Ulusal Sorun Üzerine Notlar
1 sayfadaki 1 sayfası
Ulusal Sorun Üzerine Notlar
Ulusal Sorun Üzerine Notlar
Volkan Yaraşır
Ulusal sorun kavramı ilk kez 20. yüzyılın başında Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çokuluslu devletlerin sınırları içindeki ulusal baskı ve egemenlik ilişkilerinden doğan sorunları tanımlamak için kullanıldı.
Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı ulusların, bağımsız devlet kurma mücadeleleriyle tartışılmaya başlanan ulusal sorunlar devrimci hareketlerin politik programlarında hızla yer aldı.
İmparatorlukların çözülme süreci, farklı siyasal güçlerin politik hedeflerine1 bağlı olarak, ulusal soruna farklı biçimlerde yaklaşmalarına yol açtı. Özellikle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kavramı üzerinde yürütülen tartışmalara ve tezlere muğlak içerikler yüklendi.
Bu kavrama yaklaşım üç temel yönelimde kendini dışa vurdu.
Emperyalist devletler için, sömürge alanlarını genişletmek ve hegemonyalarını yaymak doğrultusunda “yeni” doğan ulusların doğal hakkıydı.2 Ve “federalizm” anlamına gelmekteydi.
Reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler için ise bu hak, ezilen ulusun kültürel özerkliğine indirgenmişti. Bu indirgemenin temel nedeni politik programlarıyla bağlantılıydı. Mevcut devlet “aygıtını” yıkmak yerine sadece onu ele geçirmeyi amaçlayan reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler ulusal soruna da bu sınırlılık içinde yaklaştı.
Devrimci ve sosyalist hareketlerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini kabul etmesi ve bu ilkeyi siyasetlerinin temel bileşeni olarak formüle etmesi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sona erdiği ve emperyalizm çağına geçildiği koşullarda, özellikle I. paylaşım savaşının yaşandığı dönemde oldu.
Emperyalizm Çağı ve Ulusal Sorun
Kapitalizm 1860’lardan sonra yeni bir aşamaya girdi. 1880’lerden sonra daha net izlenebilir bir biçimde, hem kapitalist sistemin geneli, hem de kapitalist devletlerin niteliğinde önemli değişimler meydana geldi. 1860 öncesi kapitalizm ile 1900 başlarındaki kapitalizm karşı karşıya getirildiğinde, sözü edilen değişimin sadece üretimin yoğunlaşması ile tamamlanmadığı, aksine bu yoğunlaşma sürecinin daha önceden tanınmayan ancak zamanla tüm sisteme egemen olan yeni bir aşamayı ifade ettiği ortaya çıktı. Bu yoğunlaşma süreci, 1890’larda kendini “tekel” olarak ifade eden dev şirketlerin oluşumunu sağladı. 1860 öncesi kapitalizmin belirleyici özelliği olan m eta ihracı 1900’lerin başında sermaye ihracına dönüştü. Bu görünüşteki basit değişme, sözü geçen dünyada tüm sistemin yeni baştan organize olmasının da olanaklarını yarattı.
Otto Bauer ve Kautsky gibi önemli siyasi kimliklerin Marksist ekonomi kuramına bir katkı ve Kapital’in devamı olarak nitelendirdikleri Finans Kapital adlı eserinde Rudolf Hilfending, sanayi sermayesiyle banka sermayesinin içiçe geçmesiyle bu yeni dönemin serbest rekabetçi dönemden ayrıldığını, tekel oluşumları ile ekonomiye egemen olan yeni bir organizasyonun meydana geldiğini söyler. Lenin, bu kuramı siyasi bir perspektifle değerlendirerek, kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığını ifade eder ve bu yeni aşamayı şöyle tanımlar: “Emperyalizm tekellerinin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” 3
Lenin’in tanımından da anlaşılacağı gibi, emperyalizm döneminin temel argümanı “tekel”dir. Tekel, üretimin gittikçe daha da yoğunlaşması ve sermayenin gün geçtikçe merkezileşmesi anlamına gelmektedir. Serbest rekabetçi dönemin kendine ait mekanizması içinde doğan bu tekeller, rekabetin doğal sonucu olarak rakipleri karşısında güçlenip ekonomik sistemi denetim altına almayı başarmış, bu güçlü yapıları ile kapitalizmin serbest rekabete dayalı eski sistemini tasfiye ederek, kendilerinin belirleyici olduğu yeni kapitalizm yaratmışlardır. Tekeller ortaya çıktığı çağda ekonomik açıdan stratejik belirleyiciliği olan kömür ve demir gibi hammadde kaynaklarını ele geçirerek, uluslararası alanda stratejik bir konum elde etmişler, daha önceden basit işlerle uğraşan bankalarla birleşerek finansal bağımsızlığa ulaşmışlar, 1900’ün başlarına doğru ise neredeyse denetimsiz bir güç haline gelmişlerdir.
Tekellerin ekonomide bu derece güçlü bir organizasyona dönüşmesi, kısa sürede siyasi mekanizma üzerindeki etkilerini artırdı. Gelişmiş kapitalist ülkeler, 1890’lardan sonra tekellerin denetlendiği dev bir sömürgeci güç halini aldı. Devletlerin ulusal ve uluslararası politikaları da bu dev tekellerin ihtiyaçları çerçevesinde şekillendi. Bu süreç, bütün coğrafyaların hammadde ve pazar açısından yeniden paylaşımı anlamına geldi.
Kısacası Lenin’in deyimiyle emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Emperyalizm, tekellerin egemen olduğu, devletin onların denetimine girdiği ve dünyanın bu oluşumların ihtiyaçlarına göre yeniden paylaşıldığı, emperyalist ülkelerde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkinin, burjuvazi lehine değiştiği, emperyalizmin anavatanlarındaki bunalımların sömürgelere ihraç edildiği, merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın arttığı ve sermayenin yapısının hızla değiştiği, buna bağlı olarak da siyasi yapıda her anlamda yozlaşmanın, gericileşmenin başladığı dönemdir.
Emperyalizm, siyasi demokrasiye ilişkin taleplerden bir tanesini oluşturan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dahil olmak üzere, bütün olarak demokrasinin inkarı anlamını taşıdı.
Kapitalizmin bu evresinde ulusal sorun üç değişik biçimde kendini gösterdi.
Metropollerde rekabetçi döneme haiz ilerici burjuva ulusal hareketler bu dönemde sona erdi. Burjuvazi hem kendi ülkesinde, hem de sömürgelerdeki ulusları ezen, asimile eden bir tarzda hareket etti. Ulusal hareketler burjuvazi için egemenliğini yaymanın aracı olarak kullanılmaya çalışıldı.
Devrimciler için ise metropollerdeki ulusal sorun “siyasi bakımdan özgür anavatana geçiş değil... kapitalizm olarak olgunlaşmış anavatanda sosyalizme geçiş” sorunu olarak ele alındı.
Metropollerin dışında ulusal soruna ilişkin ikinci ülke tipini Habsburg İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sına bağlı coğrafyalar ve özellikle Doğu Avrupa ülkeleri oluşturdu. Bu ülkelerde ezen ulusa karşı, ezilen ulusun/ulusların anadil ve siyasal özgürlükler mücadelesi burjuva demokratik nitelikte gelişti.
Devrimciler için bu ülkelerdeki görev, ezen ve ezilen uluslardan işçilerin mücadelesini birleştirebilmek ve burjuva demokratik reformlara genel olarak toplumsal devrim hedefini destekleyecek içerik kazandırmak oldu. Bu anlamda ulusların kaderlerini tayin hakkının savulması vazgeçilmez bir koşul olarak ele alındı.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Özünde Proletaryanın Birleşik Hareketini Yaratmayı Hedefler
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı devrimciler için proletaryanın birleşik hareketinin yaratılması ve dünya devriminin olanaklarının artırılması açısından önem taşır. Devrimciler, burjuva milliyetçiliğinden farklı olarak ayrılmayı ve ulusal kimliğin bağımsız tek başına hedef haline getirilmesini onaylamaz.
Çünkü insanlığın kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplumla mümkündür. Bu her türlü tahakküm ve iktidar ilişkisinin reddi anlamına gelir.
Böylesi bir süreç ulusların ve halkların bütünleşmesi ve baskı altındaki bütün ulusların tam kurtuluşu yani özgürlüğüyle doğru orantılıdır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı bu anlamıyla ayrılma özgürlüğünü kullanmayı içerir. Bu da gönüllü birliğe giden yolu açacaktır. Çünkü ulusların bütünleşebilmeleri için önce özgür olmaları gerekir. Ancak insanlık bu aşamadan sonra sınıfların ve devletin ortadan kalktığı komünal düzene ulaşabilir.
Salt ulusal kültürel özerklik çerçevesinde bir yönelim, özünde burjuva siyasetini kapsar.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı ise işçi sınıfının siyasetini temsil eder. Ve bu iki yaklaşımın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir.
Her ulusal kültür aynı zamanda o ulusun egemen sınıfının damgasını taşıyan egemen kültürü ifade eder. Burjuva milliyetçiliği için ulusal kimliğin mutlak bir amaç olarak desteklenmesi ulus içindeki kendi egemenlik programının desteklenmesidir.
Volkan Yaraşır
Ulusal sorun kavramı ilk kez 20. yüzyılın başında Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu gibi çokuluslu devletlerin sınırları içindeki ulusal baskı ve egemenlik ilişkilerinden doğan sorunları tanımlamak için kullanıldı.
Çarlık Rusya’sı, Habsburg ve Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı ulusların, bağımsız devlet kurma mücadeleleriyle tartışılmaya başlanan ulusal sorunlar devrimci hareketlerin politik programlarında hızla yer aldı.
İmparatorlukların çözülme süreci, farklı siyasal güçlerin politik hedeflerine1 bağlı olarak, ulusal soruna farklı biçimlerde yaklaşmalarına yol açtı. Özellikle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” kavramı üzerinde yürütülen tartışmalara ve tezlere muğlak içerikler yüklendi.
Bu kavrama yaklaşım üç temel yönelimde kendini dışa vurdu.
Emperyalist devletler için, sömürge alanlarını genişletmek ve hegemonyalarını yaymak doğrultusunda “yeni” doğan ulusların doğal hakkıydı.2 Ve “federalizm” anlamına gelmekteydi.
Reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler için ise bu hak, ezilen ulusun kültürel özerkliğine indirgenmişti. Bu indirgemenin temel nedeni politik programlarıyla bağlantılıydı. Mevcut devlet “aygıtını” yıkmak yerine sadece onu ele geçirmeyi amaçlayan reformcu ve “milliyetçi” sosyalistler ulusal soruna da bu sınırlılık içinde yaklaştı.
Devrimci ve sosyalist hareketlerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini kabul etmesi ve bu ilkeyi siyasetlerinin temel bileşeni olarak formüle etmesi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sona erdiği ve emperyalizm çağına geçildiği koşullarda, özellikle I. paylaşım savaşının yaşandığı dönemde oldu.
Emperyalizm Çağı ve Ulusal Sorun
Kapitalizm 1860’lardan sonra yeni bir aşamaya girdi. 1880’lerden sonra daha net izlenebilir bir biçimde, hem kapitalist sistemin geneli, hem de kapitalist devletlerin niteliğinde önemli değişimler meydana geldi. 1860 öncesi kapitalizm ile 1900 başlarındaki kapitalizm karşı karşıya getirildiğinde, sözü edilen değişimin sadece üretimin yoğunlaşması ile tamamlanmadığı, aksine bu yoğunlaşma sürecinin daha önceden tanınmayan ancak zamanla tüm sisteme egemen olan yeni bir aşamayı ifade ettiği ortaya çıktı. Bu yoğunlaşma süreci, 1890’larda kendini “tekel” olarak ifade eden dev şirketlerin oluşumunu sağladı. 1860 öncesi kapitalizmin belirleyici özelliği olan m eta ihracı 1900’lerin başında sermaye ihracına dönüştü. Bu görünüşteki basit değişme, sözü geçen dünyada tüm sistemin yeni baştan organize olmasının da olanaklarını yarattı.
Otto Bauer ve Kautsky gibi önemli siyasi kimliklerin Marksist ekonomi kuramına bir katkı ve Kapital’in devamı olarak nitelendirdikleri Finans Kapital adlı eserinde Rudolf Hilfending, sanayi sermayesiyle banka sermayesinin içiçe geçmesiyle bu yeni dönemin serbest rekabetçi dönemden ayrıldığını, tekel oluşumları ile ekonomiye egemen olan yeni bir organizasyonun meydana geldiğini söyler. Lenin, bu kuramı siyasi bir perspektifle değerlendirerek, kapitalizmin yeni bir aşamaya ulaştığını ifade eder ve bu yeni aşamayı şöyle tanımlar: “Emperyalizm tekellerinin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” 3
Lenin’in tanımından da anlaşılacağı gibi, emperyalizm döneminin temel argümanı “tekel”dir. Tekel, üretimin gittikçe daha da yoğunlaşması ve sermayenin gün geçtikçe merkezileşmesi anlamına gelmektedir. Serbest rekabetçi dönemin kendine ait mekanizması içinde doğan bu tekeller, rekabetin doğal sonucu olarak rakipleri karşısında güçlenip ekonomik sistemi denetim altına almayı başarmış, bu güçlü yapıları ile kapitalizmin serbest rekabete dayalı eski sistemini tasfiye ederek, kendilerinin belirleyici olduğu yeni kapitalizm yaratmışlardır. Tekeller ortaya çıktığı çağda ekonomik açıdan stratejik belirleyiciliği olan kömür ve demir gibi hammadde kaynaklarını ele geçirerek, uluslararası alanda stratejik bir konum elde etmişler, daha önceden basit işlerle uğraşan bankalarla birleşerek finansal bağımsızlığa ulaşmışlar, 1900’ün başlarına doğru ise neredeyse denetimsiz bir güç haline gelmişlerdir.
Tekellerin ekonomide bu derece güçlü bir organizasyona dönüşmesi, kısa sürede siyasi mekanizma üzerindeki etkilerini artırdı. Gelişmiş kapitalist ülkeler, 1890’lardan sonra tekellerin denetlendiği dev bir sömürgeci güç halini aldı. Devletlerin ulusal ve uluslararası politikaları da bu dev tekellerin ihtiyaçları çerçevesinde şekillendi. Bu süreç, bütün coğrafyaların hammadde ve pazar açısından yeniden paylaşımı anlamına geldi.
Kısacası Lenin’in deyimiyle emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Emperyalizm, tekellerin egemen olduğu, devletin onların denetimine girdiği ve dünyanın bu oluşumların ihtiyaçlarına göre yeniden paylaşıldığı, emperyalist ülkelerde burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki ilişkinin, burjuvazi lehine değiştiği, emperyalizmin anavatanlarındaki bunalımların sömürgelere ihraç edildiği, merkezileşmenin ve yoğunlaşmanın arttığı ve sermayenin yapısının hızla değiştiği, buna bağlı olarak da siyasi yapıda her anlamda yozlaşmanın, gericileşmenin başladığı dönemdir.
Emperyalizm, siyasi demokrasiye ilişkin taleplerden bir tanesini oluşturan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dahil olmak üzere, bütün olarak demokrasinin inkarı anlamını taşıdı.
Kapitalizmin bu evresinde ulusal sorun üç değişik biçimde kendini gösterdi.
Metropollerde rekabetçi döneme haiz ilerici burjuva ulusal hareketler bu dönemde sona erdi. Burjuvazi hem kendi ülkesinde, hem de sömürgelerdeki ulusları ezen, asimile eden bir tarzda hareket etti. Ulusal hareketler burjuvazi için egemenliğini yaymanın aracı olarak kullanılmaya çalışıldı.
Devrimciler için ise metropollerdeki ulusal sorun “siyasi bakımdan özgür anavatana geçiş değil... kapitalizm olarak olgunlaşmış anavatanda sosyalizme geçiş” sorunu olarak ele alındı.
Metropollerin dışında ulusal soruna ilişkin ikinci ülke tipini Habsburg İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sına bağlı coğrafyalar ve özellikle Doğu Avrupa ülkeleri oluşturdu. Bu ülkelerde ezen ulusa karşı, ezilen ulusun/ulusların anadil ve siyasal özgürlükler mücadelesi burjuva demokratik nitelikte gelişti.
Devrimciler için bu ülkelerdeki görev, ezen ve ezilen uluslardan işçilerin mücadelesini birleştirebilmek ve burjuva demokratik reformlara genel olarak toplumsal devrim hedefini destekleyecek içerik kazandırmak oldu. Bu anlamda ulusların kaderlerini tayin hakkının savulması vazgeçilmez bir koşul olarak ele alındı.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Özünde Proletaryanın Birleşik Hareketini Yaratmayı Hedefler
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı devrimciler için proletaryanın birleşik hareketinin yaratılması ve dünya devriminin olanaklarının artırılması açısından önem taşır. Devrimciler, burjuva milliyetçiliğinden farklı olarak ayrılmayı ve ulusal kimliğin bağımsız tek başına hedef haline getirilmesini onaylamaz.
Çünkü insanlığın kurtuluşu sınıfsız, sömürüsüz ve devletsiz bir toplumla mümkündür. Bu her türlü tahakküm ve iktidar ilişkisinin reddi anlamına gelir.
Böylesi bir süreç ulusların ve halkların bütünleşmesi ve baskı altındaki bütün ulusların tam kurtuluşu yani özgürlüğüyle doğru orantılıdır. Ulusların kaderlerini tayin hakkı bu anlamıyla ayrılma özgürlüğünü kullanmayı içerir. Bu da gönüllü birliğe giden yolu açacaktır. Çünkü ulusların bütünleşebilmeleri için önce özgür olmaları gerekir. Ancak insanlık bu aşamadan sonra sınıfların ve devletin ortadan kalktığı komünal düzene ulaşabilir.
Salt ulusal kültürel özerklik çerçevesinde bir yönelim, özünde burjuva siyasetini kapsar.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı ise işçi sınıfının siyasetini temsil eder. Ve bu iki yaklaşımın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir.
Her ulusal kültür aynı zamanda o ulusun egemen sınıfının damgasını taşıyan egemen kültürü ifade eder. Burjuva milliyetçiliği için ulusal kimliğin mutlak bir amaç olarak desteklenmesi ulus içindeki kendi egemenlik programının desteklenmesidir.
Geri: Ulusal Sorun Üzerine Notlar
Enternasyonalizm, anadili kullanma hakkı dahil, tüm ulusal kültürel kimlik haklarının geliştirilmesini desteklemesi ise ikili bir yön taşır. Çeşitli uluslardan emekçilerin katkısına açık ve evrensel bir proleter kültür tüm ulusal kültürel hakların eksiksiz bir kullanımı yoluyla yaratılabilir. Bu evrensellik hedefi, ulusal kültürel hakların gelişiminin desteklenmesinin, milliyetçiliğin desteklenmesi biçimine dönüşmesini engeller.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Siyasal Bağımsızlık Hakkıdır
Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin özü, siyasal bağımsızlık ve ulusal devlet kurma hakkını içerir. Bir ulusun siyasal bağımsızlık elde etmesi emperyalizm koşullarında da mümkündür.
Emperyalizm uluslararası bağımlılık ilişkilerini tamamen ekonomik yöntemlerle de gerçekleştirebilir. Ulusal bir devlet kapitalist ilişkileri koruduğu sürece ulusların sömürülmesi ve ezilmesi önlenemez.
Emperyalizmin bağımlı ulusların ve sömürgelerin siyasi bağımsızlık talebine yönelik saldırılarının temel nedeni, siyasi bağımlılık ilişkilerinin iktisadi bağımlılığı daha ucuz ve daha az zahmetli kılmasından dolayıdır.
Emperyalizm açısından siyasi bağımlılık ilişkisinin sömürünün derinleşmesi açısından önem taşıdığı ortadadır.
Devrimciler, ulusal kurtuluş mücadelesinin emperyalist amaçlar için yararlanılabilir olduğu koşullarda dahi, ulusların kaderlerini tayin hakkını savunurlar. Ve savunularını, burjuvazinin mülksüzleştirilmesini sağlayacak toplumsal devrimin yaratılması mücadelesiyle birleştirirler.
Sömürgelerde Ulusal Sorun
20. yüzyılda ulusal sorun sömürgeler sorunu olarak biçimlendi. Bu yüzyılda emperyalist devletlerin nüfuz alanlarında ya da etkili olduğu coğrafyalarda ortaya çıkan sömürgeler sorunu, ulusal sorunu kapsayan nitelikte oldu.
Bundan dolayı sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri, sermayenin küresel egemenliğini sarsan ve uluslararası güç ilişkilerini bozan mahiyet taşıdı.
Bu mahiyetle bağıntılı olarak ulusal sorun, devletlerin iç sorunu olmaktan öte emperyalizme ilişkin bir sorun içeriğine büründü.
Sömürgeci merkez ülkelerden kopuşu hedefleyen, bir anlamda çokuluslu sömürge imparatorluklarının dağılma sürecini başlatan, sömürge devrimleri, ulusal sorun ve toplumsal devrim arasındaki birçok yeni unsuru devreye soktu.
Özellikle Ekim Devrimi’nin yarattığı atmosferle ve bir şiar haline gelen “sömürgelere özgürlük” sloganıyla, ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizme yönelimi gözlendi.
Emperyalizmin, her ne kadar sömürgecilik siyasi biçimi altında olsa bile, sermaye ihracını esas alan ekonomik işleyişi, sömürgelerdeki egemen sınıfların şekillenişini de belirledi. Yerel egemen sınıflar temel olarak kompradar burjuvazi ve milli burjuvazi olarak ikiye ayrıldı.
Sonuç olarak sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinde kendi kaderlerini tayin etmek isteyen özne ulus olarak tanımlanmaktan çıkarak, halk olarak tanımlanmaya başlandı.
Kurtuluş hareketleri burjuva milliyetçi bir içerikte değil, “halkçı” hareketler şeklinde gelişti ve toplumsal devrime yönelimin potansiyelini taşıdı.
Ulusal kurtuluş hareketleri, ezen ve ezilen iki ulus arasındaki bir çatışma olmaktan çıkarak, emperyalist uluslararası ilişkiler sistemini sorgulayan, bozan, altüst eden bir toplumsal devrim sürecini içinde taşıdı. Böylece ulusal sorun, fiili bir süreç olarak proletarya devriminin genel sorununun parçası haline geldi.
Ne var ki, bu süreç sınıf ittifakları ve yapısı gereği çelişik içerikteydi. Emperyalizme karşı farklı sınıf ve tabakalar -ulusal küçük burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı- bir araya gelerek birleşik ulusal cepheler oluşturmuştu. Ulusal cepheler içinde her sınıf ve tabaka politik ağırlıkları ölçüsünde mücadelenin seyrini etkilemeye çalıştı. Politik programlarına bağlı olarak siyasi ayrılma hakkından sınırlı bağımsızlığa ya da emperyalizmle ilişkilerin tasfiyesine kadar bir dizi radikal, devrimci ya da reformist önermeler geliştirildi.
Bugün açısından bakıldığında ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferden sonra anti-kapitalist hatta yürüyemedikleri ortaya çıktı. Hareketlerin anti-sömürgeci bir çizgide geliştiği, politik devrimden sonra ve siyasi bağımsızlıklarını elde etmeleriyle devlet kapitalizminin bir versiyonunu inşa ettikleri görüldü.
Çünkü anti-sömürgecilik ülkenin bağımsızlığıyla kendini sınırlar. 1945’ten sonra kurulan “yeni dünya düzeni” bir tarafta ABD, diğer tarafta SSCB’ye dayalı iki kutuplu bir dünyayı simgeliyordu. Ve bu iki devlet arasında oluşan makro dengeler bir tarihsel dönemi belirleyecek içerikte oldu.
Özellikle 1945-1990 arasında gelişen anti-sömürgeci hareketler bu dengenin yarattığı ve yönlendirdiği verili koşullarda kendini sınırladı. SSCB’den ve Çin’den aldıkları yardım, bu hareketlerin “sosyalist” bir söylem geliştirmelerine neden oldu.
Söylem düzeyindeki “sosyalist” vurgu genel bir yanılsamaya yol açtı. Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya’da bir dizi ulusal kurtuluş hareketi zaferle sonuçlansa da, iktidara yeni ve yerli egemen sınıflar el koydu. Bu ülkelerde ağırlıkla pro-sovyetik çizgide hareket egemen klikler ekonomik olarak ulusal kalkınmacı, içe dönük sermaye birikimini hedef alan özünde devlet kapitalizmi modellerini hayata geçirdi.
Bir dönem Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanında yer alan bu ülkeler, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991’deki “Büyük Çöküş”ten sonra hızla emperyalist-kapitalist ilişkilere entegre oldu. Bir başka bağlamda zaferden sonraki konumları da uluslararası iş bölüme bağlı gelişmişti. Kapitalizmi bir dünya ekonomisi sistemi olarak tanımlarsak, zaten bu ekonominin dolaylı bir parçası gibi konumlanmışlardı.
Öte yandan bir başka yanılgı ise bir ülkenin emperyalizmin askeri işgalinden kurtulması, o ülkenin emperyalizmin ekonomik ve siyasi ilişkiler ağından ve hegemonyasından kurtulması anlamını taşımadığıdır.
Emperyalizm her şeyden önce küresel bir olgudur. Tek bir ülkenin içinde emperyalizmin yenilmesini düşünmek, hem bu olgunun hem de emperyalizmin askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler bütünlüğünün anlaşılmadığını gösterir. Ve kapitalizmin küresel bir örgütlenme olduğunun es geçildiğini ortaya koyar.
Son olarak anti-sömürgeci devrimler eşitsiz ve birleşik bir sosyal devrim sürecini besleyen karakterde gelişebilirdi. Ne var ki 20. yüzyıl tarihinin bir dizi iç ve dış dengeleri buna izin vermedi.
1. Kapitalist tekelleşmenin en azgın dönemi, 1800’ün sonları ile 1900’lü yılların başlarına denk düşer. Sistemin ekonomik alt yapısındaki bu şiddetli alt üst oluşun, kısa sürede üst yapı kurumlarını etkilemesi kaçınılmazdı. Bu süreç bir yanıyla; sistemin yeniden yapılanması bağlamında, çokuluslu imparatorlukların çöküşünün, farklı toplum-devlet-birey ilişkilerinin ortaya çıkışının zeminlerini yarattı.
2. Kapitalizm, doğuş aşamasında ulus devlet temelinde güvenceye alınmış pazarlara ve bunu besleyen milliyetçiliğe ihtiyaç duydu. Milliyetçilik bir anlamda kapitalizmin gayrı meşru çocuğuydu. Kapitalizm, sınırları çizilmiş ve milliyetçilikle meşrulaştırılmış “ülke” ya da “devlet”le palazlanarak gelişti. Böylece hem pazar sorununa yanıt üretti hem de sömürülecek emek gücünü güvence altına aldı. Sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırdı.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Siyasal Bağımsızlık Hakkıdır
Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin özü, siyasal bağımsızlık ve ulusal devlet kurma hakkını içerir. Bir ulusun siyasal bağımsızlık elde etmesi emperyalizm koşullarında da mümkündür.
Emperyalizm uluslararası bağımlılık ilişkilerini tamamen ekonomik yöntemlerle de gerçekleştirebilir. Ulusal bir devlet kapitalist ilişkileri koruduğu sürece ulusların sömürülmesi ve ezilmesi önlenemez.
Emperyalizmin bağımlı ulusların ve sömürgelerin siyasi bağımsızlık talebine yönelik saldırılarının temel nedeni, siyasi bağımlılık ilişkilerinin iktisadi bağımlılığı daha ucuz ve daha az zahmetli kılmasından dolayıdır.
Emperyalizm açısından siyasi bağımlılık ilişkisinin sömürünün derinleşmesi açısından önem taşıdığı ortadadır.
Devrimciler, ulusal kurtuluş mücadelesinin emperyalist amaçlar için yararlanılabilir olduğu koşullarda dahi, ulusların kaderlerini tayin hakkını savunurlar. Ve savunularını, burjuvazinin mülksüzleştirilmesini sağlayacak toplumsal devrimin yaratılması mücadelesiyle birleştirirler.
Sömürgelerde Ulusal Sorun
20. yüzyılda ulusal sorun sömürgeler sorunu olarak biçimlendi. Bu yüzyılda emperyalist devletlerin nüfuz alanlarında ya da etkili olduğu coğrafyalarda ortaya çıkan sömürgeler sorunu, ulusal sorunu kapsayan nitelikte oldu.
Bundan dolayı sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri, sermayenin küresel egemenliğini sarsan ve uluslararası güç ilişkilerini bozan mahiyet taşıdı.
Bu mahiyetle bağıntılı olarak ulusal sorun, devletlerin iç sorunu olmaktan öte emperyalizme ilişkin bir sorun içeriğine büründü.
Sömürgeci merkez ülkelerden kopuşu hedefleyen, bir anlamda çokuluslu sömürge imparatorluklarının dağılma sürecini başlatan, sömürge devrimleri, ulusal sorun ve toplumsal devrim arasındaki birçok yeni unsuru devreye soktu.
Özellikle Ekim Devrimi’nin yarattığı atmosferle ve bir şiar haline gelen “sömürgelere özgürlük” sloganıyla, ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizme yönelimi gözlendi.
Emperyalizmin, her ne kadar sömürgecilik siyasi biçimi altında olsa bile, sermaye ihracını esas alan ekonomik işleyişi, sömürgelerdeki egemen sınıfların şekillenişini de belirledi. Yerel egemen sınıflar temel olarak kompradar burjuvazi ve milli burjuvazi olarak ikiye ayrıldı.
Sonuç olarak sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinde kendi kaderlerini tayin etmek isteyen özne ulus olarak tanımlanmaktan çıkarak, halk olarak tanımlanmaya başlandı.
Kurtuluş hareketleri burjuva milliyetçi bir içerikte değil, “halkçı” hareketler şeklinde gelişti ve toplumsal devrime yönelimin potansiyelini taşıdı.
Ulusal kurtuluş hareketleri, ezen ve ezilen iki ulus arasındaki bir çatışma olmaktan çıkarak, emperyalist uluslararası ilişkiler sistemini sorgulayan, bozan, altüst eden bir toplumsal devrim sürecini içinde taşıdı. Böylece ulusal sorun, fiili bir süreç olarak proletarya devriminin genel sorununun parçası haline geldi.
Ne var ki, bu süreç sınıf ittifakları ve yapısı gereği çelişik içerikteydi. Emperyalizme karşı farklı sınıf ve tabakalar -ulusal küçük burjuvazi, köylülük ve işçi sınıfı- bir araya gelerek birleşik ulusal cepheler oluşturmuştu. Ulusal cepheler içinde her sınıf ve tabaka politik ağırlıkları ölçüsünde mücadelenin seyrini etkilemeye çalıştı. Politik programlarına bağlı olarak siyasi ayrılma hakkından sınırlı bağımsızlığa ya da emperyalizmle ilişkilerin tasfiyesine kadar bir dizi radikal, devrimci ya da reformist önermeler geliştirildi.
Bugün açısından bakıldığında ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferden sonra anti-kapitalist hatta yürüyemedikleri ortaya çıktı. Hareketlerin anti-sömürgeci bir çizgide geliştiği, politik devrimden sonra ve siyasi bağımsızlıklarını elde etmeleriyle devlet kapitalizminin bir versiyonunu inşa ettikleri görüldü.
Çünkü anti-sömürgecilik ülkenin bağımsızlığıyla kendini sınırlar. 1945’ten sonra kurulan “yeni dünya düzeni” bir tarafta ABD, diğer tarafta SSCB’ye dayalı iki kutuplu bir dünyayı simgeliyordu. Ve bu iki devlet arasında oluşan makro dengeler bir tarihsel dönemi belirleyecek içerikte oldu.
Özellikle 1945-1990 arasında gelişen anti-sömürgeci hareketler bu dengenin yarattığı ve yönlendirdiği verili koşullarda kendini sınırladı. SSCB’den ve Çin’den aldıkları yardım, bu hareketlerin “sosyalist” bir söylem geliştirmelerine neden oldu.
Söylem düzeyindeki “sosyalist” vurgu genel bir yanılsamaya yol açtı. Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya’da bir dizi ulusal kurtuluş hareketi zaferle sonuçlansa da, iktidara yeni ve yerli egemen sınıflar el koydu. Bu ülkelerde ağırlıkla pro-sovyetik çizgide hareket egemen klikler ekonomik olarak ulusal kalkınmacı, içe dönük sermaye birikimini hedef alan özünde devlet kapitalizmi modellerini hayata geçirdi.
Bir dönem Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve nüfuz alanında yer alan bu ülkeler, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991’deki “Büyük Çöküş”ten sonra hızla emperyalist-kapitalist ilişkilere entegre oldu. Bir başka bağlamda zaferden sonraki konumları da uluslararası iş bölüme bağlı gelişmişti. Kapitalizmi bir dünya ekonomisi sistemi olarak tanımlarsak, zaten bu ekonominin dolaylı bir parçası gibi konumlanmışlardı.
Öte yandan bir başka yanılgı ise bir ülkenin emperyalizmin askeri işgalinden kurtulması, o ülkenin emperyalizmin ekonomik ve siyasi ilişkiler ağından ve hegemonyasından kurtulması anlamını taşımadığıdır.
Emperyalizm her şeyden önce küresel bir olgudur. Tek bir ülkenin içinde emperyalizmin yenilmesini düşünmek, hem bu olgunun hem de emperyalizmin askeri, siyasi ve ekonomik ilişkiler bütünlüğünün anlaşılmadığını gösterir. Ve kapitalizmin küresel bir örgütlenme olduğunun es geçildiğini ortaya koyar.
Son olarak anti-sömürgeci devrimler eşitsiz ve birleşik bir sosyal devrim sürecini besleyen karakterde gelişebilirdi. Ne var ki 20. yüzyıl tarihinin bir dizi iç ve dış dengeleri buna izin vermedi.
1. Kapitalist tekelleşmenin en azgın dönemi, 1800’ün sonları ile 1900’lü yılların başlarına denk düşer. Sistemin ekonomik alt yapısındaki bu şiddetli alt üst oluşun, kısa sürede üst yapı kurumlarını etkilemesi kaçınılmazdı. Bu süreç bir yanıyla; sistemin yeniden yapılanması bağlamında, çokuluslu imparatorlukların çöküşünün, farklı toplum-devlet-birey ilişkilerinin ortaya çıkışının zeminlerini yarattı.
2. Kapitalizm, doğuş aşamasında ulus devlet temelinde güvenceye alınmış pazarlara ve bunu besleyen milliyetçiliğe ihtiyaç duydu. Milliyetçilik bir anlamda kapitalizmin gayrı meşru çocuğuydu. Kapitalizm, sınırları çizilmiş ve milliyetçilikle meşrulaştırılmış “ülke” ya da “devlet”le palazlanarak gelişti. Böylece hem pazar sorununa yanıt üretti hem de sömürülecek emek gücünü güvence altına aldı. Sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırdı.
Similar topics
» Marksizm ve Ulusal Sorun
» Katalonya’da Ulusal Sorun
» Ulusal Sorunun Ele Alınışı Üzerine - J.V.Stalin
» Troçkizm Üzerine
» Kürt Açılımı Üzerine ve TRT Şeş
» Katalonya’da Ulusal Sorun
» Ulusal Sorunun Ele Alınışı Üzerine - J.V.Stalin
» Troçkizm Üzerine
» Kürt Açılımı Üzerine ve TRT Şeş
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz