİSİZLİGİ ONU HURAFELERE İNANMAYA SEVKEDER. Önceleri Kapitalist girişken iken, az çok üretimle ilgilidir. Sonraları, hisse senetli şirketler kurulunca, sermaye büsbütün "ismi var, cismi yok" bir kıymet, bir senet haline girer. Artık kapitalist için, ne sermayede, ne de üretimde maddi hiç bir yön kalmamıştır. Ona, nereye yatırıldığını, ne şekilde ve işte olduğunu asla bilmediği sermayesi sayesinde, hiç terlemeden sanki havadan bir kar gelir.
O zaman, kumar oynayan bir sefih veya gökten yağan kudret helvası ile geçinin "Ben'i İsrail" gibi, topluma gizli kuvvetlerin ve şansın egemen olduğuna, maddenin hiç te önemi bulunmadığına inanır. İşte bu iki vasıf kapitalisti "batıl itikatlara" bal gibi inanmaya hazırlar.
3- ÇALIŞTIRIP SOYMA (SÖMÜRME): Yukarıdaki sebep lerle Allaha inanç eğilimi kazanan işveren, yaptığı sömürme yüzünden, bu inancı çıkarlarına da uygun görür. İşçi sınıfını, "her felaket ve zenginlik Allahtan gelir, sermaye zemzemle yıkanmıştır" fikrine inandırmak için, önce kendisi Allaha inanır görünmelidir. "DİN KİTLELERİN AFYONUDUR" (Marks).
Onun için, en laik geçinen burjuvalar bile, ilk fırsatta dini halk diliyle yaymaya bakar.
b) İşçi Sınıfı'nın geçimi ise işgücü sayesindedir. Kapitalizmde bu geçim tarzının üç gereği, işveren için olanın tam zıddıdır:
1- MADDİ İŞ İŞÇİYİ MADDECİ YAPAR. Fabrika bir makine sistemidir. Makine, her parçası santimi santimine insan elinden çıkmış, her hareketi ve gördüğü iş ölçülü, neticesi önceden hesaplı bir cihazdır. İşçi makineye istediği işi, istediği kadar yaptıra yaptıra anlar ki, insanın işine Allah ve şeytan karışmıyor. İnsan usulünü bildi mi, her kuvveti (akar suyu, büyüyü, yıldırımı, ve ilh.) kuzu gibi uslandırır ve emri altında kullanır. Köylü de, çağdaş aletlerden yoksun olduğu oranda, maddi üretimle uğraşır ama, henüz selin, fırtınanın, kuraklığın, yıldırımın, merhametsiz doğa kuvvetlerinin zebunudur [tutsağıdır]. Onun için, makinenin her sırrını bilen işçi kadar, "GİZLİ" kuvvetleri inkar edemez.
2- KÖR FİYAT KANUNLARININ SEBEPLERİNİ ARAR. Fabrikada herşeyin maddi bir sebebi olduğunu kavrıyan işçinin, ücreti ve hayat şartları da kör fiyat kanunlarına, buhranlara göre iner, çıkar. Fakat bu iniş çıkışların sebeplerini bulutlar arasında, talihte, Allahta aramaz. Allahsa, Allah insana akıl vermiştir. Fabrikadan aldığı maddeci determinizm terbiyesiyle, başına gelen her felaketi bu toplumun iç zembereklerinde arar ve bulur. Allaha bahane bulmaz. İdealist saçmalara bakmaz.
3- SÖMÜRÜ: Yukarıdaki iki sebeple, sosyal dertlerinin maddeci sebeplerini araştıracak yetenekte olan işçi sınıfı, uğradığı sömürü yüzünden, bu sebepleri olduğu gibi görmeyi ve kökünden silmeyi çıkarlarına uygun görür. Onun için, proletarya, Dini ağrı dindirici bir ilaç sayar. O acı kesen ilaca köylüden az muhtaç olur.
Kapitalizm ilerledikçe kapitalist sınıfı gittikçe azalır; işçi sınıfı ise bilakis, bütün öteki sınıfların aşınmalarına karşılık artar. Şu halde, hergün biraz daha Allahçı sınıflar tükenir ve demir gibi maddeci işçi sınıfı çoğalır. Başka bir deyimle, dinin temelleri aşınır. Din erimeye yüz tutar. "Yağı tükenen kandil gibi" yavaş yavaş söner.
Bugün, istiyelim istemiyelim, dindar olalım olmıyalım; Din'e bağlılıkların her yerde gevşediğini görmemezlikten gelemiyoruz. Din ihtiyacı, en çok fakir ve geri ülkelerin ezilen halk yığınlarında kalmıştır. Halk yığınları Din'e dört elle sarılmakta haklıdırlar. Çünkü hayatın binbir sancısına katlanmak için, DİN tesellisinden daha kolay bulunur ilaç yoktur.
Zaten Marks da Din'i afyona benzetirken, onun sancıları dindirme hassasını düşünerek o sözü kullanmıştır. Hekim nasıl ağır kanser, enfarktüs hastalıklarında afyondan, morfinden başka ağrı kesici kahraman ilaç bulamıyorsa, tıpkı öyle, halk da hayatın ve sömürülerin dayanılmaz öldürücü ağrılarına dayanabilmek için, ayakta durabilmek için, yaşamaya katlanabilmek için: kahramanca bir kutsallık taşıyan Din'den medet ummaktadır.
Afyonu hekimce kullanmak başka, afyonkeşçe kullanmak başka şeydir. Bilimce kullanılan morfin, bir kalb hastasını ağrı ile ölmekten kurtarır. Morfinmanca, afyonkeşçe kullanılan morfin, sağlam insana bir süre yapma bir keyif verdikten sonra, bağımlılık ve hastalık haline gelir, insanı en sefilce duyulan sancılarla en sonunda öldürür.
ÜST SINIFLARIN dinciliği, sağlam bir milleti afyonkeş yapıp uyuşturmak, rahatça sömürmek için kurulmuş bir tuzaktır. 19'uncu yüzyılda Çin pazarlarını sermaye çapuluna açmak istiyen Batı kapitalistleri, "AFYON SAVAŞI" denilen alçakça bir saldırı yaptılar. Yendikleri Çinlilere zorla afyon satarak, hileyle afyon kullandırarak, yüzmilyonlarca insanı afyonkeş, esrarkeş durumuna soktular. Sonra, ezdikleri, hasta ettikleri Çinlilerin karşısına geçip onların afyonkeşlikleri ile alay ettiler. Bugün farmason efendilerle abdes görmemiş beylerin DİN TİCARETLERİ, tıpkı Avrupalıların Çinlilere afyon satışlarına benzer. Alçakça bir saldırı, kalleşçe bir halk düşmanlığıdır.
İŞÇİ SINIFI; ne halk düşmanıdır, ne de din düşmanıdır. Kendisi halktır. Halkın, ağır yüklere dayanabilmek için başvurduğu, hayatın her türlü kahrına ve sillesine karşı tutunduğu kutsal ve samimi, içten gelen, temiz DİN DUYGULARINA en büyük saygıyı besler. Pek iyi bilir ki, insanoğlu hayatta felakete uğradıkça, mutsuz kaldıkça son tesellisi olan Din'e sarılmaktan kendisini alamıyacaktır. Böylece acı duymuş namuslu dindarlara en yürekten anlayış ve yakınlık duymaktadır.
İşçi sınıfının dünya görüşü, Evren Kavrayışı olan Marksizm de, Din karşısında işçi sınıfından, köylü ve halk yığınlarından ilham alır. Onların iç sıkıntılarına ortak olur. Gericilerin, tutucuların halkı sömürüp köleleştirmek için yaptıkları din bezirganlığına son verecek biricik şeyin, halkı sıkıntıdan, sömürüden ve kölelikten kurtarmak olduğunu iyi bilir. Sahici dindar adama yerden göğe dek sevgi ve saygı besler. Yalancı din ticcarlarının maskelerini düşürmek için açıklama ve çözümler yapar.
Hikmet Kıvılcımlı
Bugün kapitalist toplum içindeyiz. Kapitalizmin başlıca iki temel sınıfı vardır:
1- İşveren
2- İşçi...
a) Kapitalist Sınıfı'nın geçimi sermayesi sayesindedir. Sermayenin üç özelliği vardır:
1- FİYAT (ARZ ve TALEP) YASASININ OYUNCAĞI OLMAK. Örgütsüz kapitalist düzeni, insan bilincinin hükmedemediği kör ve kendiliğinden hareket eden kanunlara bağlıdır. Bugün milyarder olan Kroyker, yarın elde tabanca intihar eden bir müflistir. Softanın ağzında kaza ve kader ne ise, burjuvanın ağzında şans ve talih odur.
2- MADDİ İŞLE İLGİSİZLİGİ ONU HURAFELERE İNANMAYA SEVKEDER. Önceleri Kapitalist girişken iken, az çok üretimle ilgilidir. Sonraları, hisse senetli şirketler kurulunca, sermaye büsbütün "ismi var, cismi yok" bir kıymet, bir senet haline girer. Artık kapitalist için, ne sermayede, ne de üretimde maddi hiç bir yön kalmamıştır. Ona, nereye yatırıldığını, ne şekilde ve işte olduğunu asla bilmediği sermayesi sayesinde, hiç terlemeden sanki havadan bir kar gelir.
O zaman, kumar oynayan bir sefih veya gökten yağan kudret helvası ile geçinin "Ben'i İsrail" gibi, topluma gizli kuvvetlerin ve şansın egemen olduğuna, maddenin hiç te önemi bulunmadığına inanır. İşte bu iki vasıf kapitalisti "batıl itikatlara" bal gibi inanmaya hazırlar.
3- ÇALIŞTIRIP SOYMA (SÖMÜRME): Yukarıdaki sebep lerle Allaha inanç eğilimi kazanan işveren, yaptığı sömürme yüzünden, bu inancı çıkarlarına da uygun görür. İşçi sınıfını, "her felaket ve zenginlik Allahtan gelir, sermaye zemzemle yıkanmıştır" fikrine inandırmak için, önce kendisi Allaha inanır görünmelidir. "DİN KİTLELERİN AFYONUDUR" (Marks).
Onun için, en laik geçinen burjuvalar bile, ilk fırsatta dini halk diliyle yaymaya bakar.
b) İşçi Sınıfı'nın geçimi ise işgücü sayesindedir. Kapitalizmde bu geçim tarzının üç gereği, işveren için olanın tam zıddıdır:
1- MADDİ İŞ İŞÇİYİ MADDECİ YAPAR. Fabrika bir makine sistemidir. Makine, her parçası santimi santimine insan elinden çıkmış, her hareketi ve gördüğü iş ölçülü, neticesi önceden hesaplı bir cihazdır. İşçi makineye istediği işi, istediği kadar yaptıra yaptıra anlar ki, insanın işine Allah ve şeytan karışmıyor. İnsan usulünü bildi mi, her kuvveti (akar suyu, büyüyü, yıldırımı, ve ilh.) kuzu gibi uslandırır ve emri altında kullanır. Köylü de, çağdaş aletlerden yoksun olduğu oranda, maddi üretimle uğraşır ama, henüz selin, fırtınanın, kuraklığın, yıldırımın, merhametsiz doğa kuvvetlerinin zebunudur [tutsağıdır]. Onun için, makinenin her sırrını bilen işçi kadar, "GİZLİ" kuvvetleri inkar edemez.
2- KÖR FİYAT KANUNLARININ SEBEPLERİNİ ARAR. Fabrikada herşeyin maddi bir sebebi olduğunu kavrıyan işçinin, ücreti ve hayat şartları da kör fiyat kanunlarına, buhranlara göre iner, çıkar. Fakat bu iniş çıkışların sebeplerini bulutlar arasında, talihte, Allahta aramaz. Allahsa, Allah insana akıl vermiştir. Fabrikadan aldığı maddeci determinizm terbiyesiyle, başına gelen her felaketi bu toplumun iç zembereklerinde arar ve bulur. Allaha bahane bulmaz. İdealist saçmalara bakmaz.
3- SÖMÜRÜ: Yukarıdaki iki sebeple, sosyal dertlerinin maddeci sebeplerini araştıracak yetenekte olan işçi sınıfı, uğradığı sömürü yüzünden, bu sebepleri olduğu gibi görmeyi ve kökünden silmeyi çıkarlarına uygun görür. Onun için, proletarya, Dini ağrı dindirici bir ilaç sayar. O acı kesen ilaca köylüden az muhtaç olur.
Kapitalizm ilerledikçe kapitalist sınıfı gittikçe azalır; işçi sınıfı ise bilakis, bütün öteki sınıfların aşınmalarına karşılık artar. Şu halde, hergün biraz daha Allahçı sınıflar tükenir ve demir gibi maddeci işçi sınıfı çoğalır. Başka bir deyimle, dinin temelleri aşınır. Din erimeye yüz tutar. "Yağı tükenen kandil gibi" yavaş yavaş söner.
Bugün, istiyelim istemiyelim, dindar olalım olmıyalım; Din'e bağlılıkların her yerde gevşediğini görmemezlikten gelemiyoruz. Din ihtiyacı, en çok fakir ve geri ülkelerin ezilen halk yığınlarında kalmıştır. Halk yığınları Din'e dört elle sarılmakta haklıdırlar. Çünkü hayatın binbir sancısına katlanmak için, DİN tesellisinden daha kolay bulunur ilaç yoktur.
Zaten Marks da Din'i afyona benzetirken, onun sancıları dindirme hassasını düşünerek o sözü kullanmıştır. Hekim nasıl ağır kanser, enfarktüs hastalıklarında afyondan, morfinden başka ağrı kesici kahraman ilaç bulamıyorsa, tıpkı öyle, halk da hayatın ve sömürülerin dayanılmaz öldürücü ağrılarına dayanabilmek için, ayakta durabilmek için, yaşamaya katlanabilmek için: kahramanca bir kutsallık taşıyan Din'den medet ummaktadır.
Afyonu hekimce kullanmak başka, afyonkeşçe kullanmak başka şeydir. Bilimce kullanılan morfin, bir kalb hastasını ağrı ile ölmekten kurtarır. Morfinmanca, afyonkeşçe kullanılan morfin, sağlam insana bir süre yapma bir keyif verdikten sonra, bağımlılık ve hastalık haline gelir, insanı en sefilce duyulan sancılarla en sonunda öldürür.
ÜST SINIFLARIN dinciliği, sağlam bir milleti afyonkeş yapıp uyuşturmak, rahatça sömürmek için kurulmuş bir tuzaktır. 19'uncu yüzyılda Çin pazarlarını sermaye çapuluna açmak istiyen Batı kapitalistleri, "AFYON SAVAŞI" denilen alçakça bir saldırı yaptılar. Yendikleri Çinlilere zorla afyon satarak, hileyle afyon kullandırarak, yüzmilyonlarca insanı afyonkeş, esrarkeş durumuna soktular. Sonra, ezdikleri, hasta ettikleri Çinlilerin karşısına geçip onların afyonkeşlikleri ile alay ettiler. Bugün farmason efendilerle abdes görmemiş beylerin DİN TİCARETLERİ, tıpkı Avrupalıların Çinlilere afyon satışlarına benzer. Alçakça bir saldırı, kalleşçe bir halk düşmanlığıdır.
İŞÇİ SINIFI; ne halk düşmanıdır, ne de din düşmanıdır. Kendisi halktır. Halkın, ağır yüklere dayanabilmek için başvurduğu, hayatın her türlü kahrına ve sillesine karşı tutunduğu kutsal ve samimi, içten gelen, temiz DİN DUYGULARINA en büyük saygıyı besler. Pek iyi bilir ki, insanoğlu hayatta felakete uğradıkça, mutsuz kaldıkça son tesellisi olan Din'e sarılmaktan kendisini alamıyacaktır. Böylece acı duymuş namuslu dindarlara en yürekten anlayış ve yakınlık duymaktadır.
İşçi sınıfının dünya görüşü, Evren Kavrayışı olan Marksizm de, Din karşısında işçi sınıfından, köylü ve halk yığınlarından ilham alır. Onların iç sıkıntılarına ortak olur. Gericilerin, tutucuların halkı sömürüp köleleştirmek için yaptıkları din bezirganlığına son verecek biricik şeyin, halkı sıkıntıdan, sömürüden ve kölelikten kurtarmak olduğunu iyi bilir. Sahici dindar adama yerden göğe dek sevgi ve saygı besler. Yalancı din ticcarlarının maskelerini düşürmek için açıklama ve çözümler yapar.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
C- Toplum
I- Toplum Nedir ?
Toplum, ilk bakınca, göze bir insan kümelenmesi gibi gözükür. Fakat:
1- TOPLUM DEDİĞİMİZ KÜMEDE ÜÇ ŞEY VARDIR: İnsan, nesne, düşünce.. İnsanla fikrin sırf topluma bağlı olduğu bellidir. TOPLUM NESNESİ deyince ne anlıyoruz? Üç şey:
a) İstihsal Vasıtaları (Üretim Araçları): Çekiç, orak, dürbün, makine gibi insanın doğadan parça koparmasında ve bu kopardığı parçaların insana faydalı olacak biçimde şeklini değiştirmesinde kullandığı şeylerdir.
b) İstihlak Vasıtaları (Tüketim Araçları): İnsanın yaşaması için, üretimin ihtiyaçları için sarfettiği, tükettiği; yiyecek, giyecek, ısınacak, barınacak, ilk ve ham madde gibi şeylerdir.
c) Tevzi Vasıtaları (Dağıtım Araçları): Üretim ve tüketimin arasında; otomobil, vapur, yol gibi aletleri yahut ürünleri bir yerden başka bir yere dağıtmaya yarıyan şeyler. Ulaşım araçları da bu araya girer.
Bu üç türlü NESNE ancak toplum içinde, insan işine yaradıkları için "TOPLUM NESNESİ"dirler. Toplum ve GÖRDÜKLERİ İŞ dışında kalır kalmaz, toplum nesnesi olmaktan çıkarlar. Mesela: dağbaşında kalmış bir çekiç yahut dürbün, denizin dibine batmış bir gemi, yerin altında unutulmuş bir eski zaman şehri toplum nesnesi değildirler.
DÜŞÜNCELER: İnsanlar arasında iki çeşit ilişki vardır:
a) MADDİ İLİŞKİ: İş (Üretim, yani nesnelerin faydalı olacak surette biçimini değiştirme) ilişkileri;
b) MANEVİ İLİŞKİ (Duygu+düşünce+dilek)le olur. Bu çeşit ilişkilere bir kelime ile "DÜŞÜNCE İLİŞKİLERİ" denir. İşte bu manevi ilişkilere yarıyan şey Düşüncedir.
2- TOPLUM GERÇEK BİR KÜMEDİR: İki türlü küme tanıyoruz:
a) Uydurma Küme: Mesela binlerce ağacı kesip bir meydana yığalım. Bu bir ağaç kümesidir. Fakat uydurma bir kümedir. Gene mesela bir memleketteki bütün 15 yaşındaki kızları bir meydana toplıyalım. Bu bir kız kümesidir, ama uydurma bir kümedir. Niçin? Çünkü bu ağaçların, bu kızların aralarında hiç bir ilişki yoktur. Onları bir araya getiren, birtakım ilişkiler değil, biziz. Bu kümeleri biz uydurduk.
b) Gerçek Küme: Yukarıdaki ağaçlara, kesilmeden önceki orman halinde iken bakalım. Meydana koyduğumuz ağaçlardan birkaçını alsak, geri kalan ağaçlar ne büyür, ne küçülürler; oldukları gibi kalırlar. Halbuki ormandaki ağaçlardan bir kısmını kessek, geri kalan orman ağaçlarından bir kısmı, kesilen ağaçların gölgesinden kurtuldukları için, daha fazla büyümeye başlarlar. Bir başka kısmı ise, bilakis, çok güneşten susuz kalır ve kururlar. Demek ki ormanın ağaçları birbirinden ayrı gözüktükleri halde, karşılıklı olarak ilişkidedirler. Bir ağacın başına birşey geldi mi, öteki ağaçlar bundan iyilik veya kötülük görürler. Onun için, ormandaki ağaç kümesine "gerçek küme" denir.
İşte toplumdaki insanlar da böyle gerçek bir kümedirler. Meydandaki kızlardan birkaç kızı ayırsak, geri kalan kızlar oldukları gibi kalırlar. Halbuki toplumdan bir örnek alalım: İstanbul'un trikotaj fabrikalarında çalışan genç kızları, bir gün fabrikalarından kaldırıversek, ne olur?
İki şey:
1) Kızları günde 8 liraya çalıştıran patronlar böyle ucuz işgücünden mahrum kalacakları için zarar ederler.
2) Yetişkin işçiler ise, o kadar ucuza işçi bulamıyan patrondan daha yüksek ücret alırlar. Onun için toplum uydurma değil, gerçek bir kümedir.
3- ÖZ İLİŞKİ İŞ İLİŞKİSİDİR: Toplum gerçek bir kümedir. Çünkü insanlar arasında (devamlı+karşılıklı) ilişki vardır. Fakat bu ilişki nedir? Yukarıda da söylediğimiz gibi, insan ilişkileri iki türlüdür:
1) Maddi, iş ilişkileri;
2) Manevi, düşünce ilişkileri...
Acaba bu iki çeşit ilişkiden hangisi öz ve ana ilişkidir de, ötekisini doğurur? Şüphesiz iş ilişkisi. Nasıl? Bunu anlamak için örnekler verelim.
a) Bir fabrikanın işçileri birbirleriyle fikir ilişkilerinde bulunur ve tanışırlar. Fakat tanışma ve görüşmelerine sebep nedir? Fabrikada çalışmak zorunluluğu değil mi? Eğer bu fabrika işi olmazsa, yüzlerce insan biraraya gelmiyecek ve aralarında başka bir iş ilişkisi de yoksa, birbirleriyle tanışıp görüşemiyeceklerdi de.
b) Derebeylik zamanında her köylü tarlasının ürünüyle beslenir, davarının yünü ile giyinirdi. Dışarıdan ne bir şey satın alır, ne de birşey satardı. Sadece ürünün yarısını, yahut üçte ikisini ağasına verirdi. Böyle bir köylü, ağasından ve köyünden, yani iş ilişkisinde bulunduklarından başkasını tanımaz, dünya yıkılsa aldırmazdı. Onun için, bir köyün dili, hiç ilişkide bulunmadığı uzak bir köyün diline tamamıyle uymazdı. Bugün bile, derebeğilik olan Doğu illerimizde, arası 10 saati geçmiyen Palu'nun Zazacası ile Dersim'in Kürtçesi başka başka dillerdir. (Dil, manevi ilişki vasıtasıdır).
Halbuki, bugün İstanbul'da çalışan tütün işçisini ele alalım. Onun işlediği tütün ta Amerika'ya gider. Yani, işçi Amerika ile iş ilişkisinde bulunur. Amerika'da buhran çıkarsa, kazançlar azalır, tütün tüketimi azalır; Amerika Türkiye'den tütün almaz. Türk işçisi işsiz kalır. O zaman ister istemez Amerika'da ne olup bittiğini öğrenir ve ta Amerika ile bir çeşit düşünce ilişkisi yapar.[Kurar]. Kendi yağıyla kavrulan bir Dersimli köylü, bir gün iş bulmak için Amerika'ya gitse, köyüne 10 saat mesafedeki Palu'nun Zazacasını bilmediği halde, Amerika'da çalışırken onların dilini öğrenir.
c) Dünya yuvarlağı beş kıtadır. Ama insan fikri 16'ncı yüzyıla kadar bunlardan yalnız üçünü biliyordu. Çünkü yalnız üçü (Avrupa, Asya ve Afrika) arasında maddi iş ilişkisi devamlı surette vardı. 15'inci yüzyılın sonuna kadar Eski Dünyada Amerika hakkında en küçük bir "fikir" bile yoktu. Hatta o kadar yoktu ki, gökyüzünün esrarı hakkında gözle görülmüş gibi bir yığın bilgiler okuyan "Peygamber"lerden biri olsun, burnu ucundaki Yeni Dünyayı rüyasında bile göremezdi. Halbuki Hazreti Muhammed: "Kisraların beyaz sarayları"nı Arap kavmine tasvir ve vaadediyordu. Niçin? Çünkü Mekke'den kalkan Arap kervanları: Bizans ve Fars başkentlerindan geçiyorlardı. Arap gemileri ise, Hind ve Çin'in ötesine gidemiyorlardı. 8'inci ve 9'uncu yüzyıllarda Norveçliler ta Kuzey Amerika sahillerine kadar bazen varıyorlardı. Fakat bu devamlı bir ticaret ve iş ilişkisinden çok, tesadüf gibi idi.
Vakta ki Avrupa'da kapitalist ilişkiler arttı. Avrupa gemicileri yeni pazarlar aramaya çıktılar. Maddi işin (ticaretin) genişleyişi ister istemez insan düşüncesine yeni bir ülke kazandırdı: Amerika!.. Bugün Amerika ile hem düşünce, hem iş ilişkilerimiz sıkı fıkıdır. Eğer Amerika ile bütün iş, ticaret, ulaşım ilişkilerimiz kopuverse değil manevi ilişkilerimizin devam etmesi, belki Amerika kıtasının dünyadan kopup ayrıldığına inanmıya kalkışırız.
Bu örneklerden anlıyoruz ki, DÜŞÜNCE ilişkilerini, İŞ ilişkileri doğurur. Şu halde toplumun iç zembereği ve öz bağı iş ilişkisidir. Onun için toplum belirli bir iş cihazıdır. (Rakı çeken imbik bir cihazdır. Toplumu bir imbiğe benzetirsek, ve imbik rakı yerine iş çıkarırsa, cihaz nereye kadar uzanırsa, toplum da oraya kadar vardır. Toplum ilişkileri ondan öteye gidemez.) Toplum, insanların belirli bir iş tarzı üstündeki en geniş ilişkileridir.
II. Toplum ve Birey
İnsan toplum içinde yaşar. Tek başına, toplum dışında birey yoktur. Bu belli: toplumsuz insan, insansız toplum olmaz. Fakat toplum ve birey diye iki şey vardır. Birey, bütün toplumun içinde bir tek insandır. Toplum; bütün (o bir kişinin dışındaki) insanlarla nesneler ve düşünceler toplamıdır. Bireyle toplum arasında muhakkak ki karşılıklı ilişkiler vardır. Bu ilişkilerin özünü anlamak için iki noktaya bakalım:
1- Birey mi toplumu, toplum mu bireyi yapar?: Biliyoruz ki bireyler topluma teker teker gelirler. Anasından doğan çocuk topluma ilk gelen bireyin ta kendisidir. Bu yeni misafirin durumu şudur:
a) Topluma doğan birey yapayalnız gelmekle kalmaz; bomboş, hiçbir şeysiz gelir. Ayağında donu ne kadar yoksa, kafasında en ufak bir düşünce de o kadar yoktur.
b) Bu manen ve maddeten çırılçıplak ziyaretçinin karşısında ise; milyonlarca insan, dağlar gibi yığılmış nesneler (binalar, makineler vs), deryalar gibi yığılmış düşünceler (adetler, görenekler, terbiye, ilim, kitaplar) tıklım tıklım dopdolu.
Şimdi, bu kudretli toplumun himayesinden bir gün uzak kalsa, ölecek olan cılız bireycik, topluma egemendir, diyebilir miyiz?
İş bu kadarla da bitmez. Toplum bireye, dünyaya geldikten sonra değil, daha anasının rahmine düşerken bile egemendir. Birey ana rahmine eğer Avusturalya kabilelerinden birinde düştüyse, "VAHŞİ"; Çat gölü etrafında düştüyse, "YAMYAM"; Avrupa'da düştüyse, "MEDENİ" damgasını yiyecektir. Düştüğü rahim, Rokfeller'in gelinine aitse, birey muhakkak ki bir milyarder olur; rahim Parisli bankerin metresine aitse, anadan doğma bir Fransız vatanperveri olur; Bursalı fabrikatör Hacı B.'nin haremine aitse, yüzde doksan dokuz koyu müslüman vatandaşımız olur; Çin Kuli'sine aitse, beş yaşından itibaren fabrika ızgaralarında bir avuç pirinçlik ücretle zıbaran yırtıcı şeytan olur; sosyalist işçi arkadaşa aitse, sosyalist bir genç adayı olarak hayata gözlerini açar...
Birey topluma geldi; istediği yere değil, anasının oturduğu saraya veya tekke izbesine girer. Ağzına ilk memeyi, kafasına ilk izleri ailesi dökecektir. Birey şunu veya bunu istiyemez, istiyebilmesi için yapabilmesi lazımdır. Her ne kadar Anayasa, "Her Türk hür doğar" derse de, ailesi Türk ise o da, Ortodoks ise o da, işçi ise o da, serseri ise o da kural olarak o olacaktır. Gelelim 7 yaşında; bireyimiz okul görecek mutlulardansa, Milli Eğitim Bakanlığının izin verdiği kitaptan vatanı kimin kurtar-dığını, millet uğruna ölmenin şerefliliğini ezberliyecek, sonra işçi ise fabrikaya, zenginse Galatasaray Lisesine girecektir.
20-25 yaşına kadar Basın Kanunu'nun müsaade ettiği "iki çiçek bir böcek" edebiyatı okuyacak, ruhun maddeden üstün ve çelişkisiz olduğunu, sınıfsız bir millet olan Türklüğün dünyadan üstün, eşsiz olduğunu ispat eden fikriyatı [ideolojiyi] öğrenecektir. Artık kafası ütülenmiştir. Bireyin hak ve geleceği besbelli olmuştur. Birey kurnaz bir banker, görenekçi bir köylü, parlak bir asker, sönük bir işçi ve ilh. yollarından birine, bir daha dönemiyecek bir şekilde girmiştir. Bulunduğu toplumun bulunduğu sınıfında rol oynıyacak, düşünce şahlandıracaktır. Birey, kendini ve çevresini eleştirme çağına eriştiği zaman, çok defa çıkarı eleştirinin önüne geçer: O sınıf çıkarıdır.
I- Toplum Nedir ?
Toplum, ilk bakınca, göze bir insan kümelenmesi gibi gözükür. Fakat:
1- TOPLUM DEDİĞİMİZ KÜMEDE ÜÇ ŞEY VARDIR: İnsan, nesne, düşünce.. İnsanla fikrin sırf topluma bağlı olduğu bellidir. TOPLUM NESNESİ deyince ne anlıyoruz? Üç şey:
a) İstihsal Vasıtaları (Üretim Araçları): Çekiç, orak, dürbün, makine gibi insanın doğadan parça koparmasında ve bu kopardığı parçaların insana faydalı olacak biçimde şeklini değiştirmesinde kullandığı şeylerdir.
b) İstihlak Vasıtaları (Tüketim Araçları): İnsanın yaşaması için, üretimin ihtiyaçları için sarfettiği, tükettiği; yiyecek, giyecek, ısınacak, barınacak, ilk ve ham madde gibi şeylerdir.
c) Tevzi Vasıtaları (Dağıtım Araçları): Üretim ve tüketimin arasında; otomobil, vapur, yol gibi aletleri yahut ürünleri bir yerden başka bir yere dağıtmaya yarıyan şeyler. Ulaşım araçları da bu araya girer.
Bu üç türlü NESNE ancak toplum içinde, insan işine yaradıkları için "TOPLUM NESNESİ"dirler. Toplum ve GÖRDÜKLERİ İŞ dışında kalır kalmaz, toplum nesnesi olmaktan çıkarlar. Mesela: dağbaşında kalmış bir çekiç yahut dürbün, denizin dibine batmış bir gemi, yerin altında unutulmuş bir eski zaman şehri toplum nesnesi değildirler.
DÜŞÜNCELER: İnsanlar arasında iki çeşit ilişki vardır:
a) MADDİ İLİŞKİ: İş (Üretim, yani nesnelerin faydalı olacak surette biçimini değiştirme) ilişkileri;
b) MANEVİ İLİŞKİ (Duygu+düşünce+dilek)le olur. Bu çeşit ilişkilere bir kelime ile "DÜŞÜNCE İLİŞKİLERİ" denir. İşte bu manevi ilişkilere yarıyan şey Düşüncedir.
2- TOPLUM GERÇEK BİR KÜMEDİR: İki türlü küme tanıyoruz:
a) Uydurma Küme: Mesela binlerce ağacı kesip bir meydana yığalım. Bu bir ağaç kümesidir. Fakat uydurma bir kümedir. Gene mesela bir memleketteki bütün 15 yaşındaki kızları bir meydana toplıyalım. Bu bir kız kümesidir, ama uydurma bir kümedir. Niçin? Çünkü bu ağaçların, bu kızların aralarında hiç bir ilişki yoktur. Onları bir araya getiren, birtakım ilişkiler değil, biziz. Bu kümeleri biz uydurduk.
b) Gerçek Küme: Yukarıdaki ağaçlara, kesilmeden önceki orman halinde iken bakalım. Meydana koyduğumuz ağaçlardan birkaçını alsak, geri kalan ağaçlar ne büyür, ne küçülürler; oldukları gibi kalırlar. Halbuki ormandaki ağaçlardan bir kısmını kessek, geri kalan orman ağaçlarından bir kısmı, kesilen ağaçların gölgesinden kurtuldukları için, daha fazla büyümeye başlarlar. Bir başka kısmı ise, bilakis, çok güneşten susuz kalır ve kururlar. Demek ki ormanın ağaçları birbirinden ayrı gözüktükleri halde, karşılıklı olarak ilişkidedirler. Bir ağacın başına birşey geldi mi, öteki ağaçlar bundan iyilik veya kötülük görürler. Onun için, ormandaki ağaç kümesine "gerçek küme" denir.
İşte toplumdaki insanlar da böyle gerçek bir kümedirler. Meydandaki kızlardan birkaç kızı ayırsak, geri kalan kızlar oldukları gibi kalırlar. Halbuki toplumdan bir örnek alalım: İstanbul'un trikotaj fabrikalarında çalışan genç kızları, bir gün fabrikalarından kaldırıversek, ne olur?
İki şey:
1) Kızları günde 8 liraya çalıştıran patronlar böyle ucuz işgücünden mahrum kalacakları için zarar ederler.
2) Yetişkin işçiler ise, o kadar ucuza işçi bulamıyan patrondan daha yüksek ücret alırlar. Onun için toplum uydurma değil, gerçek bir kümedir.
3- ÖZ İLİŞKİ İŞ İLİŞKİSİDİR: Toplum gerçek bir kümedir. Çünkü insanlar arasında (devamlı+karşılıklı) ilişki vardır. Fakat bu ilişki nedir? Yukarıda da söylediğimiz gibi, insan ilişkileri iki türlüdür:
1) Maddi, iş ilişkileri;
2) Manevi, düşünce ilişkileri...
Acaba bu iki çeşit ilişkiden hangisi öz ve ana ilişkidir de, ötekisini doğurur? Şüphesiz iş ilişkisi. Nasıl? Bunu anlamak için örnekler verelim.
a) Bir fabrikanın işçileri birbirleriyle fikir ilişkilerinde bulunur ve tanışırlar. Fakat tanışma ve görüşmelerine sebep nedir? Fabrikada çalışmak zorunluluğu değil mi? Eğer bu fabrika işi olmazsa, yüzlerce insan biraraya gelmiyecek ve aralarında başka bir iş ilişkisi de yoksa, birbirleriyle tanışıp görüşemiyeceklerdi de.
b) Derebeylik zamanında her köylü tarlasının ürünüyle beslenir, davarının yünü ile giyinirdi. Dışarıdan ne bir şey satın alır, ne de birşey satardı. Sadece ürünün yarısını, yahut üçte ikisini ağasına verirdi. Böyle bir köylü, ağasından ve köyünden, yani iş ilişkisinde bulunduklarından başkasını tanımaz, dünya yıkılsa aldırmazdı. Onun için, bir köyün dili, hiç ilişkide bulunmadığı uzak bir köyün diline tamamıyle uymazdı. Bugün bile, derebeğilik olan Doğu illerimizde, arası 10 saati geçmiyen Palu'nun Zazacası ile Dersim'in Kürtçesi başka başka dillerdir. (Dil, manevi ilişki vasıtasıdır).
Halbuki, bugün İstanbul'da çalışan tütün işçisini ele alalım. Onun işlediği tütün ta Amerika'ya gider. Yani, işçi Amerika ile iş ilişkisinde bulunur. Amerika'da buhran çıkarsa, kazançlar azalır, tütün tüketimi azalır; Amerika Türkiye'den tütün almaz. Türk işçisi işsiz kalır. O zaman ister istemez Amerika'da ne olup bittiğini öğrenir ve ta Amerika ile bir çeşit düşünce ilişkisi yapar.[Kurar]. Kendi yağıyla kavrulan bir Dersimli köylü, bir gün iş bulmak için Amerika'ya gitse, köyüne 10 saat mesafedeki Palu'nun Zazacasını bilmediği halde, Amerika'da çalışırken onların dilini öğrenir.
c) Dünya yuvarlağı beş kıtadır. Ama insan fikri 16'ncı yüzyıla kadar bunlardan yalnız üçünü biliyordu. Çünkü yalnız üçü (Avrupa, Asya ve Afrika) arasında maddi iş ilişkisi devamlı surette vardı. 15'inci yüzyılın sonuna kadar Eski Dünyada Amerika hakkında en küçük bir "fikir" bile yoktu. Hatta o kadar yoktu ki, gökyüzünün esrarı hakkında gözle görülmüş gibi bir yığın bilgiler okuyan "Peygamber"lerden biri olsun, burnu ucundaki Yeni Dünyayı rüyasında bile göremezdi. Halbuki Hazreti Muhammed: "Kisraların beyaz sarayları"nı Arap kavmine tasvir ve vaadediyordu. Niçin? Çünkü Mekke'den kalkan Arap kervanları: Bizans ve Fars başkentlerindan geçiyorlardı. Arap gemileri ise, Hind ve Çin'in ötesine gidemiyorlardı. 8'inci ve 9'uncu yüzyıllarda Norveçliler ta Kuzey Amerika sahillerine kadar bazen varıyorlardı. Fakat bu devamlı bir ticaret ve iş ilişkisinden çok, tesadüf gibi idi.
Vakta ki Avrupa'da kapitalist ilişkiler arttı. Avrupa gemicileri yeni pazarlar aramaya çıktılar. Maddi işin (ticaretin) genişleyişi ister istemez insan düşüncesine yeni bir ülke kazandırdı: Amerika!.. Bugün Amerika ile hem düşünce, hem iş ilişkilerimiz sıkı fıkıdır. Eğer Amerika ile bütün iş, ticaret, ulaşım ilişkilerimiz kopuverse değil manevi ilişkilerimizin devam etmesi, belki Amerika kıtasının dünyadan kopup ayrıldığına inanmıya kalkışırız.
Bu örneklerden anlıyoruz ki, DÜŞÜNCE ilişkilerini, İŞ ilişkileri doğurur. Şu halde toplumun iç zembereği ve öz bağı iş ilişkisidir. Onun için toplum belirli bir iş cihazıdır. (Rakı çeken imbik bir cihazdır. Toplumu bir imbiğe benzetirsek, ve imbik rakı yerine iş çıkarırsa, cihaz nereye kadar uzanırsa, toplum da oraya kadar vardır. Toplum ilişkileri ondan öteye gidemez.) Toplum, insanların belirli bir iş tarzı üstündeki en geniş ilişkileridir.
II. Toplum ve Birey
İnsan toplum içinde yaşar. Tek başına, toplum dışında birey yoktur. Bu belli: toplumsuz insan, insansız toplum olmaz. Fakat toplum ve birey diye iki şey vardır. Birey, bütün toplumun içinde bir tek insandır. Toplum; bütün (o bir kişinin dışındaki) insanlarla nesneler ve düşünceler toplamıdır. Bireyle toplum arasında muhakkak ki karşılıklı ilişkiler vardır. Bu ilişkilerin özünü anlamak için iki noktaya bakalım:
1- Birey mi toplumu, toplum mu bireyi yapar?: Biliyoruz ki bireyler topluma teker teker gelirler. Anasından doğan çocuk topluma ilk gelen bireyin ta kendisidir. Bu yeni misafirin durumu şudur:
a) Topluma doğan birey yapayalnız gelmekle kalmaz; bomboş, hiçbir şeysiz gelir. Ayağında donu ne kadar yoksa, kafasında en ufak bir düşünce de o kadar yoktur.
b) Bu manen ve maddeten çırılçıplak ziyaretçinin karşısında ise; milyonlarca insan, dağlar gibi yığılmış nesneler (binalar, makineler vs), deryalar gibi yığılmış düşünceler (adetler, görenekler, terbiye, ilim, kitaplar) tıklım tıklım dopdolu.
Şimdi, bu kudretli toplumun himayesinden bir gün uzak kalsa, ölecek olan cılız bireycik, topluma egemendir, diyebilir miyiz?
İş bu kadarla da bitmez. Toplum bireye, dünyaya geldikten sonra değil, daha anasının rahmine düşerken bile egemendir. Birey ana rahmine eğer Avusturalya kabilelerinden birinde düştüyse, "VAHŞİ"; Çat gölü etrafında düştüyse, "YAMYAM"; Avrupa'da düştüyse, "MEDENİ" damgasını yiyecektir. Düştüğü rahim, Rokfeller'in gelinine aitse, birey muhakkak ki bir milyarder olur; rahim Parisli bankerin metresine aitse, anadan doğma bir Fransız vatanperveri olur; Bursalı fabrikatör Hacı B.'nin haremine aitse, yüzde doksan dokuz koyu müslüman vatandaşımız olur; Çin Kuli'sine aitse, beş yaşından itibaren fabrika ızgaralarında bir avuç pirinçlik ücretle zıbaran yırtıcı şeytan olur; sosyalist işçi arkadaşa aitse, sosyalist bir genç adayı olarak hayata gözlerini açar...
Birey topluma geldi; istediği yere değil, anasının oturduğu saraya veya tekke izbesine girer. Ağzına ilk memeyi, kafasına ilk izleri ailesi dökecektir. Birey şunu veya bunu istiyemez, istiyebilmesi için yapabilmesi lazımdır. Her ne kadar Anayasa, "Her Türk hür doğar" derse de, ailesi Türk ise o da, Ortodoks ise o da, işçi ise o da, serseri ise o da kural olarak o olacaktır. Gelelim 7 yaşında; bireyimiz okul görecek mutlulardansa, Milli Eğitim Bakanlığının izin verdiği kitaptan vatanı kimin kurtar-dığını, millet uğruna ölmenin şerefliliğini ezberliyecek, sonra işçi ise fabrikaya, zenginse Galatasaray Lisesine girecektir.
20-25 yaşına kadar Basın Kanunu'nun müsaade ettiği "iki çiçek bir böcek" edebiyatı okuyacak, ruhun maddeden üstün ve çelişkisiz olduğunu, sınıfsız bir millet olan Türklüğün dünyadan üstün, eşsiz olduğunu ispat eden fikriyatı [ideolojiyi] öğrenecektir. Artık kafası ütülenmiştir. Bireyin hak ve geleceği besbelli olmuştur. Birey kurnaz bir banker, görenekçi bir köylü, parlak bir asker, sönük bir işçi ve ilh. yollarından birine, bir daha dönemiyecek bir şekilde girmiştir. Bulunduğu toplumun bulunduğu sınıfında rol oynıyacak, düşünce şahlandıracaktır. Birey, kendini ve çevresini eleştirme çağına eriştiği zaman, çok defa çıkarı eleştirinin önüne geçer: O sınıf çıkarıdır.
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
Buraya kadar gördüğümüz birey, toplum deryasının içine düşmüş bir süngere benzer. Süngerin içinde ne varsa, o denizden gelmiştir. Bireyi bir sünger gibi sıkalım, içinden çıkan ve benimdir dediği şey, (din, ahlak, adet, alışkanlıklar, ilim, görüş) hepsi, içinde yaşadığı (aile, çevre, okul, hayat, sınıf)tan gelme ve dolmadır; konuştuğu dil, edindiği huy, taşıdığı fikir etrafından kapmadır.
Onun için, toplumu birey değil, bireyi toplum yapar. Biz, bir bireyin ne olduğunu; niçin İsa'ya değil de Muhammed'e inandığını; neden vatanperverlik öğütlerken, yetişkin işçi yerine gündeliği 5 liraya genç kız çalıştırdığını; niye kaatil veya müntehir(*), büyüklere itaatçı veya isyancı, ahretçi veya dünyacı olduğunu toplumda tuttuğu yere bakarak anlarız. Ve o zaman, o bireyin şöyle olmayıp ta böyle bulunuşunun sebebini görmüş oluruz.
Bir de bunun tersini yapalım. Mesela 1908'den önceki istibdadı, padişahların zalim ruhu ile, İstiklal dövüşünü paşaların dehası ile açıklamaya başlıyalım. O zaman bize sorarlar: Niçin 1908 tarihinden önce bugünkü paşalar yetişmemiş? Padişahlar bunca zaman hüküm sürmek istemişlerse, bugün sürmek istemiyorlar mı imiş?
Bir soru: Bazı büyük ve kudretli adamlar var. Bunlar, toplumda her bireyin oynıyamadığı rolleri oynarlar. Bu, bazı bireylerin topluma hükmettiğini göstermez mi? Hayır. Bunu anlamak için iki örnek alalım:
a) BİR KAPİTALİST; fabrikasında binlerce işçiye iş verir. İşçiler bir grev yapsa, derhal valisinden polisine kadar hükümet memurları sokağa dökülür; ve gazeteler, grev teşvikçilerine ateş püskürürler. İş Kanunu Ticaret Odası'nda konuşulurken, fabrikatörümüzün raporu dinlenir. Sanayii Teşvik Kanunu değiştirilmek istenirken, Ankara'ya delege giden ve Başbakan'dan istediği vaadi alan işverenimizdir. Ve ilh., ve ilh... Acaba sermayedar birey niçin bu kadar kuvvetlidir? Çünkü sermaye sahibidir. Sermaye nedir? Yıllarca çalışmış işçi ve köylülerin emeğinden çalınarak biriktirilmiş bir sosyal kuvvettir. Nitekim Rusya'da işçiler isyan edip sermayeleri emekçi sınıfa mal eder etmez, bütün o sermayedar gaspodinlere sıçan deliği bin para oldu. Çünkü ellerinden sermaye denilen ve toplum ait olan kuvvet alındı.
b) BİR PAŞA; yüzbinlerce kişilik orduları dağdan taştan aşırarak düşman ordusuna saldırtıyor. Şehirler zaptediyor, vatanlar kurtarıyor. Her birey bunu yapabilir mi? İsterseniz hayır diyelim. Anadan doğma bireyin niçin işveren veya paşa olduğunu da aramıyalım. Hatta paşanın kullandığı silahları, kumanda ettiği nefer ve subaycıkları, Allah gibi çamurdan falan mı yarattığını da sormıyalım. Yalnız, bakalım paşa orduyu nasıl güdüyor? Kıt'alardan gelen raporlar, istihbarat, paşanın emirlerini götüren telefonlar, emirberler, borazanlar, nihayet her askerin rütbe sırasına göre itaat ettiği mutlak bir disiplin var. Bu üç şey, paşamızın marifet ve icatları değil, yüzyıllardan beri toplumun biriktirdiği deneyim, yöntem ve araçların ürünüdür. Eğer bu üç şeyin birden ortadan kalktığını farzedersek; faraza asker isyan eder ve söz dinlemezse, ordu ve civarı ile olan bütün bağlar kopuverirse, paşamızın hali nice olur? Paşamız dünyanın en yüksek, bilgiç, dahi kumandanı olsa bile, bağlantısız ve düzensiz bir ordu ile, felaketinden başka neyi hazırlıyabilir? O halde, paşanın bireysel kuvveti sandığımız büyüklüğü nerden geliyor? Örgüt kuvvetinden. Bu örgüt neye bağımlıdır? İçinde yaşadığı toplumun gereklerine.
2- Bireyin toplumda hiç mi rolü yok: Yukarıda dediğimizi daha iyi canlandırmak için, insanı deniz içindeki süngere benzetmiştik. Fakat elbet insan cansız ve etkisiz bir sünger parçası değildir. Toplum gibi, insanı da yapan, gördüğü iş ve geçimidir. Eğer bir toplumda insanların geçimleri ve çıkarları hep bir ise, yeni gelen bireyler de topluma zahmetsizce kaynaşıp gider. Fakat toplumda; bir çalışanlar, bir de çalıştıranlar diye gördüğü işi, geçimi ve çıkarı ayrı ayrı olan birey kümeleri, sınıflar varsa, bireyin varlığı iki çeşit yol tutar:
a) ÇALIŞTIRAN SINIF'ın bireyleri, toplumdan aldıkları düşüncelerin gittikçe, sınıf çıkarlarına zıt olmadığını görür ve bu düşünceleri benimser kuvvetlendirir. Burada bir "mide fesadı" yoktur.
b) ÇALIŞAN (MAHKUM) SINIF bireyleri için mesele bambaşkadır:
i- İlk aldığı terbiye; de üstün olan yönler, öğrendiği düşünceler önce hep egemen sınıfın egemen terbiye ve düşünceleridir. Çocukluğunda yuttuğu bu macunla kafası ağırlaşır. Çocuğun geçimi henüz ağzına dökülen hazır bulamaçlardır; onun için çocuk, hazırlanan düşünce taratorlarını da olduğu gibi yutmakta henüz bir sakınca görmez. Fakat hayata atılır atılmaz, geçimini hazırlop bulamaçla değil, kendi işiyle başarmaya başlar başlamaz, gördükleriyle bildiklerinin birbirini tutmadığını arpa boyu da olsa anlar. Ve bir zaman yuttuğu taratorlar şimdi midesini bozar.
ii- içinde büyüdüğü sınıf; zaten öteden beri, böyle kendilerine yutturulmuş egemen sınıf haşhaşlarıyla mideleri bozulanlar kümesidir. Sınıfının etkisi çocuğa belki daha küçükken haşhaş yutmamayı az çok öğretir. O zaman, çalıştıranların çalışanlara yaptıkları tarator aşısı tutmaz olur. Toplum içinde çıkarları ve düşünceleri çatışan iki zıt sınıf karşı karşıya gelir.
Bu söylediklerimizi başka türlü düşünelim: Toplumda (insan+fikir+nesne)ler vardır. Fakat bu üçlüden yalnız birisi etkin ve canlıdır: İNSAN... Düşünce havada değil, insanların kafasındadır. Nesneler kendiliklerinden değil, insanlar tarafından hareket ettirilir ve ürün yaratırlar. ETKİN birey olmasa; ne düşünce, ne toplum nesnesi, ne de toplum olmaz. Toplumda en küçük bir kımıldanış ve kıymet ancak bireyler tarafından yapılır. Toplumda olan biten herşeyin yaratıcısı olan bireyler, acaba bu toplumu istedikleri yere, istedikleri gibi yürütemez, toplum içinde dilediklerini yapamazlar mı? İnsanın bir şeyi isteyişi malum. Bu isteyiş topluma etki eder mi? Eder. Bu etki mutlaka fertlerin istediği sonucu verir mi? Buna cevap vermek için, evvelce gördüğümüz iki örneğe bakalım:
a) SINIFLI TOPLUMDA : Mesela: kapitalizmde, patron fazla kar yapmak için, günde 12-14 saat çalıştırarak habire yığınla mal yığar. Fakat işçilere az ücret verdiği için, malına alıcı bulamaz, buhranla fiyatlar müthiş düşer. Kar bekliyen patron, zarar, hatta iflas eder. Alman Kayzeri Türkiye'den geçen Bağdat hattı ile Hind'i, Çin'i yutmak niyetiyle Birinci Evren Savaşına girdi. Ama Alman işçisi isyan bayrağını kaldırır kaldırmaz tacından tahtından oldu. Niçin bireyler, sınıflar dileklerine tam kavuşamıyorlar, yahut bazen dileklerinin tam tersini buluyorlar.
Çünkü sınıflı toplumu bir arabaya benzetirsek, onu, bir sınıf sağa çekmek isterken, ötekisi sola sürükler. O zaman araba-toplum, ne sağa, ne sola, hiçbir sınıfın dilemediği başka bir yöne sürüklenir. Ancak sınıflardan birisi ötekisini felce uğrattığı zamandır ki, toplum arabasını bir müddet için olsun istediği tarafa sürebilir. Yani, toplumda sınıflar oldukça, adeta toplum bireylere egemendir.
b) SINIFSIZ TOPLUMDA : Yüksek sosyalizmde sınıf yoktur; her birey, toplumun eşit haklı, ortak çıkarlı bir parçasıdır. Bütün işler bir merkezden kurulu saat gibi işler. Kimse; "Bu benim mülkümdür, kimse karışamaz" diyemez. Herşey herkesindir. Birinin çıkarı bir diğerinin zararına olamaz. Birinin dileğine ötekisi karşı koymak şöyle dursun, yardım eder. O zaman toplum arabasını sağa itersek sağa, sola itersek sola götürürüz. Araba tıkır tıkır peşimizden gelir. Bireyler arabanın peşinden değil...
Yani, sınıfsız toplumda bireyler topluma egemendir. Bireyler her zaman için toplumun motorudurlar. Fakat motorlar zıt yönde işletilirse, motor istenilmiyen yöne gider. Bir tek yönde işletilirse, motor dosdoğru istenilen yöne dümdüz gitmeye zorunludur. Çifte uskurlu denizyolları vapurlarının motorlarında da birer kafa olup ta düşünseydiler, kendi kendilerine: "Acaba niçin birimiz sağa, birimiz sola pervane vururken, ne sağa ne sola gitmiyoruz? İkimizi de ileriye doğru sürükliyen kuvvet motor kuvvetimizden başka bir ruh mudur ki?" diye belki düşünürler.
Bugün içinde yaşadığımız topluma bakınca, onda, hiç değişmez gibi gözüken bazı adetler, kurallar, fikirler görüyoruz. Avusturalya'da, Güney Amerika'da yaşayışları hiç bizimkine benzemiyen toplumcuklar olduğunu biliriz. Bunlara kısaca "Vahşi" diyorlar. Fakat biz "Vahşi"miyiz ya? Hayır. Şu halde belki de bazılarımız, o Vahşi insanları, ya Allahın hışmına uğramış, ya da içlerinden bizimkiler gibi "kafalı adam" yetiştiremiyecek kadar geri ve aşağılık bir ırk farzedebilirler.
Böyle düşünenlerimiz bu düşüncelerini muhakkak zenginlerden, kapitalistlerle arazi sahiplerinden kapmışlardır. Çünkü onlar zaten, kendi yaşadıkları toplumda bile, fakir köylü ile işçiyi hor, aşağı, bayağı görmeye, işçi ve köylülerdeki bu aşağılığı, ya onların "kafasız"lıklarından, yada Allahın hışmından ileri geldi diye göstermeye zorunludurlar. İşçiler ise, zaten "Aşağı sınıf"tan olduğu için, öteki Vahşilerin ne olduklarını, nereden geldiklerini olduğu gibi aramaktan korkmazlar. İşçiler nasıl "kafasızlıklarından" aşağı kalmış değilseler, herhalde geri topluluklar da kafasızlıklarından geri kalmış olamıyacaklardır.
Buraya geldik mi, insanlığın tarihini daha bir olduğu gibi araştırmaya başlarız. O zaman daha kolay hatırlarız: Şu bizim kapitalist toplumundan önce Türkiye'de bir Meşrutiyet kapitalizmi vardı. Meşrutiyet'ten önce, başka adet ve kanunlu derebeği saltanatı vardı. Osmanlı saltanatından önce Türkler, oymak denilen kabile ve aşiretler halinde yaşarlardı. Bu ilkel kabilelerde, bugün bizim tüylerimizi ürpertecek şeyler olurdu. Mesela; baba ölünce oğul anası ile evlenirdi. Şu halde bizim toplum da her zaman şimdiki gibi değilmiş. Biz de bir zamanlar "Vahşi" iken, gittikçe değişmişiz... Acaba toplum, ilk günlerinden bugüne kadar hangi biçimlerden geçerek gelmiştir? Bunu bütünüyle anlamak ayrı konudur.
Hikmet Kıvılcımlı
Onun için, toplumu birey değil, bireyi toplum yapar. Biz, bir bireyin ne olduğunu; niçin İsa'ya değil de Muhammed'e inandığını; neden vatanperverlik öğütlerken, yetişkin işçi yerine gündeliği 5 liraya genç kız çalıştırdığını; niye kaatil veya müntehir(*), büyüklere itaatçı veya isyancı, ahretçi veya dünyacı olduğunu toplumda tuttuğu yere bakarak anlarız. Ve o zaman, o bireyin şöyle olmayıp ta böyle bulunuşunun sebebini görmüş oluruz.
Bir de bunun tersini yapalım. Mesela 1908'den önceki istibdadı, padişahların zalim ruhu ile, İstiklal dövüşünü paşaların dehası ile açıklamaya başlıyalım. O zaman bize sorarlar: Niçin 1908 tarihinden önce bugünkü paşalar yetişmemiş? Padişahlar bunca zaman hüküm sürmek istemişlerse, bugün sürmek istemiyorlar mı imiş?
Bir soru: Bazı büyük ve kudretli adamlar var. Bunlar, toplumda her bireyin oynıyamadığı rolleri oynarlar. Bu, bazı bireylerin topluma hükmettiğini göstermez mi? Hayır. Bunu anlamak için iki örnek alalım:
a) BİR KAPİTALİST; fabrikasında binlerce işçiye iş verir. İşçiler bir grev yapsa, derhal valisinden polisine kadar hükümet memurları sokağa dökülür; ve gazeteler, grev teşvikçilerine ateş püskürürler. İş Kanunu Ticaret Odası'nda konuşulurken, fabrikatörümüzün raporu dinlenir. Sanayii Teşvik Kanunu değiştirilmek istenirken, Ankara'ya delege giden ve Başbakan'dan istediği vaadi alan işverenimizdir. Ve ilh., ve ilh... Acaba sermayedar birey niçin bu kadar kuvvetlidir? Çünkü sermaye sahibidir. Sermaye nedir? Yıllarca çalışmış işçi ve köylülerin emeğinden çalınarak biriktirilmiş bir sosyal kuvvettir. Nitekim Rusya'da işçiler isyan edip sermayeleri emekçi sınıfa mal eder etmez, bütün o sermayedar gaspodinlere sıçan deliği bin para oldu. Çünkü ellerinden sermaye denilen ve toplum ait olan kuvvet alındı.
b) BİR PAŞA; yüzbinlerce kişilik orduları dağdan taştan aşırarak düşman ordusuna saldırtıyor. Şehirler zaptediyor, vatanlar kurtarıyor. Her birey bunu yapabilir mi? İsterseniz hayır diyelim. Anadan doğma bireyin niçin işveren veya paşa olduğunu da aramıyalım. Hatta paşanın kullandığı silahları, kumanda ettiği nefer ve subaycıkları, Allah gibi çamurdan falan mı yarattığını da sormıyalım. Yalnız, bakalım paşa orduyu nasıl güdüyor? Kıt'alardan gelen raporlar, istihbarat, paşanın emirlerini götüren telefonlar, emirberler, borazanlar, nihayet her askerin rütbe sırasına göre itaat ettiği mutlak bir disiplin var. Bu üç şey, paşamızın marifet ve icatları değil, yüzyıllardan beri toplumun biriktirdiği deneyim, yöntem ve araçların ürünüdür. Eğer bu üç şeyin birden ortadan kalktığını farzedersek; faraza asker isyan eder ve söz dinlemezse, ordu ve civarı ile olan bütün bağlar kopuverirse, paşamızın hali nice olur? Paşamız dünyanın en yüksek, bilgiç, dahi kumandanı olsa bile, bağlantısız ve düzensiz bir ordu ile, felaketinden başka neyi hazırlıyabilir? O halde, paşanın bireysel kuvveti sandığımız büyüklüğü nerden geliyor? Örgüt kuvvetinden. Bu örgüt neye bağımlıdır? İçinde yaşadığı toplumun gereklerine.
2- Bireyin toplumda hiç mi rolü yok: Yukarıda dediğimizi daha iyi canlandırmak için, insanı deniz içindeki süngere benzetmiştik. Fakat elbet insan cansız ve etkisiz bir sünger parçası değildir. Toplum gibi, insanı da yapan, gördüğü iş ve geçimidir. Eğer bir toplumda insanların geçimleri ve çıkarları hep bir ise, yeni gelen bireyler de topluma zahmetsizce kaynaşıp gider. Fakat toplumda; bir çalışanlar, bir de çalıştıranlar diye gördüğü işi, geçimi ve çıkarı ayrı ayrı olan birey kümeleri, sınıflar varsa, bireyin varlığı iki çeşit yol tutar:
a) ÇALIŞTIRAN SINIF'ın bireyleri, toplumdan aldıkları düşüncelerin gittikçe, sınıf çıkarlarına zıt olmadığını görür ve bu düşünceleri benimser kuvvetlendirir. Burada bir "mide fesadı" yoktur.
b) ÇALIŞAN (MAHKUM) SINIF bireyleri için mesele bambaşkadır:
i- İlk aldığı terbiye; de üstün olan yönler, öğrendiği düşünceler önce hep egemen sınıfın egemen terbiye ve düşünceleridir. Çocukluğunda yuttuğu bu macunla kafası ağırlaşır. Çocuğun geçimi henüz ağzına dökülen hazır bulamaçlardır; onun için çocuk, hazırlanan düşünce taratorlarını da olduğu gibi yutmakta henüz bir sakınca görmez. Fakat hayata atılır atılmaz, geçimini hazırlop bulamaçla değil, kendi işiyle başarmaya başlar başlamaz, gördükleriyle bildiklerinin birbirini tutmadığını arpa boyu da olsa anlar. Ve bir zaman yuttuğu taratorlar şimdi midesini bozar.
ii- içinde büyüdüğü sınıf; zaten öteden beri, böyle kendilerine yutturulmuş egemen sınıf haşhaşlarıyla mideleri bozulanlar kümesidir. Sınıfının etkisi çocuğa belki daha küçükken haşhaş yutmamayı az çok öğretir. O zaman, çalıştıranların çalışanlara yaptıkları tarator aşısı tutmaz olur. Toplum içinde çıkarları ve düşünceleri çatışan iki zıt sınıf karşı karşıya gelir.
Bu söylediklerimizi başka türlü düşünelim: Toplumda (insan+fikir+nesne)ler vardır. Fakat bu üçlüden yalnız birisi etkin ve canlıdır: İNSAN... Düşünce havada değil, insanların kafasındadır. Nesneler kendiliklerinden değil, insanlar tarafından hareket ettirilir ve ürün yaratırlar. ETKİN birey olmasa; ne düşünce, ne toplum nesnesi, ne de toplum olmaz. Toplumda en küçük bir kımıldanış ve kıymet ancak bireyler tarafından yapılır. Toplumda olan biten herşeyin yaratıcısı olan bireyler, acaba bu toplumu istedikleri yere, istedikleri gibi yürütemez, toplum içinde dilediklerini yapamazlar mı? İnsanın bir şeyi isteyişi malum. Bu isteyiş topluma etki eder mi? Eder. Bu etki mutlaka fertlerin istediği sonucu verir mi? Buna cevap vermek için, evvelce gördüğümüz iki örneğe bakalım:
a) SINIFLI TOPLUMDA : Mesela: kapitalizmde, patron fazla kar yapmak için, günde 12-14 saat çalıştırarak habire yığınla mal yığar. Fakat işçilere az ücret verdiği için, malına alıcı bulamaz, buhranla fiyatlar müthiş düşer. Kar bekliyen patron, zarar, hatta iflas eder. Alman Kayzeri Türkiye'den geçen Bağdat hattı ile Hind'i, Çin'i yutmak niyetiyle Birinci Evren Savaşına girdi. Ama Alman işçisi isyan bayrağını kaldırır kaldırmaz tacından tahtından oldu. Niçin bireyler, sınıflar dileklerine tam kavuşamıyorlar, yahut bazen dileklerinin tam tersini buluyorlar.
Çünkü sınıflı toplumu bir arabaya benzetirsek, onu, bir sınıf sağa çekmek isterken, ötekisi sola sürükler. O zaman araba-toplum, ne sağa, ne sola, hiçbir sınıfın dilemediği başka bir yöne sürüklenir. Ancak sınıflardan birisi ötekisini felce uğrattığı zamandır ki, toplum arabasını bir müddet için olsun istediği tarafa sürebilir. Yani, toplumda sınıflar oldukça, adeta toplum bireylere egemendir.
b) SINIFSIZ TOPLUMDA : Yüksek sosyalizmde sınıf yoktur; her birey, toplumun eşit haklı, ortak çıkarlı bir parçasıdır. Bütün işler bir merkezden kurulu saat gibi işler. Kimse; "Bu benim mülkümdür, kimse karışamaz" diyemez. Herşey herkesindir. Birinin çıkarı bir diğerinin zararına olamaz. Birinin dileğine ötekisi karşı koymak şöyle dursun, yardım eder. O zaman toplum arabasını sağa itersek sağa, sola itersek sola götürürüz. Araba tıkır tıkır peşimizden gelir. Bireyler arabanın peşinden değil...
Yani, sınıfsız toplumda bireyler topluma egemendir. Bireyler her zaman için toplumun motorudurlar. Fakat motorlar zıt yönde işletilirse, motor istenilmiyen yöne gider. Bir tek yönde işletilirse, motor dosdoğru istenilen yöne dümdüz gitmeye zorunludur. Çifte uskurlu denizyolları vapurlarının motorlarında da birer kafa olup ta düşünseydiler, kendi kendilerine: "Acaba niçin birimiz sağa, birimiz sola pervane vururken, ne sağa ne sola gitmiyoruz? İkimizi de ileriye doğru sürükliyen kuvvet motor kuvvetimizden başka bir ruh mudur ki?" diye belki düşünürler.
Bugün içinde yaşadığımız topluma bakınca, onda, hiç değişmez gibi gözüken bazı adetler, kurallar, fikirler görüyoruz. Avusturalya'da, Güney Amerika'da yaşayışları hiç bizimkine benzemiyen toplumcuklar olduğunu biliriz. Bunlara kısaca "Vahşi" diyorlar. Fakat biz "Vahşi"miyiz ya? Hayır. Şu halde belki de bazılarımız, o Vahşi insanları, ya Allahın hışmına uğramış, ya da içlerinden bizimkiler gibi "kafalı adam" yetiştiremiyecek kadar geri ve aşağılık bir ırk farzedebilirler.
Böyle düşünenlerimiz bu düşüncelerini muhakkak zenginlerden, kapitalistlerle arazi sahiplerinden kapmışlardır. Çünkü onlar zaten, kendi yaşadıkları toplumda bile, fakir köylü ile işçiyi hor, aşağı, bayağı görmeye, işçi ve köylülerdeki bu aşağılığı, ya onların "kafasız"lıklarından, yada Allahın hışmından ileri geldi diye göstermeye zorunludurlar. İşçiler ise, zaten "Aşağı sınıf"tan olduğu için, öteki Vahşilerin ne olduklarını, nereden geldiklerini olduğu gibi aramaktan korkmazlar. İşçiler nasıl "kafasızlıklarından" aşağı kalmış değilseler, herhalde geri topluluklar da kafasızlıklarından geri kalmış olamıyacaklardır.
Buraya geldik mi, insanlığın tarihini daha bir olduğu gibi araştırmaya başlarız. O zaman daha kolay hatırlarız: Şu bizim kapitalist toplumundan önce Türkiye'de bir Meşrutiyet kapitalizmi vardı. Meşrutiyet'ten önce, başka adet ve kanunlu derebeği saltanatı vardı. Osmanlı saltanatından önce Türkler, oymak denilen kabile ve aşiretler halinde yaşarlardı. Bu ilkel kabilelerde, bugün bizim tüylerimizi ürpertecek şeyler olurdu. Mesela; baba ölünce oğul anası ile evlenirdi. Şu halde bizim toplum da her zaman şimdiki gibi değilmiş. Biz de bir zamanlar "Vahşi" iken, gittikçe değişmişiz... Acaba toplum, ilk günlerinden bugüne kadar hangi biçimlerden geçerek gelmiştir? Bunu bütünüyle anlamak ayrı konudur.
Hikmet Kıvılcımlı
Geri: Kısaca Marksizm Düşünüşü
III. İlk Komünizm ve Anahanlık
Çağının toplumudur. Bilimin 19'uncu yüzyılın son zamanlarında meydana çıkardığı ilk insan toplumu: "İLKEL SOSYALİZM"dir. İlkel sosyalizm toplumunda şu özellikleri görüyoruz:
- Mülkiyet : Kişicil mülk, "şu senindir, bu benim" yok. Herşey herkesindir. Medeni bir insanın gözünü faltaşı gibi açtıran en "kıymetli" şeylerde ilk komünizm insanı hiçbir "kıymet" görmez. Mesela: İspanyollar Amerika'ya ayak bastıkları zaman, San Salvador adasında rastladıkları "VAHŞİ"lerin boyunlarındaki altınları daha istemeden, vahşiler çıkarıp kendilerine veriyorlardı. Bu durumu bir tarihçi şöyle yazıyor:
"Yabaniler, İspanyolların altına olan harisane nazarlarını görünce, altın eşyalarını teklifle beraber, garbe doğru işaret ederek altının ileride çok olduğunu haber verirler idi." (Mehmet Murat, "Tarih'i Umumi", C.V.s. 341-342)
Arada söylemiş olalım: Kapitalist medenileri, kendilerine herşeylerini veren bu "Vahşi"leri sonra bire dek doğramışlardı.
Kişicil mülkiyetin bulunmadığı ilk toplumda, bireylere ait bir tek şey olduğu rivayet edilir: AD... Her ilk komünistin "benimdir" diyebildiği yalnız adıdır. Ama bireye ait gibi görünen bu ad bile, gene topluluğundur. Birey kendi adına ömrü oldukça (kayd'ı hayatla) sahipti. Fakat ölür ölmez adı da topluluğa dönerdi.
- Eşitlik : İlk komünizmde herşey herkesin olduğu gibi, her İŞ de herkese aitti. İnsanlar arasında çıkar ikiliği olmadığı için, böyle ikiliklerden çıkan zıtlıkları, insanın insanla çarpışmasını hafifletmeye yarıyan KANUN adlı birtakım yasakları da yoktu. Her birey, toplumda aynı işi gören, aynı hakkı kazanan eşit bir yoldaş ve kardeşti. Kanun kelimesi bile bulunmıyan bir toplumda ise, bu kanunları uygulayacak BAŞ'ların, ULU'ların yeri olmadığını söylemeye hacet var mı? İlk komünizmde yalnız bir yerde Baş görünürdü: Savaşta... Savaş bitince de, Baş gene ortadan kalkar, gene "Sen de sen, ben de ben" oluyordu.
- Adalet : İlk komünizmde her insan bir başka insana eşittir. Kimse kimseden üstün ve ayrıcalıklı olamaz. Demek toplulukta bir bireye yapılan kötülük, ancak o kötülüğü yapana da aynen yapmakla temizlenebilirdi. İşte bu sebepten, iki netice çıkıyordu:
1- Kısas,
2- Kandavası...
1- Kısas : Toplulukta bir bireye ne yapılmışsa, yapana da aynı şeyi yapmaktır. Başa baş, göze göz, dişe diş, cana can! Yani:
1) Eğer birisi birini öldürürse, öldürenin bir tek cezası vardır: Ölüm...
2) Birisi birinin bir uzvunu, vücudundan bir parçayı sakatladıysa, sakatlıyanın da aynı uzvu sakatlanacaktır. Hatta, suçlu yakalandığı zaman, kısası yapanlar, bizzat suçlunun en yakın akrabaları idi.
2- Kandavası : Bir topluluktan bir birey, başka bir topluluğun bir bireyini öldürür veya yaralarsa, KORUMA içgüdüsü ile EŞİTLİLİK duygusu, saldırıya uğrayan topluluğun saldırandan aynen intikam almasını gerektirirdi. Onun için, vurulan topluluktan herhangi biri, vuran topluluktan herhangi birini vurmadıkça, rahat etmez ve vurduğu zaman da derin bir haz duyardı. Hala bugün bile, bir Diyarbakır'lı bir Dersim'liyi vursa, bir Dersim'li gider Diyarbakır'da hiçbir şeyden haberi olmıyan birini vurur döner: İntikam alınmıştır.
- Aile : Topluluğun içinde birkaç kişinin özel bir mülkü bulunmayınca, (kadın+erkek+çocuk) veya (karı+koca+evlat) diye ayrı bir varlığın da olması imkansızdı. İlk Komünizmde topluluğun her bireyi birbirine eşitti. Demek ki kadın da erkek kadar eşit haklı bir toplumdaş idi. Nasıl bir erkeğin bir başka erkekten üstünlüğü kabul edilmiyor idiyse, tıpkı öyle, bir erkeğin bir kadından üstün olabileceği düşüncesi de akla sığmıyordu. Çalışmak ve geçinmekte nasıl herkes eşit ve kardeş idiyse, erkeklik ve kadınlıkta da her birey eşit haklı idi. Ne bir erkek bir kadına aitti, ne de bir kadın bir erkeğin malı idi. Bütün topluluk tek bir aile idi.
- Kavrayış ve Düşünceler : İnsanlar topluluğun içinde eşittiler. Eşit insanların ruhunda; topluluk ta doğaın içinde ancak eşit olabilirdi. Yani toplulukla doğa birbirinden farksız görünürdü. Her tek insan nasıl kendisini insan topluluğunun bütününden ayırt edemiyorsa, tıpkı öyle, insan toplulukları da kendilerini doğanın bütünlüğünden ayırt edemediler. Topluluk insanı; nasıl, yaptığı her kımıldayışta bir canlılık ve maksat güdüyorsa, tıpkı öyle, topluluk dışındaki doğa da, insan dışı bütün varlıklar da her hareketleri ile ister istemez ve dolayısıyle de maksatlı sayıldı.
Varlığı, yani insan topluluğu ile doğayı bir bütün olarak canlı ve amaçlı sayan görüşe ve evren anlayışına: ANİMİZM adı veriliyor. İlkel sosyalist komunanın insanları bütün inançlarında ve düşüncelerinde ANİMİST (Cancı) idiler. Ve toplulukta olduğu gibi, doğada da her olayın canlı bir maksatla yürüdüğünü kavrıyan bir düşünce yolu tuttular. Sonradan sınıflı topluluk olan Medeniyet insanlarının düşünce metodlarına MANTIK (Lojik) denildi. İlkel Komuna insanının Cancı biçimde işleyen düşünce metoduna ÖN-MANTIK (Pre-Lojik: Mantık Öncesi) adı veriliyor.
İlkel sosyalist topluluğun bütün duygu, düşünce ve dilekleri gibi, gerek insancıl ve gerek insanüstü düşünceleri de, bizim bildiğimiz MANTIK kurallarına göre işlemedi; ÖN-MANTIK kurallarına göre işledi. Toplumda hiçbir ayrıcalıklı kişinin bulunmadığı AŞAĞI Barbarlık için TOTEM öyle bir mantığın ürünüdür. Toplumda erkeğin sürü sahibi olmağa başlaması ile beliren Babahan ayrıcalıklılığını türeten ORTA Barbarlık çağı için TABU inançları da aynı mantığın ürünüdür. Bugün bizim mantığımıza sığmasa da, Ön-Mantığın işleyişine göre anlamlı ve normaldir.
İlkel Sosyalizm Komunasında herşey gibi Güzelsanat ta ORTAK idi. Ayrı ayrı dalları yoktu. Bir güzelsanat üçüzünün bütünlüğünü taşıyordu:
ŞİİR+MÜZİK+DANS... Üçü bir arada vardı. Ve hep birden bütün Komuna Kandaşlarının katıldığı, herkesin işi ve görevi idi. İlkel Komunaya göre herkes topluluğun malı olduğu gibi, gene herkes ancak toplulukta ve topluluk olarak hem şair, hem müzisyen, hem de dansçı idi. Falan şairdir, filan kişi müzisyendir gibi, sınıflı toplumun, bir bütün olan insanı parça parça ederek, yarattığı ruh bölümleri ve kültür dağınıklıkları ilkel sosyalist toplumda yoktu.
Kısaca özetlediğimiz ilkel sosyalizm Komunasındaki tutumlarla, ondan sonra gelen ve zamanımıza dek uzayan SOSYAL SINIFLI Medeniyet topluluklarındaki tutumlar, anlattığımız nedenlerle, hemen her yerde ve her zaman birbirleriyle taban tabana zıttırlar. Bugün 20'nci yüzyıl ortasında sınıflı toplulukların içinde yüzdükleri binbir zıtlıkları, çelişki ve çatışkıları her insan gibi hepimiz az çok biliyoruz. Bunların ayrıntılarını burada tekrarlamak yersiz olur. Yalnız, yukarıda İlkel Komuna için yapılmış kısa özetler, sınıflı toplumların kavrayışları, düşünceleri, inançları ile karşılaştıırabilir. Bu işi herkes kendiliğinden ve kolayca yapabileceği için, ayrıca karşılaştırmaya bu satırlar zorlanmamalıdır.
Hikmet Kıvılcımlı
Çağının toplumudur. Bilimin 19'uncu yüzyılın son zamanlarında meydana çıkardığı ilk insan toplumu: "İLKEL SOSYALİZM"dir. İlkel sosyalizm toplumunda şu özellikleri görüyoruz:
- Mülkiyet : Kişicil mülk, "şu senindir, bu benim" yok. Herşey herkesindir. Medeni bir insanın gözünü faltaşı gibi açtıran en "kıymetli" şeylerde ilk komünizm insanı hiçbir "kıymet" görmez. Mesela: İspanyollar Amerika'ya ayak bastıkları zaman, San Salvador adasında rastladıkları "VAHŞİ"lerin boyunlarındaki altınları daha istemeden, vahşiler çıkarıp kendilerine veriyorlardı. Bu durumu bir tarihçi şöyle yazıyor:
"Yabaniler, İspanyolların altına olan harisane nazarlarını görünce, altın eşyalarını teklifle beraber, garbe doğru işaret ederek altının ileride çok olduğunu haber verirler idi." (Mehmet Murat, "Tarih'i Umumi", C.V.s. 341-342)
Arada söylemiş olalım: Kapitalist medenileri, kendilerine herşeylerini veren bu "Vahşi"leri sonra bire dek doğramışlardı.
Kişicil mülkiyetin bulunmadığı ilk toplumda, bireylere ait bir tek şey olduğu rivayet edilir: AD... Her ilk komünistin "benimdir" diyebildiği yalnız adıdır. Ama bireye ait gibi görünen bu ad bile, gene topluluğundur. Birey kendi adına ömrü oldukça (kayd'ı hayatla) sahipti. Fakat ölür ölmez adı da topluluğa dönerdi.
- Eşitlik : İlk komünizmde herşey herkesin olduğu gibi, her İŞ de herkese aitti. İnsanlar arasında çıkar ikiliği olmadığı için, böyle ikiliklerden çıkan zıtlıkları, insanın insanla çarpışmasını hafifletmeye yarıyan KANUN adlı birtakım yasakları da yoktu. Her birey, toplumda aynı işi gören, aynı hakkı kazanan eşit bir yoldaş ve kardeşti. Kanun kelimesi bile bulunmıyan bir toplumda ise, bu kanunları uygulayacak BAŞ'ların, ULU'ların yeri olmadığını söylemeye hacet var mı? İlk komünizmde yalnız bir yerde Baş görünürdü: Savaşta... Savaş bitince de, Baş gene ortadan kalkar, gene "Sen de sen, ben de ben" oluyordu.
- Adalet : İlk komünizmde her insan bir başka insana eşittir. Kimse kimseden üstün ve ayrıcalıklı olamaz. Demek toplulukta bir bireye yapılan kötülük, ancak o kötülüğü yapana da aynen yapmakla temizlenebilirdi. İşte bu sebepten, iki netice çıkıyordu:
1- Kısas,
2- Kandavası...
1- Kısas : Toplulukta bir bireye ne yapılmışsa, yapana da aynı şeyi yapmaktır. Başa baş, göze göz, dişe diş, cana can! Yani:
1) Eğer birisi birini öldürürse, öldürenin bir tek cezası vardır: Ölüm...
2) Birisi birinin bir uzvunu, vücudundan bir parçayı sakatladıysa, sakatlıyanın da aynı uzvu sakatlanacaktır. Hatta, suçlu yakalandığı zaman, kısası yapanlar, bizzat suçlunun en yakın akrabaları idi.
2- Kandavası : Bir topluluktan bir birey, başka bir topluluğun bir bireyini öldürür veya yaralarsa, KORUMA içgüdüsü ile EŞİTLİLİK duygusu, saldırıya uğrayan topluluğun saldırandan aynen intikam almasını gerektirirdi. Onun için, vurulan topluluktan herhangi biri, vuran topluluktan herhangi birini vurmadıkça, rahat etmez ve vurduğu zaman da derin bir haz duyardı. Hala bugün bile, bir Diyarbakır'lı bir Dersim'liyi vursa, bir Dersim'li gider Diyarbakır'da hiçbir şeyden haberi olmıyan birini vurur döner: İntikam alınmıştır.
- Aile : Topluluğun içinde birkaç kişinin özel bir mülkü bulunmayınca, (kadın+erkek+çocuk) veya (karı+koca+evlat) diye ayrı bir varlığın da olması imkansızdı. İlk Komünizmde topluluğun her bireyi birbirine eşitti. Demek ki kadın da erkek kadar eşit haklı bir toplumdaş idi. Nasıl bir erkeğin bir başka erkekten üstünlüğü kabul edilmiyor idiyse, tıpkı öyle, bir erkeğin bir kadından üstün olabileceği düşüncesi de akla sığmıyordu. Çalışmak ve geçinmekte nasıl herkes eşit ve kardeş idiyse, erkeklik ve kadınlıkta da her birey eşit haklı idi. Ne bir erkek bir kadına aitti, ne de bir kadın bir erkeğin malı idi. Bütün topluluk tek bir aile idi.
- Kavrayış ve Düşünceler : İnsanlar topluluğun içinde eşittiler. Eşit insanların ruhunda; topluluk ta doğaın içinde ancak eşit olabilirdi. Yani toplulukla doğa birbirinden farksız görünürdü. Her tek insan nasıl kendisini insan topluluğunun bütününden ayırt edemiyorsa, tıpkı öyle, insan toplulukları da kendilerini doğanın bütünlüğünden ayırt edemediler. Topluluk insanı; nasıl, yaptığı her kımıldayışta bir canlılık ve maksat güdüyorsa, tıpkı öyle, topluluk dışındaki doğa da, insan dışı bütün varlıklar da her hareketleri ile ister istemez ve dolayısıyle de maksatlı sayıldı.
Varlığı, yani insan topluluğu ile doğayı bir bütün olarak canlı ve amaçlı sayan görüşe ve evren anlayışına: ANİMİZM adı veriliyor. İlkel sosyalist komunanın insanları bütün inançlarında ve düşüncelerinde ANİMİST (Cancı) idiler. Ve toplulukta olduğu gibi, doğada da her olayın canlı bir maksatla yürüdüğünü kavrıyan bir düşünce yolu tuttular. Sonradan sınıflı topluluk olan Medeniyet insanlarının düşünce metodlarına MANTIK (Lojik) denildi. İlkel Komuna insanının Cancı biçimde işleyen düşünce metoduna ÖN-MANTIK (Pre-Lojik: Mantık Öncesi) adı veriliyor.
İlkel sosyalist topluluğun bütün duygu, düşünce ve dilekleri gibi, gerek insancıl ve gerek insanüstü düşünceleri de, bizim bildiğimiz MANTIK kurallarına göre işlemedi; ÖN-MANTIK kurallarına göre işledi. Toplumda hiçbir ayrıcalıklı kişinin bulunmadığı AŞAĞI Barbarlık için TOTEM öyle bir mantığın ürünüdür. Toplumda erkeğin sürü sahibi olmağa başlaması ile beliren Babahan ayrıcalıklılığını türeten ORTA Barbarlık çağı için TABU inançları da aynı mantığın ürünüdür. Bugün bizim mantığımıza sığmasa da, Ön-Mantığın işleyişine göre anlamlı ve normaldir.
İlkel Sosyalizm Komunasında herşey gibi Güzelsanat ta ORTAK idi. Ayrı ayrı dalları yoktu. Bir güzelsanat üçüzünün bütünlüğünü taşıyordu:
ŞİİR+MÜZİK+DANS... Üçü bir arada vardı. Ve hep birden bütün Komuna Kandaşlarının katıldığı, herkesin işi ve görevi idi. İlkel Komunaya göre herkes topluluğun malı olduğu gibi, gene herkes ancak toplulukta ve topluluk olarak hem şair, hem müzisyen, hem de dansçı idi. Falan şairdir, filan kişi müzisyendir gibi, sınıflı toplumun, bir bütün olan insanı parça parça ederek, yarattığı ruh bölümleri ve kültür dağınıklıkları ilkel sosyalist toplumda yoktu.
Kısaca özetlediğimiz ilkel sosyalizm Komunasındaki tutumlarla, ondan sonra gelen ve zamanımıza dek uzayan SOSYAL SINIFLI Medeniyet topluluklarındaki tutumlar, anlattığımız nedenlerle, hemen her yerde ve her zaman birbirleriyle taban tabana zıttırlar. Bugün 20'nci yüzyıl ortasında sınıflı toplulukların içinde yüzdükleri binbir zıtlıkları, çelişki ve çatışkıları her insan gibi hepimiz az çok biliyoruz. Bunların ayrıntılarını burada tekrarlamak yersiz olur. Yalnız, yukarıda İlkel Komuna için yapılmış kısa özetler, sınıflı toplumların kavrayışları, düşünceleri, inançları ile karşılaştıırabilir. Bu işi herkes kendiliğinden ve kolayca yapabileceği için, ayrıca karşılaştırmaya bu satırlar zorlanmamalıdır.
Hikmet Kıvılcımlı
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz