Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
1 sayfadaki 1 sayfası
Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Alan Woods
Lenin siyasetin ekonominin yoğunlaşmış hali olduğunu söylemişti. Bir sosyoekonomik sistemin yaşayabilirliğinin son çözümlemede onun üretim araçlarını geliştirme yeteneğine dayandığı görüşü, tarihsel materyalizmin köşe taşıdır. Marx bu noktayı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz’de açıklıyordu. Üretici güçlerle “üstyapı” arasındaki ilişkiyi şöyle ifade ediyordu Marx: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. … Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Bununla birlikte, Marx ve Engels’in “her şeyi ekonomiye indirgediğini” ileri süren bildik karikatürle Marksizmin hiçbir ilgisi yoktur. Bu apaçık saçmalığa Marx ve Engels pek çok kez yanıt vermişlerdir, meselâ Engels’in Bloch’a mektubunda yazdığı gibi: “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki asıl belirleyici etken yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha ötesini söylemedik. Dolayısıyla, eğer birisi tek belirleyici olan şeyin ekonomik etken olduğunu söyleyerek bunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve saçma bir söze dönüştürmüş olur.”
Tarihsel materyalizmin kadercilikle hiçbir ortak yönü yoktur. Ne yazgımız ekonomik yasalarca önceden belirlenmiştir, ne de insanlar görünmez “tarihsel güçlerin” basit birer kuklasıdır. Ama onlar, son tahlilde bir sosyoekonomik sistemin yaşayabilir olup olmadığını belirleyen ekonomik gelişmenin, bilimin ve tekniğin düzeyi tarafından dayatılan verili koşullardan bağımsız olarak, kendi kaderlerini belirleyebilen tamamen özgür özneler de değildirler. Engels’ten alıntı yaparsak: “Sonucu ne olursa olsun insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, her biri kendi bilinçli tercihlerinin peşinden koşarlar ve tarihi oluşturan şey, tam da değişik yönlerde işleyen sayısız iradenin bileşkesi ve bunların dış dünya üzerindeki çok yönlü etkisidir.” (Ludwig Feuerbach).
Bu yüzden, Marksizm hiçbir suretle tarihi ekonomiye indirgemez. O, öznel faktörü, yani insanların kendi kaderlerini biçimlendiren bilinçli faaliyetini gözardı etmez. Aslında Marx, üretici güçlerin gelişiminin son çözümlemede belirleyici olmasına rağmen, bunun ekonomik temel ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin otomatik ve mekanik olduğu anlamına gelmeyeceğini açıklamıştı. Bu tek yönlü bir süreç değildir. Üstyapı öğeleri olan politika, ideoloji, diplomasi ve hatta din, ekonomik temel üzerinde diyalektik bir biçimde karşılıklı olarak etkileşirler ve ekonominin gelişimini etkilerler.
1890 Ekiminde Conrad Schmidt’e yazdığı olağanüstü mektubunda Engels, her türlü faktörün üretici güçlerin gelişimini etkileyebileceğini belirtir: “Son çözümlemede üretim belirleyici faktördür. Ama ürünlerin ticareti üretimden bağımsız hale gelir gelmez, kendine özgü bir hareket izler; bu hareket bir bütün olarak üretim tarafından yönetilirse de, özel durumlarda ve bu genel bağımlılık çerçevesinde, bu yeni faktörün doğasında içerilen kendi yasalarını izler; bu hareketin kendine özgü evreleri vardır ve sırası geldiğinde üretimin hareketini etkiler.” Ve Amerika’nın keşfinin “daha önce Portekizlileri Afrika’ya iten altın açlığının sonucu” olduğunu söyler. Bu keşif öngörülemezdi ve ancak tarihsel tesadüfler başlığı altında incelenebilir. Buna rağmen kapitalizmin gelişmesi bakımından çok büyük bir etkisi olmuştu. Benzer şekilde, Engels’in açıkladığı gibi, Portekizliler, Hollandalılar ve İngilizlerin Hindistan’ı fethetmesinin de tamamen beklenmedik sonuçları olmuştu. Bunlar Hindistan’dan mal ithal etmeyi hedefliyorlardı ve oraya bir şey ihraç etmek kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Ama bir askeri fetih gerçekleştirerek, Hindistan’da gelişecek bir pazarın koşullarını hazırladılar. “Önce bu ülkelere ihracat gereksinimini yarattılar ve sonra da büyük ölçekli sanayiyi geliştirdiler.”[1]
Bu yüzden, kapitalist çevrimin normal işleyişine dışsal olan unsurlar onu önemli ölçüde değiştirebilir. Savaşlar, askeri fetihler, bilimsel buluşlar, hatta tesadüfler; hepsi bir rol oynar. Engels’in aynı mektupta belirttiği gibi, aynı şey devlet için de geçerlidir: “Toplum vazgeçilemeyecek birtakım ortak işlevler yaratır. Bu işlevler için seçilen kişiler, toplum içindeki işbölümünün yeni bir dalını oluştururlar. Bu onlara, kendilerine bu görevi verenlerin çıkarlarından çok farklı özel çıkarlar sunar: bunlar sonunculardan bağımsızlaşırlar ve devlet oluşmaya başlar. Ve artık, met-a ticareti ve daha sonra para ticaretine benzer bir gelişme olur; yeni bağımsız güç, asıl olarak üretimin hareketini izlemek zorunda olsa da, içsel bağımsızlığı (ona başlangıçta aktarılan ve yavaş yavaş gelişen görece bağımsızlık) sayesinde üretimin koşullarını ve gidişatını etkiler. İki eşitsiz gücün karşılıklı etkileşimidir bu: bir yandan ekonomik hareket, diğer yandan olabildiğince bağımsız olmaya çabalayan ve bir kez kurulunca kendi başına hareket edebilme yeteneğiyle donatılan yeni politik güç. Genellikle ekonomik hareket istediğini elde eder, ama bizzat kurduğu ve göreli bağımsızlıkla donattığı politik hareketten ve bir yandan devlet gücünün hareketinden, öte yandan eşzamanlı olarak yaratılan muhalefetin hareketinden gelen tepkilere de katlanmak zorundadır.”[2]
Aynı mektupta Engels, din ve diğer ideolojik dışavurumların, toplumun ve hatta ekonominin gelişiminde önemli bir rol oynadığını açıklar: “Daha da yükseklerdeki ideoloji alanlarına –din, felsefe vs.– gelince, bunların, tarihsel süreç içinde zaten varolan ve devralınan, bugünse saçma bulduğumuz tarihöncesi bir kökleri vardır. Doğaya, insan varlığına, ruhlara, sihirli güçlere vs. ilişkin bu yanlış kavrayışlar, büyük oranda sadece olumsuz bir ekonomik temele sahiptir; ama tarihöncesi dönemin düşük ekonomik gelişimi, yanlış doğa kavrayışlarıyla tamamlanmış, kısmen koşullanmış ve hatta bunlardan kaynaklanmıştır. Ekonomik zorunluluğun doğa bilgisindeki ilerlemenin temel itici gücü olmasına ve giderek daha çok böyle olmasına rağmen, tüm bu ilkel saçmalıklara ekonomik nedenler bulmaya çalışmak bilgiçlik taslamak olur. Bilim tarihi, bu saçmalıkların yavaş yavaş temizlenmesinin veya bunların yerini yeni ama daha az anlamsız saçmalıkların almasının tarihidir. Bununla uğraşan insanlar, işbölümünde özel bir yer tutarlar ve bağımsız bir alanda çalıştıklarını düşünürler. Ve toplumsal işbölümü içinde bağımsız bir grup oluşturdukları ölçüde, onların üretimleri ve hataları, bütün toplumsal gelişme üzerinde, hatta ekonomik gelişme üzerinde etkisini gösterir. Ama her şeye rağmen, kendileri de ekonomik gelişmenin egemen etkisi altında kalırlar.”[3]
Engels’in bu dikkatle değerlendirilmiş kesin ifadeleri ile, diyalektik zenginliği basit ve kısır formüllere indirgemeye çalışan mekanik “Marksizm”in kaba karikatürleri arasında ne kadar büyük bir fark var!
Lenin siyasetin ekonominin yoğunlaşmış hali olduğunu söylemişti. Bir sosyoekonomik sistemin yaşayabilirliğinin son çözümlemede onun üretim araçlarını geliştirme yeteneğine dayandığı görüşü, tarihsel materyalizmin köşe taşıdır. Marx bu noktayı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz’de açıklıyordu. Üretici güçlerle “üstyapı” arasındaki ilişkiyi şöyle ifade ediyordu Marx: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. … Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”
Bununla birlikte, Marx ve Engels’in “her şeyi ekonomiye indirgediğini” ileri süren bildik karikatürle Marksizmin hiçbir ilgisi yoktur. Bu apaçık saçmalığa Marx ve Engels pek çok kez yanıt vermişlerdir, meselâ Engels’in Bloch’a mektubunda yazdığı gibi: “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki asıl belirleyici etken yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha ötesini söylemedik. Dolayısıyla, eğer birisi tek belirleyici olan şeyin ekonomik etken olduğunu söyleyerek bunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve saçma bir söze dönüştürmüş olur.”
Tarihsel materyalizmin kadercilikle hiçbir ortak yönü yoktur. Ne yazgımız ekonomik yasalarca önceden belirlenmiştir, ne de insanlar görünmez “tarihsel güçlerin” basit birer kuklasıdır. Ama onlar, son tahlilde bir sosyoekonomik sistemin yaşayabilir olup olmadığını belirleyen ekonomik gelişmenin, bilimin ve tekniğin düzeyi tarafından dayatılan verili koşullardan bağımsız olarak, kendi kaderlerini belirleyebilen tamamen özgür özneler de değildirler. Engels’ten alıntı yaparsak: “Sonucu ne olursa olsun insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, her biri kendi bilinçli tercihlerinin peşinden koşarlar ve tarihi oluşturan şey, tam da değişik yönlerde işleyen sayısız iradenin bileşkesi ve bunların dış dünya üzerindeki çok yönlü etkisidir.” (Ludwig Feuerbach).
Bu yüzden, Marksizm hiçbir suretle tarihi ekonomiye indirgemez. O, öznel faktörü, yani insanların kendi kaderlerini biçimlendiren bilinçli faaliyetini gözardı etmez. Aslında Marx, üretici güçlerin gelişiminin son çözümlemede belirleyici olmasına rağmen, bunun ekonomik temel ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin otomatik ve mekanik olduğu anlamına gelmeyeceğini açıklamıştı. Bu tek yönlü bir süreç değildir. Üstyapı öğeleri olan politika, ideoloji, diplomasi ve hatta din, ekonomik temel üzerinde diyalektik bir biçimde karşılıklı olarak etkileşirler ve ekonominin gelişimini etkilerler.
1890 Ekiminde Conrad Schmidt’e yazdığı olağanüstü mektubunda Engels, her türlü faktörün üretici güçlerin gelişimini etkileyebileceğini belirtir: “Son çözümlemede üretim belirleyici faktördür. Ama ürünlerin ticareti üretimden bağımsız hale gelir gelmez, kendine özgü bir hareket izler; bu hareket bir bütün olarak üretim tarafından yönetilirse de, özel durumlarda ve bu genel bağımlılık çerçevesinde, bu yeni faktörün doğasında içerilen kendi yasalarını izler; bu hareketin kendine özgü evreleri vardır ve sırası geldiğinde üretimin hareketini etkiler.” Ve Amerika’nın keşfinin “daha önce Portekizlileri Afrika’ya iten altın açlığının sonucu” olduğunu söyler. Bu keşif öngörülemezdi ve ancak tarihsel tesadüfler başlığı altında incelenebilir. Buna rağmen kapitalizmin gelişmesi bakımından çok büyük bir etkisi olmuştu. Benzer şekilde, Engels’in açıkladığı gibi, Portekizliler, Hollandalılar ve İngilizlerin Hindistan’ı fethetmesinin de tamamen beklenmedik sonuçları olmuştu. Bunlar Hindistan’dan mal ithal etmeyi hedefliyorlardı ve oraya bir şey ihraç etmek kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Ama bir askeri fetih gerçekleştirerek, Hindistan’da gelişecek bir pazarın koşullarını hazırladılar. “Önce bu ülkelere ihracat gereksinimini yarattılar ve sonra da büyük ölçekli sanayiyi geliştirdiler.”[1]
Bu yüzden, kapitalist çevrimin normal işleyişine dışsal olan unsurlar onu önemli ölçüde değiştirebilir. Savaşlar, askeri fetihler, bilimsel buluşlar, hatta tesadüfler; hepsi bir rol oynar. Engels’in aynı mektupta belirttiği gibi, aynı şey devlet için de geçerlidir: “Toplum vazgeçilemeyecek birtakım ortak işlevler yaratır. Bu işlevler için seçilen kişiler, toplum içindeki işbölümünün yeni bir dalını oluştururlar. Bu onlara, kendilerine bu görevi verenlerin çıkarlarından çok farklı özel çıkarlar sunar: bunlar sonunculardan bağımsızlaşırlar ve devlet oluşmaya başlar. Ve artık, met-a ticareti ve daha sonra para ticaretine benzer bir gelişme olur; yeni bağımsız güç, asıl olarak üretimin hareketini izlemek zorunda olsa da, içsel bağımsızlığı (ona başlangıçta aktarılan ve yavaş yavaş gelişen görece bağımsızlık) sayesinde üretimin koşullarını ve gidişatını etkiler. İki eşitsiz gücün karşılıklı etkileşimidir bu: bir yandan ekonomik hareket, diğer yandan olabildiğince bağımsız olmaya çabalayan ve bir kez kurulunca kendi başına hareket edebilme yeteneğiyle donatılan yeni politik güç. Genellikle ekonomik hareket istediğini elde eder, ama bizzat kurduğu ve göreli bağımsızlıkla donattığı politik hareketten ve bir yandan devlet gücünün hareketinden, öte yandan eşzamanlı olarak yaratılan muhalefetin hareketinden gelen tepkilere de katlanmak zorundadır.”[2]
Aynı mektupta Engels, din ve diğer ideolojik dışavurumların, toplumun ve hatta ekonominin gelişiminde önemli bir rol oynadığını açıklar: “Daha da yükseklerdeki ideoloji alanlarına –din, felsefe vs.– gelince, bunların, tarihsel süreç içinde zaten varolan ve devralınan, bugünse saçma bulduğumuz tarihöncesi bir kökleri vardır. Doğaya, insan varlığına, ruhlara, sihirli güçlere vs. ilişkin bu yanlış kavrayışlar, büyük oranda sadece olumsuz bir ekonomik temele sahiptir; ama tarihöncesi dönemin düşük ekonomik gelişimi, yanlış doğa kavrayışlarıyla tamamlanmış, kısmen koşullanmış ve hatta bunlardan kaynaklanmıştır. Ekonomik zorunluluğun doğa bilgisindeki ilerlemenin temel itici gücü olmasına ve giderek daha çok böyle olmasına rağmen, tüm bu ilkel saçmalıklara ekonomik nedenler bulmaya çalışmak bilgiçlik taslamak olur. Bilim tarihi, bu saçmalıkların yavaş yavaş temizlenmesinin veya bunların yerini yeni ama daha az anlamsız saçmalıkların almasının tarihidir. Bununla uğraşan insanlar, işbölümünde özel bir yer tutarlar ve bağımsız bir alanda çalıştıklarını düşünürler. Ve toplumsal işbölümü içinde bağımsız bir grup oluşturdukları ölçüde, onların üretimleri ve hataları, bütün toplumsal gelişme üzerinde, hatta ekonomik gelişme üzerinde etkisini gösterir. Ama her şeye rağmen, kendileri de ekonomik gelişmenin egemen etkisi altında kalırlar.”[3]
Engels’in bu dikkatle değerlendirilmiş kesin ifadeleri ile, diyalektik zenginliği basit ve kısır formüllere indirgemeye çalışan mekanik “Marksizm”in kaba karikatürleri arasında ne kadar büyük bir fark var!
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Kapitalist Çevrim
Kapitalizmin iki yüz yıllık tarihine bakılacak olursa, boom-çöküş çevriminin (“iş çevrimi”) kapitalist gelişimin olağan çevrimi olduğu hemen anlaşılır. Bu her zaman var olmuştur ve kapitalist sistem tarih sahnesinden kayboluncaya kadar var olacaktır. Ne var ki, bu durum kapitalist gelişmenin özgünlükleri sorununu ortadan kaldırmaz. Tarih biraz daha yakından incelendiğinde, olağan boom-çöküş çevrimine ek olarak, kendi özgünlükleri bulunan daha uzun dönemlerin de varolduğu görülür. Her bir dönemin kesin tasviri tartışmalı bir konu olsa da, böylesi bir dizi dönemin varlığını saptamak ana hatlarıyla mümkündür. Tartışma için, şu olası dönemleri alalım: 1848-79; 1880-93; 1894-1914; 1915-39; 1940-74.
Kapitalist gelişmenin bu dönemlerinden her biri diğerlerinden farklı bir niteliğe sahiptir. Buraya kadarı son derece açık. Örneğin Birinci Dünya Savaşından önceki yaklaşık 20 yıllık uzun dönem, tıpkı 1948-74 dönemi gibi, üretici güçlerde büyük bir gelişmeyle karakterize olmuştu. Bu gelişme, sınıflar arasındaki ilişkileri ve her bir sınıfın bilincini etkileyerek tüm döneme damgasını vurdu. İleri kapitalist ülkelerdeki ekonomik büyümenin, tam istihdamın ve yaşam standartlarındaki iyileşmenin sonucu olarak, uzun bir göreli toplumsal barış dönemi yaşandı. Şüphesiz, en başta 1905 Rus Devrimi olmak üzere, istisnalar vardı. Aynı şekilde Fransa’daki devrimci 1968 olayları da, savaş sonrası ekonomik yükselişin tepe noktasında gerçekleşmişti. Fakat genel tablo bu değildi. Genel olarak bu, devrimin değil reformizmin klasik dönemiydi.
Bütün II. Enternasyonal partilerinin 1914 öncesindeki reformist ve milliyetçi yozlaşmalarının nesnel nedeninin, bu uzun ekonomik yükseliş dönemi olduğunu unutmamalıyız. Tamamen ampirik bir yaklaşımla kendilerini buna dayandıran II. Enternasyonal önderleri, kapitalizmin sorunlarını çözdüğünü hayal ettiler. Bernstein, işçi sınıfının artık var olmadığını, krizlerin geçmişte kaldığını ve devrimin artık gerekli olmadığını savunan ilk kişiydi yalnızca. Bu, büyük gerçekçi olduklarını sanan reformistlerin rüyasıydı; onlara göre toplumu barışçıl yolla, aşamalı olarak, reformlarla dönüştürmek mümkündü. Bütün bu yanılsamalar, birinci büyük emperyalist katliamla birlikte, kan, pislik ve zehirli gazlar içinde son buldu. 1914-18 arasındaki Birinci Dünya Savaşı, bir öncekinden tamamen farklı yepyeni bir dönemi başlattı. İki dünya savaşı arası dönemin belirgin özelliği barış ve istikrar değil, savaş, devrim ve karşı-devrimdi. 1917 Rus Devrimi ile başlayan bu fırtınalı sınıf mücadelesi dönemi, sınıfın bakış açısını kökten değiştirerek eski yanılsamaları acımasızca yerle bir etti. Birbiri ardına bölünmelere yol açarak ve Marksizmin gelişmesi için büyük fırsatlar sunarak, kitle örgütlerini sarstı.
1920’lerin başlarında Komünist Enternasyonal içinde yürütülen tartışmalarda, ekonomik çevrim sorunu enine boyuna tartışıldı. Aşırı solcular kapitalizmin nihai bir krize gireceğini ileri sürdüler. Kapitalizmin tam da kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çökeceğini iddia ettiler. Lenin ve Troçki ise, aksine, sistemin kendiliğinden çökmesi anlamında kapitalizmin nihai krizi diye bir şey olmadığına dikkat çektiler. Kendi haline bırakılırsa, kapitalist sistem her zaman bir çıkış yolu bulacaktır, işçi sınıfına ve insan uygarlığına korkunç bedeller ödetse de. Kapitalizm işçi sınıfı tarafından devrilmediği sürece, en derin krizden bile daima bir çıkış yolu vardır. Bu yüzden toplumun kaderi, mekanik olarak ekonomik güçlerin görünmez rolü tarafından değil sınıf mücadelesi tarafından belirlenir ve bu mücadelede örgütlenme, bilinç ve önderlik unsurları, uluslar arasındaki savaştaki kadar belirleyici bir rol oynar.
Nikolay Dimitriyeviç Kondratiyev, 1920’lerin başlarında Moskova İktisadi Araştırmalar Enstitüsünün yöneticisiydi. Bu son derece yetenekli ve yaratıcı iktisatçının sonu çok trajik oldu. Sovyet iktidarının ilk yıllarında parlayan pek çok seçkin entelektüel gibi, onun da yaşamı Stalin’in çalışma kamplarının birinde son buldu. Ölümünün trajik niteliği ve hipotezlerinin cesur ve çarpıcı doğası, onun adını neredeyse gizemli bir hale ile kuşatmıştır. Kondratiyev, bazı çevrelerde, geniş ölçekli tarihsel gelişmeleri açıklamaya (ve dahası öngörmeye) yarayan “uzun dalgalar” teorisiyle büyük bir guru olarak kabul edilmektedir.
İlk defa 1920’lerin başında bir dizi makale ile ortaya serilen teorileri, Komünist Enternasyonal’in 1922’deki III. Kongresinde su yüzüne çıkarıldı. 1924’te, İstatistiksel ve Dinamik Kavrayış ve Ekonomik Dalgalanmalar başlığı ile temel tezlerini açıklayan bir makale yayınladı. Ertesi yıl fikirlerini kitap haline getirdi. Fakat o günlerde Sovyetler Birliği’ndeki iklim çoktan değişmeye başlamıştı. Stalinist bürokrasinin yükselmesi, önderliğin emirlerine kölece boyun eğmeyenlerin, gözden düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması anlamına geliyordu. Troçki 1922’de Kondratiyev’e argümanlarla yanıt verirken, Stalin rejimi farklılıkları gidermek için başka yöntemler kullanıyordu. Kondratiyev susturuldu, görevinden alındı ve karanlığa itildi. Ardından, Stalin’in sonraları alçakça Temizliklere dönüşecek yöntemler hazırlamaya başladığı 1930’ların sonuna doğru, Kondratiyev aniden tutuklandı ve varolmayan bir İşçi ve Köylü Partisinin elebaşı olmakla suçlandı. Suçlama çok saçmaydı. Ama göstermelik de olsa bir duruşma yapılmaksızın, Kondratiyev, bugün bile aydınlanmamış olan koşullarda öldüğü Sibirya’ya sürüldü.
Son dönemde Kontratiyev’in teorileri, burjuva iktisatçılar ve kendilerine Marksist diyen bazıları arasında yeniden popülerlik kazandı. Kondratiyev’in fikirlerinin burjuva iktisatçılar tarafından, kapitalist sistemin, yükseliş dönemlerini alçalış dönemlerinin, alçalış dönemlerini de yükseliş dönemlerinin sürekli takip ettiği “uzun dalgalar” boyunca sonsuza dek yaşayacağı fikrini haklı göstermek için kullanılması, tarihte sıkça rastlanılan ironilerden biridir. Bu uzun dalgalar adeta, yüzyıllardır insanların peşinden koşup da elde edemediği “devir daim makinesi”nin ekonomik versiyonu gibidir.
Açıklanması gereken ilk nokta Kondratiyev’in aslında Marksist olmadığıdır. Komünizme gelişi sonradan olmuştur, Geçici Hükümette Kerenski’nin Gıda Bakanı olarak görev yapmış olması da bunun göstergesidir. Şüphesiz, bu ne Kondratiyev’in görüşlerinin önemini azaltır, ne de bir insan olarak değerini. Tam aksine. Ekim Devrimine yönelmiş olması onun saygınlığının işaretidir. Ama bu onun Marksizmden ne kadar uzak olduğunu, Marksizmin temel fikirlerini ve yöntemlerini ne kadar yüzeysel kavradığını ve bazı insanların onu Marx’ın teorilerini geliştiren büyük bir Marksist iktisatçı olarak sunma çabalarının ne kadar gülünç olduğunu göstermeye yarar.
Kondratiyev, sonraları “Kızıl Profesör” olarak adlandırılmıştı. Troçki’nin ilk başta, “komünizm sempatizanları”,[4] yani Marksizmin temel fikirlerini ve yöntemlerini özümsemeksizin Ekim devrimine ve Bolşevizme katılan entelektüeller olarak tanımladığı kategoriye dahildi. Böyle pek çok insan vardı. Devrimin eski entelijensiyanın en iyi unsurlarını kendi tarafına çektiği söylenebilir. Bu insanlar kendilerini içtenlikle sosyalizm davasına adamışlardı. Fakat gerçek bir Marksist kavrayış edinmelerini mümkün kılacak gerekli deneyim süresinden ve sıkı teorik eğitimden yoksunlardı. Kaçınılmaz olarak beraberlerinde burjuva ideolojisinin ve bakış açısının ağır yükünü getiriyorlardı. Bunların biri dahi diyalektik yöntemi kavramamıştı. Çoğunlukla bu felsefi yöntem eksikliğini biçimsel akıl yürütme yöntemlerine başvurarak kapatmaya çalışıyorlardı. Biçimcilik, gerek sanat ve edebiyatta, gerekse askeri taktikler ya da ekonomide, komünizm sempatizanlarının belki de en tipik psikolojik özelliğiydi. Kondratiyev’in eserinin temelini ve en önemli zayıflığını oluşturan da kesinlikle budur.
Biçimcilik, burjuva düşüncesinin ve özellikle üniversite eğitimi almış entelektüellerin en temel özelliğidir. Biçimsel mantık tümüyle buna dayanmaktadır. Bu yöntem, şu ya da bu ölçüde keyfi bir hipotezi birkaç seçilmiş olgu temelinde işlemekten ve sonra da onu destekleyecek verileri yan yana dizerek hipotezi kanıtlamaya çalışmaktan ibarettir. Bu yöntemi en iyi bilenler, bir doktora tezini savunmak zorunda olan yüksek lisans öğrencileridir. Olumlu yönden bakarsak, bu tip bir hareket tarzı, çoğu kez ilginç yeni anlayışların şekillenmesine ya da varolan teorilerin aydınlatılmasına hizmet edebilir. Olumsuz tarafından bakıldığında ise, safsata diye tanımlayabileceğimiz hatalı ve keyfi (hatta dürüst olmayan) sonuçlara yol açabilir ve açmaktadır. Yeni keşiflere yol açan her bir doktora tezine karşılık, çöpe atılmaya layık yüzlercesi bulunmaktadır.
Hegel şöyle diyordu: “Bilimle ilgilenen bir kişinin zihnine egemen olması gereken şey, sadece bir veri yığını birikimi değil, rasyonel bir kavrayış arzusu olmalıdır.” Olguların ve sayıların ardında, daha derinden işleyen süreçler vardır. Kondratiyev’in bu süreçleri kavramaya çabaladığı doğrudur, ama tam da izlediği yöntem, onu elindeki bilgilerden doğru sonuçlar çıkarmaktan alıkoymuştur. Ve ilerde göreceğimiz gibi, kullandığı bilgiler bile temel tezini kanıtlamaktan uzaktır. Kondratiyev’in “uzun dalgalar” teorisinin geliştirilme tarzı, üniversitelerin yöntemi açısından tipik bir örnektir. Bağlı olduğu Enstitü, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dünya ekonomisi üzerine bir dizi çalışma yürütmüştü. Kendisini bu sınırlı veriye dayandıran Kondratiyev, ilk önce uzun ekonomik çevrimlerin varlığı sonucuna ulaştı. Onun yöntemi kabaca istatistiksel olarak tanımlanabilir. Bu, matematiksel modellere fazlaca güvenerek çalışmalarına bilimsel bir titizlik görüntüsü kazandırmaya çalışan burjuva iktisatçıların tipik özelliğidir. Ama konuya birazcık ilgili biri, bu modellerin yaşam testine tabi tutulduğunda çoğunlukla çöktüğünü bilir.
Kondratiyev’in eserinin büyüklüğü, kapitalizmin temel bir özelliği olan ve Schumpeter gibi burjuva iktisatçılar tarafından geniş bir biçimde tanımlanmış olan olağan boom-çöküş çevriminin (ticari çevrim ya da iş çevrimi) ötesinde ve üstünde, kapitalizmin tarihinde daha geniş tarihsel dönemlerin var olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermesidir. Bu olgu, artık daha fazla delil gerektirmeyecek şekilde, yeterince iyi kanıtlanmıştır. Önceden de belirttiğimiz gibi, kapitalizmin gelişiminde farklı dönemler söz konusu olmuştur ve böylesi her “çevrim” diğerlerinden farklı olma eğilimindedir. Bu çok önemli bir gözlemdir. Ama Kondratiyev bundan daha öteye gitmişti. Söz konusu dönemlerin çevrimsel –yani yinelenen, tekrarlanan– bir niteliği olduğu ve bunun tekrarlanan yatırım çevrimi gibi iktisadi terimlerle harfiyen açıklanabileceğini ileri sürdü. Uzun Ekonomik Çevrimler adlı makalesinde, yedi ilâ on bir yıllık normal ticari çevrimlere ek olarak, ortalama süresi elli yıl olan daha uzun çevrimlerin var olduğunu öne sürdü. Kapitalist sistemin, her bir alçalışı onlarca yıl süren bir yükselişin takip ettiği “uzun dalgalar”dan geçtiği sonucuna vardı. İşte Troçki’nin çürüttüğü bu ikinci iddiaydı. Ve arada bir su yüzüne çıkıp (tıpkı bugünkü gibi) geçici olarak moda olsa da, bu görüşün ne olgusal ne de teorik hiçbir sağlam temeli yoktur.
Kapitalizmin iki yüz yıllık tarihine bakılacak olursa, boom-çöküş çevriminin (“iş çevrimi”) kapitalist gelişimin olağan çevrimi olduğu hemen anlaşılır. Bu her zaman var olmuştur ve kapitalist sistem tarih sahnesinden kayboluncaya kadar var olacaktır. Ne var ki, bu durum kapitalist gelişmenin özgünlükleri sorununu ortadan kaldırmaz. Tarih biraz daha yakından incelendiğinde, olağan boom-çöküş çevrimine ek olarak, kendi özgünlükleri bulunan daha uzun dönemlerin de varolduğu görülür. Her bir dönemin kesin tasviri tartışmalı bir konu olsa da, böylesi bir dizi dönemin varlığını saptamak ana hatlarıyla mümkündür. Tartışma için, şu olası dönemleri alalım: 1848-79; 1880-93; 1894-1914; 1915-39; 1940-74.
Kapitalist gelişmenin bu dönemlerinden her biri diğerlerinden farklı bir niteliğe sahiptir. Buraya kadarı son derece açık. Örneğin Birinci Dünya Savaşından önceki yaklaşık 20 yıllık uzun dönem, tıpkı 1948-74 dönemi gibi, üretici güçlerde büyük bir gelişmeyle karakterize olmuştu. Bu gelişme, sınıflar arasındaki ilişkileri ve her bir sınıfın bilincini etkileyerek tüm döneme damgasını vurdu. İleri kapitalist ülkelerdeki ekonomik büyümenin, tam istihdamın ve yaşam standartlarındaki iyileşmenin sonucu olarak, uzun bir göreli toplumsal barış dönemi yaşandı. Şüphesiz, en başta 1905 Rus Devrimi olmak üzere, istisnalar vardı. Aynı şekilde Fransa’daki devrimci 1968 olayları da, savaş sonrası ekonomik yükselişin tepe noktasında gerçekleşmişti. Fakat genel tablo bu değildi. Genel olarak bu, devrimin değil reformizmin klasik dönemiydi.
Bütün II. Enternasyonal partilerinin 1914 öncesindeki reformist ve milliyetçi yozlaşmalarının nesnel nedeninin, bu uzun ekonomik yükseliş dönemi olduğunu unutmamalıyız. Tamamen ampirik bir yaklaşımla kendilerini buna dayandıran II. Enternasyonal önderleri, kapitalizmin sorunlarını çözdüğünü hayal ettiler. Bernstein, işçi sınıfının artık var olmadığını, krizlerin geçmişte kaldığını ve devrimin artık gerekli olmadığını savunan ilk kişiydi yalnızca. Bu, büyük gerçekçi olduklarını sanan reformistlerin rüyasıydı; onlara göre toplumu barışçıl yolla, aşamalı olarak, reformlarla dönüştürmek mümkündü. Bütün bu yanılsamalar, birinci büyük emperyalist katliamla birlikte, kan, pislik ve zehirli gazlar içinde son buldu. 1914-18 arasındaki Birinci Dünya Savaşı, bir öncekinden tamamen farklı yepyeni bir dönemi başlattı. İki dünya savaşı arası dönemin belirgin özelliği barış ve istikrar değil, savaş, devrim ve karşı-devrimdi. 1917 Rus Devrimi ile başlayan bu fırtınalı sınıf mücadelesi dönemi, sınıfın bakış açısını kökten değiştirerek eski yanılsamaları acımasızca yerle bir etti. Birbiri ardına bölünmelere yol açarak ve Marksizmin gelişmesi için büyük fırsatlar sunarak, kitle örgütlerini sarstı.
1920’lerin başlarında Komünist Enternasyonal içinde yürütülen tartışmalarda, ekonomik çevrim sorunu enine boyuna tartışıldı. Aşırı solcular kapitalizmin nihai bir krize gireceğini ileri sürdüler. Kapitalizmin tam da kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında çökeceğini iddia ettiler. Lenin ve Troçki ise, aksine, sistemin kendiliğinden çökmesi anlamında kapitalizmin nihai krizi diye bir şey olmadığına dikkat çektiler. Kendi haline bırakılırsa, kapitalist sistem her zaman bir çıkış yolu bulacaktır, işçi sınıfına ve insan uygarlığına korkunç bedeller ödetse de. Kapitalizm işçi sınıfı tarafından devrilmediği sürece, en derin krizden bile daima bir çıkış yolu vardır. Bu yüzden toplumun kaderi, mekanik olarak ekonomik güçlerin görünmez rolü tarafından değil sınıf mücadelesi tarafından belirlenir ve bu mücadelede örgütlenme, bilinç ve önderlik unsurları, uluslar arasındaki savaştaki kadar belirleyici bir rol oynar.
Nikolay Dimitriyeviç Kondratiyev, 1920’lerin başlarında Moskova İktisadi Araştırmalar Enstitüsünün yöneticisiydi. Bu son derece yetenekli ve yaratıcı iktisatçının sonu çok trajik oldu. Sovyet iktidarının ilk yıllarında parlayan pek çok seçkin entelektüel gibi, onun da yaşamı Stalin’in çalışma kamplarının birinde son buldu. Ölümünün trajik niteliği ve hipotezlerinin cesur ve çarpıcı doğası, onun adını neredeyse gizemli bir hale ile kuşatmıştır. Kondratiyev, bazı çevrelerde, geniş ölçekli tarihsel gelişmeleri açıklamaya (ve dahası öngörmeye) yarayan “uzun dalgalar” teorisiyle büyük bir guru olarak kabul edilmektedir.
İlk defa 1920’lerin başında bir dizi makale ile ortaya serilen teorileri, Komünist Enternasyonal’in 1922’deki III. Kongresinde su yüzüne çıkarıldı. 1924’te, İstatistiksel ve Dinamik Kavrayış ve Ekonomik Dalgalanmalar başlığı ile temel tezlerini açıklayan bir makale yayınladı. Ertesi yıl fikirlerini kitap haline getirdi. Fakat o günlerde Sovyetler Birliği’ndeki iklim çoktan değişmeye başlamıştı. Stalinist bürokrasinin yükselmesi, önderliğin emirlerine kölece boyun eğmeyenlerin, gözden düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması anlamına geliyordu. Troçki 1922’de Kondratiyev’e argümanlarla yanıt verirken, Stalin rejimi farklılıkları gidermek için başka yöntemler kullanıyordu. Kondratiyev susturuldu, görevinden alındı ve karanlığa itildi. Ardından, Stalin’in sonraları alçakça Temizliklere dönüşecek yöntemler hazırlamaya başladığı 1930’ların sonuna doğru, Kondratiyev aniden tutuklandı ve varolmayan bir İşçi ve Köylü Partisinin elebaşı olmakla suçlandı. Suçlama çok saçmaydı. Ama göstermelik de olsa bir duruşma yapılmaksızın, Kondratiyev, bugün bile aydınlanmamış olan koşullarda öldüğü Sibirya’ya sürüldü.
Son dönemde Kontratiyev’in teorileri, burjuva iktisatçılar ve kendilerine Marksist diyen bazıları arasında yeniden popülerlik kazandı. Kondratiyev’in fikirlerinin burjuva iktisatçılar tarafından, kapitalist sistemin, yükseliş dönemlerini alçalış dönemlerinin, alçalış dönemlerini de yükseliş dönemlerinin sürekli takip ettiği “uzun dalgalar” boyunca sonsuza dek yaşayacağı fikrini haklı göstermek için kullanılması, tarihte sıkça rastlanılan ironilerden biridir. Bu uzun dalgalar adeta, yüzyıllardır insanların peşinden koşup da elde edemediği “devir daim makinesi”nin ekonomik versiyonu gibidir.
Açıklanması gereken ilk nokta Kondratiyev’in aslında Marksist olmadığıdır. Komünizme gelişi sonradan olmuştur, Geçici Hükümette Kerenski’nin Gıda Bakanı olarak görev yapmış olması da bunun göstergesidir. Şüphesiz, bu ne Kondratiyev’in görüşlerinin önemini azaltır, ne de bir insan olarak değerini. Tam aksine. Ekim Devrimine yönelmiş olması onun saygınlığının işaretidir. Ama bu onun Marksizmden ne kadar uzak olduğunu, Marksizmin temel fikirlerini ve yöntemlerini ne kadar yüzeysel kavradığını ve bazı insanların onu Marx’ın teorilerini geliştiren büyük bir Marksist iktisatçı olarak sunma çabalarının ne kadar gülünç olduğunu göstermeye yarar.
Kondratiyev, sonraları “Kızıl Profesör” olarak adlandırılmıştı. Troçki’nin ilk başta, “komünizm sempatizanları”,[4] yani Marksizmin temel fikirlerini ve yöntemlerini özümsemeksizin Ekim devrimine ve Bolşevizme katılan entelektüeller olarak tanımladığı kategoriye dahildi. Böyle pek çok insan vardı. Devrimin eski entelijensiyanın en iyi unsurlarını kendi tarafına çektiği söylenebilir. Bu insanlar kendilerini içtenlikle sosyalizm davasına adamışlardı. Fakat gerçek bir Marksist kavrayış edinmelerini mümkün kılacak gerekli deneyim süresinden ve sıkı teorik eğitimden yoksunlardı. Kaçınılmaz olarak beraberlerinde burjuva ideolojisinin ve bakış açısının ağır yükünü getiriyorlardı. Bunların biri dahi diyalektik yöntemi kavramamıştı. Çoğunlukla bu felsefi yöntem eksikliğini biçimsel akıl yürütme yöntemlerine başvurarak kapatmaya çalışıyorlardı. Biçimcilik, gerek sanat ve edebiyatta, gerekse askeri taktikler ya da ekonomide, komünizm sempatizanlarının belki de en tipik psikolojik özelliğiydi. Kondratiyev’in eserinin temelini ve en önemli zayıflığını oluşturan da kesinlikle budur.
Biçimcilik, burjuva düşüncesinin ve özellikle üniversite eğitimi almış entelektüellerin en temel özelliğidir. Biçimsel mantık tümüyle buna dayanmaktadır. Bu yöntem, şu ya da bu ölçüde keyfi bir hipotezi birkaç seçilmiş olgu temelinde işlemekten ve sonra da onu destekleyecek verileri yan yana dizerek hipotezi kanıtlamaya çalışmaktan ibarettir. Bu yöntemi en iyi bilenler, bir doktora tezini savunmak zorunda olan yüksek lisans öğrencileridir. Olumlu yönden bakarsak, bu tip bir hareket tarzı, çoğu kez ilginç yeni anlayışların şekillenmesine ya da varolan teorilerin aydınlatılmasına hizmet edebilir. Olumsuz tarafından bakıldığında ise, safsata diye tanımlayabileceğimiz hatalı ve keyfi (hatta dürüst olmayan) sonuçlara yol açabilir ve açmaktadır. Yeni keşiflere yol açan her bir doktora tezine karşılık, çöpe atılmaya layık yüzlercesi bulunmaktadır.
Hegel şöyle diyordu: “Bilimle ilgilenen bir kişinin zihnine egemen olması gereken şey, sadece bir veri yığını birikimi değil, rasyonel bir kavrayış arzusu olmalıdır.” Olguların ve sayıların ardında, daha derinden işleyen süreçler vardır. Kondratiyev’in bu süreçleri kavramaya çabaladığı doğrudur, ama tam da izlediği yöntem, onu elindeki bilgilerden doğru sonuçlar çıkarmaktan alıkoymuştur. Ve ilerde göreceğimiz gibi, kullandığı bilgiler bile temel tezini kanıtlamaktan uzaktır. Kondratiyev’in “uzun dalgalar” teorisinin geliştirilme tarzı, üniversitelerin yöntemi açısından tipik bir örnektir. Bağlı olduğu Enstitü, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dünya ekonomisi üzerine bir dizi çalışma yürütmüştü. Kendisini bu sınırlı veriye dayandıran Kondratiyev, ilk önce uzun ekonomik çevrimlerin varlığı sonucuna ulaştı. Onun yöntemi kabaca istatistiksel olarak tanımlanabilir. Bu, matematiksel modellere fazlaca güvenerek çalışmalarına bilimsel bir titizlik görüntüsü kazandırmaya çalışan burjuva iktisatçıların tipik özelliğidir. Ama konuya birazcık ilgili biri, bu modellerin yaşam testine tabi tutulduğunda çoğunlukla çöktüğünü bilir.
Kondratiyev’in eserinin büyüklüğü, kapitalizmin temel bir özelliği olan ve Schumpeter gibi burjuva iktisatçılar tarafından geniş bir biçimde tanımlanmış olan olağan boom-çöküş çevriminin (ticari çevrim ya da iş çevrimi) ötesinde ve üstünde, kapitalizmin tarihinde daha geniş tarihsel dönemlerin var olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermesidir. Bu olgu, artık daha fazla delil gerektirmeyecek şekilde, yeterince iyi kanıtlanmıştır. Önceden de belirttiğimiz gibi, kapitalizmin gelişiminde farklı dönemler söz konusu olmuştur ve böylesi her “çevrim” diğerlerinden farklı olma eğilimindedir. Bu çok önemli bir gözlemdir. Ama Kondratiyev bundan daha öteye gitmişti. Söz konusu dönemlerin çevrimsel –yani yinelenen, tekrarlanan– bir niteliği olduğu ve bunun tekrarlanan yatırım çevrimi gibi iktisadi terimlerle harfiyen açıklanabileceğini ileri sürdü. Uzun Ekonomik Çevrimler adlı makalesinde, yedi ilâ on bir yıllık normal ticari çevrimlere ek olarak, ortalama süresi elli yıl olan daha uzun çevrimlerin var olduğunu öne sürdü. Kapitalist sistemin, her bir alçalışı onlarca yıl süren bir yükselişin takip ettiği “uzun dalgalar”dan geçtiği sonucuna vardı. İşte Troçki’nin çürüttüğü bu ikinci iddiaydı. Ve arada bir su yüzüne çıkıp (tıpkı bugünkü gibi) geçici olarak moda olsa da, bu görüşün ne olgusal ne de teorik hiçbir sağlam temeli yoktur.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Marx ve Kondratiyev
Kondratiyev tüm teorisini Marx’ın ticari çevrim –kapitalizmin temel özelliği olan olağan boom-çöküş çevrimi– analizine paralel bir zemin üzerine dayandırdı. Ne var ki ikisi arasında hiçbir ilişki yoktur. Marx’ın kapitalist çevrim teorisi Kapital’in üç cildinde açıkça anlatılmıştır. Tüm süreç ayrıntılarıyla ortaya serilmiş ve mekanizma her açıdan açıklanmıştır. Buna karşın, Kondratiyev’in teorisi, duruma uygun olsun diye keyfi olarak seçilmiş birkaç olguya dayanan gevşek bir hipotezdir. Boom-çöküş çevriminin varlığı son derece iyi kanıtlanmıştır, öyle ki burjuva iktisatçılar bile bunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan, kapitalizmin geniş tarihsel dönemlerinin varlığını güçlü bir biçimde akla getiren belli göstergeler mevcutsa da, Kondratiyev’in sözünü ettiği anlamda “uzun dalgaların” varlığı asla ispatlanmamıştır ve ileri sürüldükten üç kuşak sonra bile hâlâ spekülasyon aleminde durmaktadır.
Kondratiyev Marx’ın ekonomik analizinde bazı oynamalar yapmıştır. O, Marx’ın, kapitalizmin ortalama çevriminin sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı (Marx’ın zamanında yaklaşık on yıl) tarafından belirlendiği görüşünü alır, ama buna, bu çevrimin uzunluğunda, üretim döneminde ve farklı tiplerdeki sabit sermaye yatırımlarının (makine, bina, vs.) niteliğinde bir değişiklik olduğu şeklindeki kendi görüşünü ekler. Yazdığı şey şudur: “Uzun çevrimlerin maddi temeli, temel sermaye fonunun yıpranması, yenilenmesi ve artması, üretimin muazzam yatırımlar gerektirmesi ve gerçekleşmesinin uzun zaman almasıdır. Temel sabit sermaye, büyük sınai tesislerden, büyük demiryollarından, kanallardan, büyük tarımsal işletmelerden vs. oluşur. Doğruyu söylemek gerekirse vasıflı işçilerin eğitilmesi de bu kategoriye girer.” (İkinci makale, s.60)
Ve yine: “Bu fonun yinelenmesi ve artması kesintisiz bir süreç olmayıp, tabir caizse ekonomik faaliyetlerin uzun çevrimlerinde yansımasını bulan sıçramalar şeklinde gerçekleşir. Bu sermaye mallarının üretiminin arttığı dönem, yükseliş evresine denk düşer. Ekonomik faaliyet unsurlarının üçüncü derece denge düzeyine göre yükseliş eğilimi, önceki şemaya göre, daha kısa süreli dalgalanmalarla kesintiye uğrayan uzatmalı bir yükseliş döneminde var olur. Öte yandan, bu sürecin yavaş düşüş döneminde, ekonomik unsurlar denge düzeyine doğru hareket etmeye başlar ve daha da inebilir. Vurgulamalıyız ki, denge düzeyi bizzat çevrimsel dalgalanmalar süreci boyunca değişime uğrar ve genel olarak daha yüksek bir düzeye doğru hareket eder.” (age, s. 61)
Uzun çevrimlerle sermaye mallarına yeniden yatırım çevrimi arasında bir bağ kuran Kondratiyev, bu sürecin neden yatırım fonunun arttığı sürekli bir süreç değil de, sıçramalı bir süreç olmak zorunda olduğunu göstermek zorundaydı. Bunu yapmak için de bir diğer burjuva iktisatçının, Tugan Baranovski’nin teorilerine başvurmak zorunda kaldı. Büyük ölçekli yatırımlar, kredi biçiminde elde edilebilen büyük miktarlarda sermayenin varlığını gerektirir. Bu yüzden, bir “uzun dalganın” başlaması için belirli koşulların olması gerekir. Kondratiyev bunları şöyle sıralar:
“1) Yüksek bir tasarruf yoğunluğu [yani yüksek bir tasarruf eğilimi].
2) Düşük faiz oranlarıyla, görece büyük miktarda, kredi şeklinde sermaye elde edilebilmesi.
3) Bunun güçlü girişimci ve finansör gruplarının elinde birikmesi.
4) Tasarrufu ve uzun dönemli sermaye yatırımını harekete geçirecek düşük bir fiyat seviyesi.” (Üçüncü makale, s.38)
Yükseliş evresinde yatırımlara gidilmesi, neticede, yüksek faiz oranları ve sermaye kıtlığı biçiminde sınırlarla karşılaşır. Bu yüzden, yükselişin sonu ve durgunluğun başlangıcı, tamamıyla burjuva iktisadıyla paralel biçimde, yani aşırı-yatırım para teorisiyle açıklanır.
Ne var ki, teori, uzun çevrimin yükseliş evresinin nedenini de açıklamaktan acizdir. Garvy’nin işaret ettiği gibi, yükselişten alçalışa geçişin nedenlerini de yeterince açıklayamaz. Üçüncü makalesinde, Kondratiyev’in kendisi de, “yükseliş evresinin aslında mutlak bir zorunluluk olmadığını” itiraf eder (age, s.38).
Uzun dalgaların varlığının yalnızca bir “olasılık” olduğunu kabul etmesine rağmen, Kondratiyev yine de onların ekonomi için temel bir öneme sahip olduğunu göstermeye çalıştı. Halbuki ilk makalesinde kapitalizmle uzun dalgalar arasında belirli bir ilişki olduğunu ispatlamaya çalışmamıştı. Şöyle diyordu: “Aynı nitelikte çevrimsel salınımların kapitalist olmayan sistemlerin de tipik özelliği olduğunu iddia etmek için yeterli verimiz yok. Eğer uzun dalgalar sadece kapitalist ekonomiyle bağlantılı olsalardı, kapitalizmin çökmesinin bunların ortadan kalkmasına yol açacağını söyleyebilirdik.” (İlk makale, s.68)
İstatistik Sorunu
Kapitalist gelişmenin geniş dönemlerinin belirlenmesi, açıkça, yeterince istatistiksel verinin bulunmasına bağlıdır. İlk dönemler (18. yüzyıl) bu açıdan sorunludur. 18. yüzyılın son dönemi ve 19. yüzyılın ilk yıllarına ilişkin az çok istatistik bulabildiğimiz tek ülke İngiltere’dir. İngiliz iktisatçı Jevons 1782-1865 dönemi için bir endeks hazırlamıştı. 1789-1850 dönemini kapsayan yeni bir endeks, The Review of Economic Statistics (cilt 5, 1923) içinde yayımlandı. Sauerbach 1846 sonrası dönem için istatistik hazırladı. Fakat Marx’ın da belirttiği gibi Britanya’da istatistiğin durumu diğer ülkelerdekinden kat be kat iyiydi. Örneğin 1860’lara kadar Fransa için fiyat endeksi hazırlanmamıştı. Kaldı ki Fransa, 19. yüzyıl sonlarına doğru Almanya ve Amerika onun yerini alana dek, Britanya’dan sonra en gelişmiş kapitalist ekonomiydi. ABD söz konusu olduğunda durum biraz daha iyidir: 18. yüzyılın sonundan itibaren endeksler mevcuttur. Fakat genel bir kural olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadarki veriler eksik ve güvenilmezdir. Bu nedenle, onlardan çıkarılacak sonuçlar, son derece koşullu bir niteliğe sahip olmalıdır.
Kendisini oldukça sınırlı verilere dayandıran Kondratiyev, şu genellemeye ulaşmıştı: “İlk çevrimin yükseliş evresi 1789-1814 dönemini, yani 25 yılı kapsar; alçalış 1814’de başlayıp 1849’da biter, böylece 35 yıl sürer. Demek ki fiyat hareketinin tam çevrimi 60 yıl sürer.”
“İkinci çevrimin yükseliş evresi 1849’da başlayıp 1873’de biter, yani 24 yıl sürer. Birleşik Devletler’de fiyat hareketlerinin yön değiştirme noktası İngiltere ve Fransa’dakinden farklıdır. Birleşik Devletler’de fiyatların maksimum seviyesi 1866 yılına denk düşer; fakat bu durum iç savaşla açıklanabilir ve her iki kıtadaki çevrimlerin sergilediği birebir benzerliğe gölge düşürmez. İkinci çevrimin alçalışı 1873’de başlayıp 1896’da biter; o halde süresi 23 yıldır. Fiyat hareketi çevrimi 47 yıldan ibarettir.
“Üçüncü çevrimin yükselişi 1896’da başlayıp, 1920’de biter, yani 24 yıl sürer. Bütün verilere göre, alçalış 1920 yılında başlar.” (age, s.41)
Kondratiyev’in, burada bile, Amerika’daki fiyat hareketlerini açıklamak için dışsal (iktisadi olmayan) etkenleri, yani Amerikan İç Savaşını hesaba katmak zorunda kaldığı göze çarpıyor. Ama ona göre bu, çıkardığı sonuçları kısmen etkileyen ikincil (tesadüfi) bir olguydu; Avrupa ve Amerika’daki çevrimler arasında ufak bir sapma yaratıyordu, hepsi bu. Napolyon savaşlarının fiyatlar ve ticaret üzerindeki bariz etkilerinden hiç bahsedilmez. Fakat söz konusu savaşlar ve bunların olumsuz sonuçları, sadece fiyatlar ve ticaret üzerinde değil, ücretler ve istihdam üzerinde de son derece etkili olmuştur. Kondratiyev, savaşların tarımsal bunalımlarla bağlantılı olduğuna sadece laf arasında değinir, ama bu olguyu açmaz ve açıklamaz. Ona göre, Birinci Dünya Savaşının ve Ekim Devriminin uzun dalgaların belirlenmesinde hiçbir rolü yoktur. Aslında bunların, ispatlamaya çalışacağımız gibi, Avrupa’nın ve dünyanın ekonomik hayatı üzerinde çok köklü etkileri olmuştur.
Makalesi boyunca Kondratiyev, uzun dalgalar hipotezini desteklemek için, faiz oranlarına ve ücretlere, Fransa’da pamuk tüketimine, ABD’de yün ve şeker üretimine ilişkin benzer istatistikleri ve diğer verileri kullanır. Teknolojik icatların, genellikle uygulanma imkânı bulamadıkları alçalış dönemlerinde gerçekleştiğini ve sonradan yükseliş evresinde bir çıkış yolu bulduğunu ileri sürer. Ayrıca “bir kural olarak, önemli savaşların ve devrimlerin çoğunun uzun dalgaların yükseliş evresinde, ekonomik faaliyetin büyümesinden doğan yüksek gerilim dönemlerinde gerçekleştiğini” savunur. (age, s.57)
Daha sonra, Kondratiyev, çevrimlerinin tarihlerini şöyle düzeltmiştir:
1790’dan 1810-17’ye yükseliş (ilk uzun çevrim)
1810-17’den 1844-51’e alçalış
1844-51’den 1870-75’e yükseliş
1870-75’den 1890-96’ya alçalış
1890-96’dan 1914-20’ye yükseliş
Bununla birlikte, Kondratiyev’in çağdaşları, bu dönemlerin hesaplanmasında izlenen yolun keyfiliğine işaret etmiş ve bu eleştiriler George Garvy tarafından Kondratiyev’in Uzun Çevrimler Teorisi (The Review of Economic Statistics, cilt XXV, 4 Kasım 1943) adlı kapsamlı bir makalede –benim de elinizdeki yazıda kullanılan kaynaklar açısından çok şey borçlu olduğum bir makale– toplanmıştır.
Sorun, Kondratiyev’in çok sınırlı verilerden son derece geniş bir tarihsel genellemeye gitme çabasıdır. Zamanında birçok Sovyet iktisatçısı bu duruma dikkat çekmişti. Ayrıca Kondratiyev’in eldeki veriyi kullanırken seçici davrandığı, tezini desteklemeyen birçok istatistik varken sadece destekleyenleri kullandığı açıktır. 25 farklı istatistikten yararlanmıştı ve ilk makalesinde bunlardan altısının (Fransa’daki tahıl, kahve, şeker ve pamuk tüketimi ve Amerika’daki yün ve şeker üretimi) onu olumsuz bir sonuca götürdüğünden bahsetmişti, ayrıca “diğer bazı durumlarda” herhangi bir uzun dalga saptamanın tümüyle imkânsız olduğunu eklemişti. Bu ilk makalesinin yayınlandığı Voprosi Konyunkturi dergisinin aynı sayısında, hiçbir uzun çevrim izine rastlanmayan beş istatistik daha görüyoruz. Böylelikle, Kondratiyev’in kendi kabulüne göre en az on bir durum (bunlardan on tanesi fiziksel niceliklerdir) olumsuz sonuç vermektedir.
Kondratiyev tüm teorisini Marx’ın ticari çevrim –kapitalizmin temel özelliği olan olağan boom-çöküş çevrimi– analizine paralel bir zemin üzerine dayandırdı. Ne var ki ikisi arasında hiçbir ilişki yoktur. Marx’ın kapitalist çevrim teorisi Kapital’in üç cildinde açıkça anlatılmıştır. Tüm süreç ayrıntılarıyla ortaya serilmiş ve mekanizma her açıdan açıklanmıştır. Buna karşın, Kondratiyev’in teorisi, duruma uygun olsun diye keyfi olarak seçilmiş birkaç olguya dayanan gevşek bir hipotezdir. Boom-çöküş çevriminin varlığı son derece iyi kanıtlanmıştır, öyle ki burjuva iktisatçılar bile bunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan, kapitalizmin geniş tarihsel dönemlerinin varlığını güçlü bir biçimde akla getiren belli göstergeler mevcutsa da, Kondratiyev’in sözünü ettiği anlamda “uzun dalgaların” varlığı asla ispatlanmamıştır ve ileri sürüldükten üç kuşak sonra bile hâlâ spekülasyon aleminde durmaktadır.
Kondratiyev Marx’ın ekonomik analizinde bazı oynamalar yapmıştır. O, Marx’ın, kapitalizmin ortalama çevriminin sabit sermayenin periyodik yeniden yatırımı (Marx’ın zamanında yaklaşık on yıl) tarafından belirlendiği görüşünü alır, ama buna, bu çevrimin uzunluğunda, üretim döneminde ve farklı tiplerdeki sabit sermaye yatırımlarının (makine, bina, vs.) niteliğinde bir değişiklik olduğu şeklindeki kendi görüşünü ekler. Yazdığı şey şudur: “Uzun çevrimlerin maddi temeli, temel sermaye fonunun yıpranması, yenilenmesi ve artması, üretimin muazzam yatırımlar gerektirmesi ve gerçekleşmesinin uzun zaman almasıdır. Temel sabit sermaye, büyük sınai tesislerden, büyük demiryollarından, kanallardan, büyük tarımsal işletmelerden vs. oluşur. Doğruyu söylemek gerekirse vasıflı işçilerin eğitilmesi de bu kategoriye girer.” (İkinci makale, s.60)
Ve yine: “Bu fonun yinelenmesi ve artması kesintisiz bir süreç olmayıp, tabir caizse ekonomik faaliyetlerin uzun çevrimlerinde yansımasını bulan sıçramalar şeklinde gerçekleşir. Bu sermaye mallarının üretiminin arttığı dönem, yükseliş evresine denk düşer. Ekonomik faaliyet unsurlarının üçüncü derece denge düzeyine göre yükseliş eğilimi, önceki şemaya göre, daha kısa süreli dalgalanmalarla kesintiye uğrayan uzatmalı bir yükseliş döneminde var olur. Öte yandan, bu sürecin yavaş düşüş döneminde, ekonomik unsurlar denge düzeyine doğru hareket etmeye başlar ve daha da inebilir. Vurgulamalıyız ki, denge düzeyi bizzat çevrimsel dalgalanmalar süreci boyunca değişime uğrar ve genel olarak daha yüksek bir düzeye doğru hareket eder.” (age, s. 61)
Uzun çevrimlerle sermaye mallarına yeniden yatırım çevrimi arasında bir bağ kuran Kondratiyev, bu sürecin neden yatırım fonunun arttığı sürekli bir süreç değil de, sıçramalı bir süreç olmak zorunda olduğunu göstermek zorundaydı. Bunu yapmak için de bir diğer burjuva iktisatçının, Tugan Baranovski’nin teorilerine başvurmak zorunda kaldı. Büyük ölçekli yatırımlar, kredi biçiminde elde edilebilen büyük miktarlarda sermayenin varlığını gerektirir. Bu yüzden, bir “uzun dalganın” başlaması için belirli koşulların olması gerekir. Kondratiyev bunları şöyle sıralar:
“1) Yüksek bir tasarruf yoğunluğu [yani yüksek bir tasarruf eğilimi].
2) Düşük faiz oranlarıyla, görece büyük miktarda, kredi şeklinde sermaye elde edilebilmesi.
3) Bunun güçlü girişimci ve finansör gruplarının elinde birikmesi.
4) Tasarrufu ve uzun dönemli sermaye yatırımını harekete geçirecek düşük bir fiyat seviyesi.” (Üçüncü makale, s.38)
Yükseliş evresinde yatırımlara gidilmesi, neticede, yüksek faiz oranları ve sermaye kıtlığı biçiminde sınırlarla karşılaşır. Bu yüzden, yükselişin sonu ve durgunluğun başlangıcı, tamamıyla burjuva iktisadıyla paralel biçimde, yani aşırı-yatırım para teorisiyle açıklanır.
Ne var ki, teori, uzun çevrimin yükseliş evresinin nedenini de açıklamaktan acizdir. Garvy’nin işaret ettiği gibi, yükselişten alçalışa geçişin nedenlerini de yeterince açıklayamaz. Üçüncü makalesinde, Kondratiyev’in kendisi de, “yükseliş evresinin aslında mutlak bir zorunluluk olmadığını” itiraf eder (age, s.38).
Uzun dalgaların varlığının yalnızca bir “olasılık” olduğunu kabul etmesine rağmen, Kondratiyev yine de onların ekonomi için temel bir öneme sahip olduğunu göstermeye çalıştı. Halbuki ilk makalesinde kapitalizmle uzun dalgalar arasında belirli bir ilişki olduğunu ispatlamaya çalışmamıştı. Şöyle diyordu: “Aynı nitelikte çevrimsel salınımların kapitalist olmayan sistemlerin de tipik özelliği olduğunu iddia etmek için yeterli verimiz yok. Eğer uzun dalgalar sadece kapitalist ekonomiyle bağlantılı olsalardı, kapitalizmin çökmesinin bunların ortadan kalkmasına yol açacağını söyleyebilirdik.” (İlk makale, s.68)
İstatistik Sorunu
Kapitalist gelişmenin geniş dönemlerinin belirlenmesi, açıkça, yeterince istatistiksel verinin bulunmasına bağlıdır. İlk dönemler (18. yüzyıl) bu açıdan sorunludur. 18. yüzyılın son dönemi ve 19. yüzyılın ilk yıllarına ilişkin az çok istatistik bulabildiğimiz tek ülke İngiltere’dir. İngiliz iktisatçı Jevons 1782-1865 dönemi için bir endeks hazırlamıştı. 1789-1850 dönemini kapsayan yeni bir endeks, The Review of Economic Statistics (cilt 5, 1923) içinde yayımlandı. Sauerbach 1846 sonrası dönem için istatistik hazırladı. Fakat Marx’ın da belirttiği gibi Britanya’da istatistiğin durumu diğer ülkelerdekinden kat be kat iyiydi. Örneğin 1860’lara kadar Fransa için fiyat endeksi hazırlanmamıştı. Kaldı ki Fransa, 19. yüzyıl sonlarına doğru Almanya ve Amerika onun yerini alana dek, Britanya’dan sonra en gelişmiş kapitalist ekonomiydi. ABD söz konusu olduğunda durum biraz daha iyidir: 18. yüzyılın sonundan itibaren endeksler mevcuttur. Fakat genel bir kural olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadarki veriler eksik ve güvenilmezdir. Bu nedenle, onlardan çıkarılacak sonuçlar, son derece koşullu bir niteliğe sahip olmalıdır.
Kendisini oldukça sınırlı verilere dayandıran Kondratiyev, şu genellemeye ulaşmıştı: “İlk çevrimin yükseliş evresi 1789-1814 dönemini, yani 25 yılı kapsar; alçalış 1814’de başlayıp 1849’da biter, böylece 35 yıl sürer. Demek ki fiyat hareketinin tam çevrimi 60 yıl sürer.”
“İkinci çevrimin yükseliş evresi 1849’da başlayıp 1873’de biter, yani 24 yıl sürer. Birleşik Devletler’de fiyat hareketlerinin yön değiştirme noktası İngiltere ve Fransa’dakinden farklıdır. Birleşik Devletler’de fiyatların maksimum seviyesi 1866 yılına denk düşer; fakat bu durum iç savaşla açıklanabilir ve her iki kıtadaki çevrimlerin sergilediği birebir benzerliğe gölge düşürmez. İkinci çevrimin alçalışı 1873’de başlayıp 1896’da biter; o halde süresi 23 yıldır. Fiyat hareketi çevrimi 47 yıldan ibarettir.
“Üçüncü çevrimin yükselişi 1896’da başlayıp, 1920’de biter, yani 24 yıl sürer. Bütün verilere göre, alçalış 1920 yılında başlar.” (age, s.41)
Kondratiyev’in, burada bile, Amerika’daki fiyat hareketlerini açıklamak için dışsal (iktisadi olmayan) etkenleri, yani Amerikan İç Savaşını hesaba katmak zorunda kaldığı göze çarpıyor. Ama ona göre bu, çıkardığı sonuçları kısmen etkileyen ikincil (tesadüfi) bir olguydu; Avrupa ve Amerika’daki çevrimler arasında ufak bir sapma yaratıyordu, hepsi bu. Napolyon savaşlarının fiyatlar ve ticaret üzerindeki bariz etkilerinden hiç bahsedilmez. Fakat söz konusu savaşlar ve bunların olumsuz sonuçları, sadece fiyatlar ve ticaret üzerinde değil, ücretler ve istihdam üzerinde de son derece etkili olmuştur. Kondratiyev, savaşların tarımsal bunalımlarla bağlantılı olduğuna sadece laf arasında değinir, ama bu olguyu açmaz ve açıklamaz. Ona göre, Birinci Dünya Savaşının ve Ekim Devriminin uzun dalgaların belirlenmesinde hiçbir rolü yoktur. Aslında bunların, ispatlamaya çalışacağımız gibi, Avrupa’nın ve dünyanın ekonomik hayatı üzerinde çok köklü etkileri olmuştur.
Makalesi boyunca Kondratiyev, uzun dalgalar hipotezini desteklemek için, faiz oranlarına ve ücretlere, Fransa’da pamuk tüketimine, ABD’de yün ve şeker üretimine ilişkin benzer istatistikleri ve diğer verileri kullanır. Teknolojik icatların, genellikle uygulanma imkânı bulamadıkları alçalış dönemlerinde gerçekleştiğini ve sonradan yükseliş evresinde bir çıkış yolu bulduğunu ileri sürer. Ayrıca “bir kural olarak, önemli savaşların ve devrimlerin çoğunun uzun dalgaların yükseliş evresinde, ekonomik faaliyetin büyümesinden doğan yüksek gerilim dönemlerinde gerçekleştiğini” savunur. (age, s.57)
Daha sonra, Kondratiyev, çevrimlerinin tarihlerini şöyle düzeltmiştir:
1790’dan 1810-17’ye yükseliş (ilk uzun çevrim)
1810-17’den 1844-51’e alçalış
1844-51’den 1870-75’e yükseliş
1870-75’den 1890-96’ya alçalış
1890-96’dan 1914-20’ye yükseliş
Bununla birlikte, Kondratiyev’in çağdaşları, bu dönemlerin hesaplanmasında izlenen yolun keyfiliğine işaret etmiş ve bu eleştiriler George Garvy tarafından Kondratiyev’in Uzun Çevrimler Teorisi (The Review of Economic Statistics, cilt XXV, 4 Kasım 1943) adlı kapsamlı bir makalede –benim de elinizdeki yazıda kullanılan kaynaklar açısından çok şey borçlu olduğum bir makale– toplanmıştır.
Sorun, Kondratiyev’in çok sınırlı verilerden son derece geniş bir tarihsel genellemeye gitme çabasıdır. Zamanında birçok Sovyet iktisatçısı bu duruma dikkat çekmişti. Ayrıca Kondratiyev’in eldeki veriyi kullanırken seçici davrandığı, tezini desteklemeyen birçok istatistik varken sadece destekleyenleri kullandığı açıktır. 25 farklı istatistikten yararlanmıştı ve ilk makalesinde bunlardan altısının (Fransa’daki tahıl, kahve, şeker ve pamuk tüketimi ve Amerika’daki yün ve şeker üretimi) onu olumsuz bir sonuca götürdüğünden bahsetmişti, ayrıca “diğer bazı durumlarda” herhangi bir uzun dalga saptamanın tümüyle imkânsız olduğunu eklemişti. Bu ilk makalesinin yayınlandığı Voprosi Konyunkturi dergisinin aynı sayısında, hiçbir uzun çevrim izine rastlanmayan beş istatistik daha görüyoruz. Böylelikle, Kondratiyev’in kendi kabulüne göre en az on bir durum (bunlardan on tanesi fiziksel niceliklerdir) olumsuz sonuç vermektedir.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Kondratiyev’in Sovyet Eleştirmenleri
Daha baştan itibaren, Kondratiyev, Sovyetler Birliği’ndeki birçok meslektaşı tarafından yanıtlanmıştı. En eksiksiz çürütme ise Oparin’den gelmişti. Oparin’in eserinin en ilginç yönlerinden biri, Kondratiyev’in serilerini üçüncü uzun dalganın alçalış evresi yıllarına (Birinci Dünya Savaşı ertesi) uygulamaya girişmesiydi. Elde edilen sonuçlar Kondratiyev’inkinden oldukça farklıydı. Oparin, “Profesör Kondratiyev’in kullandığı biçimsel matematiksel yöntemin, [...] analiz edilen serilerin teorik normalliğinin incelenmesinde pek işe yaramadığı” sonucuna varıyordu. (Bkz. Ekonomişeskoy Obozreniye, Kasım 1925, s.255-58’deki Oparin’in Kondratiyev’in ilk makalesine ilişkin değerlendirmesi.)
Kondratiyev’in yöntemindeki büyük boşluğa, Oparin’den önce Bazarov dikkat çekmişti. Eğer bu, ekonomik çevrimin dalgalanmalarına dayanan denklemler toplamının en küçük ortak paydasını bulma sorunu olsaydı, parabolün yeterli ölçüde dik bir yükseliş göstermesi koşuluyla, bir “uzun dalganın” varlığı sonucunu çıkarmak her zaman mümkün olurdu. Mesele, sadece “uzun dalga”ya uymayan sapmaları göz ardı etmek ya da bu sapmaları kullanarak tümüyle farklı bir “uzun dalganın” varlığını göstermekten ibaret olurdu. Böyle bir işlem her zaman keyfi hipotezler kurulmasına fırsat verirdi.
L. Eventov (Voprosy Ekonomiki, no.1, 1929) ve V. Bogdanov (Pod Znameni Marxisma, Haziran 1928) gibi diğer Sovyet iktisatçıları da, Kondratiyev’in teorisindeki başka yöntemsel sorunlara –uzun dönemli “iniş çıkışlı gelişme”nin normal ticaret çevrimiyle nasıl ilişkilendirileceği sorununa– dikkat çektiler.
Fakat Kondratiyev’i en sıkı eleştiriye tabi tutan Oparin oldu. Kondratiyev’in istatistiksel kaynaklarının dikkatli bir analizi, en çarpıcı çelişkileri hemencecik ortaya serdi. Oparin, uzun dönemli ekonomik süreçlerin varlığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispat etmek için yeterli istatistik bulmanın zorluğunu teslim etmekle birlikte, Kondratiyev’i eldeki tüm istatistiksel bilgiyi kullanmadığı için eleştirdi. Örneğin İngiliz kurşununun fiyatına ilişkin sayıları kullanıyordu, fakat dünya kurşun fiyatlarını kullanmıyordu. Ne var ki, Oparin’in doğru tespit ettiği gibi, kurşun gibi ****ların fiyatı dünya pazarında belirleniyordu. Dahası, eğer “uzun dalgalar”ın varlığını kabul edecek olsaydık, bunların tüm dünya ekonomisinin işleyişini etkiliyor olmaları gerekirdi. Ya kurşun fiyatındaki “uzun dalga” dalgalanmaları dünya fiyatlarını etkiliyordu, ya da “uzun dalga” tamamen Britanya’ya özgü bir olguydu, ki bu durum Kondratiyev’in ulaştığı sonuçla tamamen çelişir. Aslında Kondratiyev çeşitli fiyat serilerini incelemiş ve bunların onu beklediği sonuca ulaştıramadıklarını görmüştü.
Oparin’in dışında, Kondratiyev’i en iyi çürüten eleştiri, Ekonomik Hayatta Uzun Dalgalar Var mıdır? (Mirovoye Khozyaistvo i Mirovaya Politika, cilt III, 1928) adlı makalesiyle A. Gerzstein’dan geldi. Gerzstein’ın makalesi diğerlerinden daha ilginçtir, çünkü Kondratiyev’i uzun çevrimleri boyunca adım adım takip eder ve hipotezindeki iç çelişkileri ortaya çıkarır. 1790-1844 dönemini (Kondratiyev’in ilk çevrimi) ve 1844-51’den 1890-96’ya kadarki dönemi (ikinci çevrim) çözümleyerek ve büyük ölçüde ABD ve Britanya’dan toplanan verileri kullanarak, şunu gösterir: Kondratiyev’in bir alçalış dönemi olarak betimlediği 1815-40 dönemi, aslında eşi görülmedik bir ekonomik gelişme dönemiydi. Tam da sanayi devrimi dönemiydi. Bu, ekonomi dışı bir olayla, yani Napolyon savaşlarının sona ermesiyle sıkı sıkıya ilişkiliydi. Tarımsal fiyatlarda keskin bir düşüşe ve tarımsal bunalıma yol açarak, ama aynı zamanda da sanayinin gelişmesine kuvvetli bir itilim vererek, uluslararası ticaretin canlanmasını ve görece daha serbest ticareti mümkün kılmıştı. Bu yüzden, kapitalizmin yükselişinin somut tarihsel bağlamında, bir tarımsal bunalım ve düşen tarımsal fiyatlar, ekonomik alçalışın değil, tam tersinin kanıtı olarak gösterilebilir. Buğday fiyatının düşmesi, tam da kapitalizmdeki emsalsiz yükselişin önkoşuluydu.
Benzer bir hata Kondratiyev’in ikinci çevriminde de görülebilir; burada düşüş evresi olarak tanımlanan dönem, Birleşik Devletler ve Almanya’da hızlı sanayileşme dönemiydi aslında. Kondratiyev’in argümanı sadece Britanya örneğinde doğrulanmaktadır. Bu dönemde İngiliz sanayisinin büyüme oranı oldukça düşüktü. Ne var ki, Gerzstein’ın isabetle işaret ettiği gibi, bu sadece, yeni rakiplerinin (Almanya, Amerika ve, daha az ölçüde, diğer yükselen kapitalist ekonomiler) büyüyen gücü karşısında Britanya’nın konumunu kaybettiğinin göstergesidir. Bu dönemde Britanya dünyanın en büyük sınai gücü olma özelliğini kaybediyor ve özellikle makine sektöründe ihraç pazarlarını rakiplerine kaptırıyordu. Fakat bu durumu genel bir düşüş olarak sunmak tamamen hata olur.
Gerzstein, Kondratiyev’in 1890-1914 dönemini ele alışını da hatalı bulur. Bu dönemde fiyatlarda görülen genel artışa rağmen, üretici güçlerin büyüme hızında önceki dönemlere kıyasla genel bir yavaşlama olduğuna dair güçlü kanıtlar bulur. Öyle ki, mesele uzun dönemde ortaya çıkan uzun dalga iniş çıkış eğilimleri bulmaksa, bu ekonomik yükseliş döneminin bile bir “uzun dalga” (tanımı gereği “uzun dalga”nın önceki evresiyle bağlantılı olması gereken) olarak görülebileceği tartışmalıdır. Gerzstein’ın başvurduğu örnekler, Kondratiyev’in karmaşık tarihsel süreçlere yaklaşımındaki keyfi niteliği gözler önüne sermeye yeterlidir. Sanayi Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, onun “uzun dalgalara” delil olarak tarımsal fiyatlara ve tarımsal bunalımlara odaklanması başlı başına yanıltıcıdır. Tarımdaki kriz gerçekten de genel ekonomik çevrimle ilişkilidir. Fakat bu krizin kendi yasaları vardır ve bu yasalar kısmen, kapitalizm altında tarımın sanayi karşısında uzun dönemli gerilemesiyle ilişkilidir, kısmen de burjuvazinin köylülüğü işçi sınıfını dengeleyici bir unsur olarak elde tutma çabası gibi (özellikle Fransa’da ama yalnızca orada değil) ekonomi dışı politik bir olguya bağlıdır. Her halükârda açıktır ki, kapitalist gelişimin anlaşılması, sadece tarımsal fiyatları değil, özellikle sanayiyi de ele alan kapsamlı ekonomik istatistiklerin analizine dayanır.
Aslına bakılırsa, Kondratiyev’in yöntemindeki en ciddi sorunlardan biri, bu yöntemin genel olarak fiyat hareketlerine fazla bağlı olmasıdır. Üstelik fiyatlardaki değişmelere bir dizi olgu etki edebilir: emek üretkenliğindeki artış, teknolojik değişiklikler, dünya ticaretindeki artış, savaşlar, kıtlıklar, artan altın üretimi vs. Bu yüzden, 19. yüzyılın başında başlayan fiyat düzeylerindeki düşüş, sanayi devrimi, makine kullanımındaki artış ve yeni üretim teknikleri sayesinde ortaya çıkan emek üretkenliğindeki artışın sonucuydu. Amerikan imalât kayıtlarını temel alan Guberman, yakın zamana kadar fiyat hareketlerini etkileyen kilit unsurlardan biri olan altın üretimindeki beklenmedik artışların, Birinci Dünya Savaşından önce (1830, 1870 ve 1897’de) zıt eğilim gösteren durumlara yol açtığını gösterir.
Daha baştan itibaren, Kondratiyev, Sovyetler Birliği’ndeki birçok meslektaşı tarafından yanıtlanmıştı. En eksiksiz çürütme ise Oparin’den gelmişti. Oparin’in eserinin en ilginç yönlerinden biri, Kondratiyev’in serilerini üçüncü uzun dalganın alçalış evresi yıllarına (Birinci Dünya Savaşı ertesi) uygulamaya girişmesiydi. Elde edilen sonuçlar Kondratiyev’inkinden oldukça farklıydı. Oparin, “Profesör Kondratiyev’in kullandığı biçimsel matematiksel yöntemin, [...] analiz edilen serilerin teorik normalliğinin incelenmesinde pek işe yaramadığı” sonucuna varıyordu. (Bkz. Ekonomişeskoy Obozreniye, Kasım 1925, s.255-58’deki Oparin’in Kondratiyev’in ilk makalesine ilişkin değerlendirmesi.)
Kondratiyev’in yöntemindeki büyük boşluğa, Oparin’den önce Bazarov dikkat çekmişti. Eğer bu, ekonomik çevrimin dalgalanmalarına dayanan denklemler toplamının en küçük ortak paydasını bulma sorunu olsaydı, parabolün yeterli ölçüde dik bir yükseliş göstermesi koşuluyla, bir “uzun dalganın” varlığı sonucunu çıkarmak her zaman mümkün olurdu. Mesele, sadece “uzun dalga”ya uymayan sapmaları göz ardı etmek ya da bu sapmaları kullanarak tümüyle farklı bir “uzun dalganın” varlığını göstermekten ibaret olurdu. Böyle bir işlem her zaman keyfi hipotezler kurulmasına fırsat verirdi.
L. Eventov (Voprosy Ekonomiki, no.1, 1929) ve V. Bogdanov (Pod Znameni Marxisma, Haziran 1928) gibi diğer Sovyet iktisatçıları da, Kondratiyev’in teorisindeki başka yöntemsel sorunlara –uzun dönemli “iniş çıkışlı gelişme”nin normal ticaret çevrimiyle nasıl ilişkilendirileceği sorununa– dikkat çektiler.
Fakat Kondratiyev’i en sıkı eleştiriye tabi tutan Oparin oldu. Kondratiyev’in istatistiksel kaynaklarının dikkatli bir analizi, en çarpıcı çelişkileri hemencecik ortaya serdi. Oparin, uzun dönemli ekonomik süreçlerin varlığını şüpheye yer bırakmayacak biçimde ispat etmek için yeterli istatistik bulmanın zorluğunu teslim etmekle birlikte, Kondratiyev’i eldeki tüm istatistiksel bilgiyi kullanmadığı için eleştirdi. Örneğin İngiliz kurşununun fiyatına ilişkin sayıları kullanıyordu, fakat dünya kurşun fiyatlarını kullanmıyordu. Ne var ki, Oparin’in doğru tespit ettiği gibi, kurşun gibi ****ların fiyatı dünya pazarında belirleniyordu. Dahası, eğer “uzun dalgalar”ın varlığını kabul edecek olsaydık, bunların tüm dünya ekonomisinin işleyişini etkiliyor olmaları gerekirdi. Ya kurşun fiyatındaki “uzun dalga” dalgalanmaları dünya fiyatlarını etkiliyordu, ya da “uzun dalga” tamamen Britanya’ya özgü bir olguydu, ki bu durum Kondratiyev’in ulaştığı sonuçla tamamen çelişir. Aslında Kondratiyev çeşitli fiyat serilerini incelemiş ve bunların onu beklediği sonuca ulaştıramadıklarını görmüştü.
Oparin’in dışında, Kondratiyev’i en iyi çürüten eleştiri, Ekonomik Hayatta Uzun Dalgalar Var mıdır? (Mirovoye Khozyaistvo i Mirovaya Politika, cilt III, 1928) adlı makalesiyle A. Gerzstein’dan geldi. Gerzstein’ın makalesi diğerlerinden daha ilginçtir, çünkü Kondratiyev’i uzun çevrimleri boyunca adım adım takip eder ve hipotezindeki iç çelişkileri ortaya çıkarır. 1790-1844 dönemini (Kondratiyev’in ilk çevrimi) ve 1844-51’den 1890-96’ya kadarki dönemi (ikinci çevrim) çözümleyerek ve büyük ölçüde ABD ve Britanya’dan toplanan verileri kullanarak, şunu gösterir: Kondratiyev’in bir alçalış dönemi olarak betimlediği 1815-40 dönemi, aslında eşi görülmedik bir ekonomik gelişme dönemiydi. Tam da sanayi devrimi dönemiydi. Bu, ekonomi dışı bir olayla, yani Napolyon savaşlarının sona ermesiyle sıkı sıkıya ilişkiliydi. Tarımsal fiyatlarda keskin bir düşüşe ve tarımsal bunalıma yol açarak, ama aynı zamanda da sanayinin gelişmesine kuvvetli bir itilim vererek, uluslararası ticaretin canlanmasını ve görece daha serbest ticareti mümkün kılmıştı. Bu yüzden, kapitalizmin yükselişinin somut tarihsel bağlamında, bir tarımsal bunalım ve düşen tarımsal fiyatlar, ekonomik alçalışın değil, tam tersinin kanıtı olarak gösterilebilir. Buğday fiyatının düşmesi, tam da kapitalizmdeki emsalsiz yükselişin önkoşuluydu.
Benzer bir hata Kondratiyev’in ikinci çevriminde de görülebilir; burada düşüş evresi olarak tanımlanan dönem, Birleşik Devletler ve Almanya’da hızlı sanayileşme dönemiydi aslında. Kondratiyev’in argümanı sadece Britanya örneğinde doğrulanmaktadır. Bu dönemde İngiliz sanayisinin büyüme oranı oldukça düşüktü. Ne var ki, Gerzstein’ın isabetle işaret ettiği gibi, bu sadece, yeni rakiplerinin (Almanya, Amerika ve, daha az ölçüde, diğer yükselen kapitalist ekonomiler) büyüyen gücü karşısında Britanya’nın konumunu kaybettiğinin göstergesidir. Bu dönemde Britanya dünyanın en büyük sınai gücü olma özelliğini kaybediyor ve özellikle makine sektöründe ihraç pazarlarını rakiplerine kaptırıyordu. Fakat bu durumu genel bir düşüş olarak sunmak tamamen hata olur.
Gerzstein, Kondratiyev’in 1890-1914 dönemini ele alışını da hatalı bulur. Bu dönemde fiyatlarda görülen genel artışa rağmen, üretici güçlerin büyüme hızında önceki dönemlere kıyasla genel bir yavaşlama olduğuna dair güçlü kanıtlar bulur. Öyle ki, mesele uzun dönemde ortaya çıkan uzun dalga iniş çıkış eğilimleri bulmaksa, bu ekonomik yükseliş döneminin bile bir “uzun dalga” (tanımı gereği “uzun dalga”nın önceki evresiyle bağlantılı olması gereken) olarak görülebileceği tartışmalıdır. Gerzstein’ın başvurduğu örnekler, Kondratiyev’in karmaşık tarihsel süreçlere yaklaşımındaki keyfi niteliği gözler önüne sermeye yeterlidir. Sanayi Devrimi örneğinin gösterdiği gibi, onun “uzun dalgalara” delil olarak tarımsal fiyatlara ve tarımsal bunalımlara odaklanması başlı başına yanıltıcıdır. Tarımdaki kriz gerçekten de genel ekonomik çevrimle ilişkilidir. Fakat bu krizin kendi yasaları vardır ve bu yasalar kısmen, kapitalizm altında tarımın sanayi karşısında uzun dönemli gerilemesiyle ilişkilidir, kısmen de burjuvazinin köylülüğü işçi sınıfını dengeleyici bir unsur olarak elde tutma çabası gibi (özellikle Fransa’da ama yalnızca orada değil) ekonomi dışı politik bir olguya bağlıdır. Her halükârda açıktır ki, kapitalist gelişimin anlaşılması, sadece tarımsal fiyatları değil, özellikle sanayiyi de ele alan kapsamlı ekonomik istatistiklerin analizine dayanır.
Aslına bakılırsa, Kondratiyev’in yöntemindeki en ciddi sorunlardan biri, bu yöntemin genel olarak fiyat hareketlerine fazla bağlı olmasıdır. Üstelik fiyatlardaki değişmelere bir dizi olgu etki edebilir: emek üretkenliğindeki artış, teknolojik değişiklikler, dünya ticaretindeki artış, savaşlar, kıtlıklar, artan altın üretimi vs. Bu yüzden, 19. yüzyılın başında başlayan fiyat düzeylerindeki düşüş, sanayi devrimi, makine kullanımındaki artış ve yeni üretim teknikleri sayesinde ortaya çıkan emek üretkenliğindeki artışın sonucuydu. Amerikan imalât kayıtlarını temel alan Guberman, yakın zamana kadar fiyat hareketlerini etkileyen kilit unsurlardan biri olan altın üretimindeki beklenmedik artışların, Birinci Dünya Savaşından önce (1830, 1870 ve 1897’de) zıt eğilim gösteren durumlara yol açtığını gösterir.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Yatırım Çevrimi
Sadece uzun dönemli salınımların varlığını ispatlamanın, Kondratiyev’in kullandığı anlamda uzun çevrimlerin varlığını kanıtlamaya yetmeyeceği aşikârdır. Aslında bunu yapmanın tek yolu, bir çevrimin diğerini oluşturduğu kesin mekanizmayı kanıtlamak olurdu. Burada bir çeşit iç düzenleyici olmalıdır. Bu nokta açıklığa kavuşturulmazsa, tüm uzun iktisadi dalgalar fikri bir tarihsel süreç mistifikasyonuna indirgenmiş olur. Kondratiyev bu gizemi çözmek için, uzun dönemli yatırım ve yenilik sürecine başvurdu. Sermaye yetersizliği yüzünden, bazı icat ve tekniklerin, yeni makineler ve fabrikalar şeklinde hayata geçirilmeden önce uzun süre –20 yıl kadar– beklemesi gerektiğini ileri sürdü. Bu yüzden, ona göre “uzun çevrimler”, temelinde yeniden yatırım çevrimleriydi.
Ne yazık ki, bu şık görünümlü çözümün kapitalist sistemin pratikteki işleyişi ile pek ilgisi yoktur. Aslında sermayenin yenilenmesi hiç durmadan devam eder. Büyük ölçekli yatırımın, burada sözü edilen türden düzenli tarzdaki uzun zaman dönemlerinde gerçekleştiği görüşünü destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Aynı şekilde, yeni icatların, Kondratiyev’in öne sürdüğü gibi, genellikle alçalma dönemlerinde gerçekleştiği de kanıtlanamaz. Bu iddia da, yine hiçbir haklı nedene dayandırılmaksızın havadan üretilmiştir. İnsanların bilimsel keşifler yapma zamanlarına ilişkin bu tür kurallar getirmek çok zordur. Bilimsel keşifler her zaman yapılır; ekonomik boom dönemlerinde ve krizlerde; barış zamanlarında ve savaş zamanlarında. Dahası farklı ülkelerde, farklı zamanlarda yapılır. Bunun için genel bir kural getirmek gerçekten imkânsızdır. Bu, bir gazın içindeki moleküllerin konumunu tek tek saptamaya çalışmaya benzer. Ama her halükârda ekonomi için önemli olan, şu ya da bu icadın mucidin aklına ilk ne zaman geldiği değil, üretim sürecine ilk ne zaman girdiğidir. Felsefi bir ifadeyle söyleyecek olursak, o bundan önce sadece potansiyel olarak, soyut bir olasılık olarak vardır. Ne zaman ki gerçekten üretime tatbik edilir, işte o zaman gerçek olur ve böylece ekonomik inceleme alanı için uygun bir malzeme haline gelir.
Kondratiyev, yatırım meselesine, ekonomik değil teknik bir bakış açısıyla yaklaşır. Özellikle kilit bir konu olan ve hem fiziki (yıpranma) hem de “manevi” bir yönü (demode olma) bulunan aşınma meselesine yeterince dikkat sarf etmez. Daha 1920’lerde, Gerzstein, sermaye mallarının ömrünün beş (aletler) ilâ yüz yıl (binalar) arasında değiştiğine dikkat çekmişti. İçinde bulunduğumuz dönemde bu tip şeylerin ömrü çok daha kısadır. Bir-iki milyar dolar değerindeki sanat şaheseri bilgisayar tesisleri, üç beş yılda işe yaramaz hale gelmektedir. Üstelik, uzun dönemde, kâr oranını ve piyasa ekonomisindeki genel dalgalanmaları yansıtan bir yoğunluğa sahip olacaksa da, sermaye mallarının inanılmaz çeşitliliği yüzünden, yatırım süreci öyle ya da böyle kesintisiz bir niteliğe sahip olmalıdır. Bu sürecin genel, matematiksel olarak kesin ve doğrulanabilir bir kurala nasıl bağlanabileceğini anlamak güçtür. Bogdanov, Süveyş Kanalını veya Pasifik demiryolunu yenilemek için ne kadar zaman gerekeceğini soruyordu.
Kondratiyev, “temel sermaye malları”na yapılan yatırımın 48-60 yıllık düzenli aralıklarla gerçekleştiği iddiasını kanıtlamadı. Böyle bir şey kanıtlanamaz, çünkü bunun kapitalist sistemin gerçek işleyişiyle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte makinelerin ve binaların yenilenmesi, her üretim dalında farklı zaman ve hızlarda gerçekleşir. Garvy’nin işaret ettiği gibi: “Yatırım süreci kesintili olsaydı bile, yeniden yatırım kesintisiz olurdu, çünkü o sadece gerçek yıpranmaya değil, aynı zamanda demode olma derecesine, bakım masraflarına, faiz oranlarına, ücretlere, teknolojik gelişmeye ve faydalanma oranına bağlıdır.” Sermaye mallarının (makineler, binalar vs.), varsayıldığı gibi, eş zamanlı olarak yaklaşık yarım yüzyıllık düzenli aralıklarla yıpranması için en ufak bir neden yoktur.
Kondratiyev, yeni icatların uygulanmaya konmasının, bir yatırım fonunun daha önceden birikme sürecine bağlı olduğunu öne sürüyordu. Bu kavram aslında Tugan-Baranovski’den alınmıştır. Paradoksal olarak, ilk yazılarından birinde Tugan-Baranovski’yi ikraz [ödünç verme] fonu fikrinden dolayı eleştiren Kondratiyev, sonradan bu fikri kendi uzun dalga teorisinin köşe taşlarından biri olarak devralmıştır. Tugan-Baranovski üzerine yazdığı kitapta şöyle der: “Tugan-Baranovski’nin çevrim teorisindeki temel fikirlerden biri tartışmasız kabul edilemez: serbest, yatırılmamış sermaye birikimi teorisi. Bu tür bir sermaye ne zamandan beri var olmuştur?” (N. D. Kondratiyev, M. I. Tugan-Baranovski, Petrograd, 1923.)
Gerzstein da, ekonomik gelişmeyi sınırlayan şeyin, yatırım fonunun eksikliği değil, yatırım için ayrılan sermayeye yeterli getiri sağlamanın imkânsızlığı olduğuna dikkat çeker. Genişleme döneminin tepe noktasında, yatırımcılar sermayelerini yeni yatırımlar için riske etmekten çekinirler ve bunun yerine devlet tahvilini ve diğer sabit getirili yatırımları tercih ederler. Oparin, Fransız Tasarruf Bankası istatistiklerine dayanarak, sözde uzun tasarruf çevrimlerinin bir yanılsama olduğunu gösterir. Tasarrufu etkileyen pek çok faktör –sadece ekonomik değil– vardır. Oparin, Fransa’da Tasarruf Bankasının bilançolarının, iki durum dışında sürekli yükselen bir eğri çizdiğini gösterir: ilki, 1848 devrimi ve Louis Bonaparte darbesi (1848-50) ile Fransa-Prusya Savaşı (1870-71) arasındaki toplumsal ve politik çalkantı dönemiydi ve bu dönemde yatırımcılar bankadaki fonlarını çekmişlerdi. İkincisinde ise, Birinci Dünya Savaşından hemen önceki yıllarda Fransız Tasarruf Bankasının bilançolarında bir düşüş yaşanmıştı ve bu düşüş, tasarrufların giderek artan bir kısmını elinde bulunduran ticari bankalardaki büyümeyi yansıtıyordu. Bu ve diğer nedenlerle, yatırım için bir “ikraz fonu” fikri son derece zayıftır. Ama bu fikir Kondratiyev’in uzun çevrimler teorisinin köşe taşıdır. Eğer bu yıkılacak olursa, uzun çevrimlerin motor gücüne ilişkin açıklama da onunla birlikte yok olur.
Yine burada da Kondratiyev, sadece kendi tezlerini destekler görünen istatistikleri almış, farklı bir sonucu akla getirenleri görmezden gelmişti. Örneğin üretim ve tüketime ilişkin istatistikler, Kondratiyev’inkilerden tamamen farklı sonuçlar verir. Bu nedenle, söz ettiği fiziksel niceliklere ilişkin yedi Fransız istatistik serisinden sadece ikisi uzun çevrimlerin varlığını akla getirir ve bunlardan birisi de (yulaf yetiştirmek için kullanılan toprak) çelişkili görünür. İki buçuk uzun çevrimi ortaya çıkarmış olduğunu iddia etmesine rağmen, üzerinde çalıştığı 25 seriden sadece dört tanesi böyle bir dönemi kapsar; bir diğer dördü iki çevrimi kapsar; geriye kalanlar ise yalnızca bir ya da bir buçuk çevrimi kapsar. Sayıların onun teziyle uyuştuğu yerlerde bile, bunların sadece dar bir alana (yani fiyatlar) ilişkin oldukları ve bazı durumlarda tarihlerin ve hatta eğilimlerin belirsiz olduğu yönünde itirazlar yükseltilmiştir. Kondratiyev’in fiziksel üretime dair (örneğin İngiltere’deki külçe demir üretimi) verileri kullandığı tek tük durumlarda, sonuçlar onun tezini pek desteklemez. Bu yüzden, istatistik kullanımında daha titiz olsaydı, elde edilen sonuçlar kesinlikle çok farklı olurdu.
Sonuç kaçınılmazdır: Kondratiyev’in tezini destekleyen ampirik kanıtlar son derece zayıftır. Garvy şu neticeye varır: “Kondratiyev’in istatistiksel eserini inceleyecek olursak, onun «uzun ekonomik çevrimlerin» varlığını kanıtlamayı başaramadığı sonucuna varırız.” Gerçek, somut tarihsel gelişme, bu soyut şemadan çok daha karmaşık ve çelişkili, çok daha diyalektiktir. O, basit bir çevrime ya da sonsuza kadar yinelenen bir çevrimler serisine indirgenemez. Ama başka bir anlamda, Kondratiyev’in yaratıcı beyni, tarihsel süreci kavramamıza yardımcı oldu. O, kendine has özelliklere sahip tarihsel dönemlerin varlığına dikkat çekiyordu. Bu, daha fazla araştırmayı hak eden her türlü sonuca gebe, zekice bir çıkarsamadır.
Garvy’nin isabetle öne sürdüğü gibi: “Üzerine kısa çevrimsel hareketlerin yerleştirildiği uzun süreli çevrimsel salınımlar hipotezi ıskartaya çıkmak zorundaysa da, kapitalist ekonominin, gelişimi boyunca birbirini takip eden çeşitli aşamalardan geçtiği, farklı büyüme ve coğrafi yayılma ritimleriyle karakterize olduğu fikri dikkate değerdir. Kapitalist ekonominin farklı evreleri arasındaki daha belirgin bir ayrıma dayandırılsaydı, analizin doğruluğu ve anlamı belki de artardı. «Kapitalist evrimin eğrisi», basit bir eğriden daha karmaşık ve elbette Kondratiyev’in uzun çevrimlerinden daha düzensiz bir denklem olurdu. Periyodik uzun salınımlar hipotezinin yerine, gerçek ekonomik sistemimizin birbirlerini takip eden aşamalarını, büyüyen coğrafi kapsamını ve kapitalist olmayan alanlarla değişen ilişkilerini inceleyen bir çalışma koymamız gerekirdi. Bu bizi soyut zaman serileri modelleri inşa etmekten uzaklaştırıp, ekonomik sistemimizin gerçek dinamiklerini incelemeye götürürdü.” (G. Garvy, Kondratiev’s Theory of Long Cycles [Kondratiyev’in Uzun Çevrimler Teorisi], The Review of Economic Statistics içinde, Cambrige, Mass, cilt XXV, 4 Kasım 1943).
Sadece uzun dönemli salınımların varlığını ispatlamanın, Kondratiyev’in kullandığı anlamda uzun çevrimlerin varlığını kanıtlamaya yetmeyeceği aşikârdır. Aslında bunu yapmanın tek yolu, bir çevrimin diğerini oluşturduğu kesin mekanizmayı kanıtlamak olurdu. Burada bir çeşit iç düzenleyici olmalıdır. Bu nokta açıklığa kavuşturulmazsa, tüm uzun iktisadi dalgalar fikri bir tarihsel süreç mistifikasyonuna indirgenmiş olur. Kondratiyev bu gizemi çözmek için, uzun dönemli yatırım ve yenilik sürecine başvurdu. Sermaye yetersizliği yüzünden, bazı icat ve tekniklerin, yeni makineler ve fabrikalar şeklinde hayata geçirilmeden önce uzun süre –20 yıl kadar– beklemesi gerektiğini ileri sürdü. Bu yüzden, ona göre “uzun çevrimler”, temelinde yeniden yatırım çevrimleriydi.
Ne yazık ki, bu şık görünümlü çözümün kapitalist sistemin pratikteki işleyişi ile pek ilgisi yoktur. Aslında sermayenin yenilenmesi hiç durmadan devam eder. Büyük ölçekli yatırımın, burada sözü edilen türden düzenli tarzdaki uzun zaman dönemlerinde gerçekleştiği görüşünü destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. Aynı şekilde, yeni icatların, Kondratiyev’in öne sürdüğü gibi, genellikle alçalma dönemlerinde gerçekleştiği de kanıtlanamaz. Bu iddia da, yine hiçbir haklı nedene dayandırılmaksızın havadan üretilmiştir. İnsanların bilimsel keşifler yapma zamanlarına ilişkin bu tür kurallar getirmek çok zordur. Bilimsel keşifler her zaman yapılır; ekonomik boom dönemlerinde ve krizlerde; barış zamanlarında ve savaş zamanlarında. Dahası farklı ülkelerde, farklı zamanlarda yapılır. Bunun için genel bir kural getirmek gerçekten imkânsızdır. Bu, bir gazın içindeki moleküllerin konumunu tek tek saptamaya çalışmaya benzer. Ama her halükârda ekonomi için önemli olan, şu ya da bu icadın mucidin aklına ilk ne zaman geldiği değil, üretim sürecine ilk ne zaman girdiğidir. Felsefi bir ifadeyle söyleyecek olursak, o bundan önce sadece potansiyel olarak, soyut bir olasılık olarak vardır. Ne zaman ki gerçekten üretime tatbik edilir, işte o zaman gerçek olur ve böylece ekonomik inceleme alanı için uygun bir malzeme haline gelir.
Kondratiyev, yatırım meselesine, ekonomik değil teknik bir bakış açısıyla yaklaşır. Özellikle kilit bir konu olan ve hem fiziki (yıpranma) hem de “manevi” bir yönü (demode olma) bulunan aşınma meselesine yeterince dikkat sarf etmez. Daha 1920’lerde, Gerzstein, sermaye mallarının ömrünün beş (aletler) ilâ yüz yıl (binalar) arasında değiştiğine dikkat çekmişti. İçinde bulunduğumuz dönemde bu tip şeylerin ömrü çok daha kısadır. Bir-iki milyar dolar değerindeki sanat şaheseri bilgisayar tesisleri, üç beş yılda işe yaramaz hale gelmektedir. Üstelik, uzun dönemde, kâr oranını ve piyasa ekonomisindeki genel dalgalanmaları yansıtan bir yoğunluğa sahip olacaksa da, sermaye mallarının inanılmaz çeşitliliği yüzünden, yatırım süreci öyle ya da böyle kesintisiz bir niteliğe sahip olmalıdır. Bu sürecin genel, matematiksel olarak kesin ve doğrulanabilir bir kurala nasıl bağlanabileceğini anlamak güçtür. Bogdanov, Süveyş Kanalını veya Pasifik demiryolunu yenilemek için ne kadar zaman gerekeceğini soruyordu.
Kondratiyev, “temel sermaye malları”na yapılan yatırımın 48-60 yıllık düzenli aralıklarla gerçekleştiği iddiasını kanıtlamadı. Böyle bir şey kanıtlanamaz, çünkü bunun kapitalist sistemin gerçek işleyişiyle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekte makinelerin ve binaların yenilenmesi, her üretim dalında farklı zaman ve hızlarda gerçekleşir. Garvy’nin işaret ettiği gibi: “Yatırım süreci kesintili olsaydı bile, yeniden yatırım kesintisiz olurdu, çünkü o sadece gerçek yıpranmaya değil, aynı zamanda demode olma derecesine, bakım masraflarına, faiz oranlarına, ücretlere, teknolojik gelişmeye ve faydalanma oranına bağlıdır.” Sermaye mallarının (makineler, binalar vs.), varsayıldığı gibi, eş zamanlı olarak yaklaşık yarım yüzyıllık düzenli aralıklarla yıpranması için en ufak bir neden yoktur.
Kondratiyev, yeni icatların uygulanmaya konmasının, bir yatırım fonunun daha önceden birikme sürecine bağlı olduğunu öne sürüyordu. Bu kavram aslında Tugan-Baranovski’den alınmıştır. Paradoksal olarak, ilk yazılarından birinde Tugan-Baranovski’yi ikraz [ödünç verme] fonu fikrinden dolayı eleştiren Kondratiyev, sonradan bu fikri kendi uzun dalga teorisinin köşe taşlarından biri olarak devralmıştır. Tugan-Baranovski üzerine yazdığı kitapta şöyle der: “Tugan-Baranovski’nin çevrim teorisindeki temel fikirlerden biri tartışmasız kabul edilemez: serbest, yatırılmamış sermaye birikimi teorisi. Bu tür bir sermaye ne zamandan beri var olmuştur?” (N. D. Kondratiyev, M. I. Tugan-Baranovski, Petrograd, 1923.)
Gerzstein da, ekonomik gelişmeyi sınırlayan şeyin, yatırım fonunun eksikliği değil, yatırım için ayrılan sermayeye yeterli getiri sağlamanın imkânsızlığı olduğuna dikkat çeker. Genişleme döneminin tepe noktasında, yatırımcılar sermayelerini yeni yatırımlar için riske etmekten çekinirler ve bunun yerine devlet tahvilini ve diğer sabit getirili yatırımları tercih ederler. Oparin, Fransız Tasarruf Bankası istatistiklerine dayanarak, sözde uzun tasarruf çevrimlerinin bir yanılsama olduğunu gösterir. Tasarrufu etkileyen pek çok faktör –sadece ekonomik değil– vardır. Oparin, Fransa’da Tasarruf Bankasının bilançolarının, iki durum dışında sürekli yükselen bir eğri çizdiğini gösterir: ilki, 1848 devrimi ve Louis Bonaparte darbesi (1848-50) ile Fransa-Prusya Savaşı (1870-71) arasındaki toplumsal ve politik çalkantı dönemiydi ve bu dönemde yatırımcılar bankadaki fonlarını çekmişlerdi. İkincisinde ise, Birinci Dünya Savaşından hemen önceki yıllarda Fransız Tasarruf Bankasının bilançolarında bir düşüş yaşanmıştı ve bu düşüş, tasarrufların giderek artan bir kısmını elinde bulunduran ticari bankalardaki büyümeyi yansıtıyordu. Bu ve diğer nedenlerle, yatırım için bir “ikraz fonu” fikri son derece zayıftır. Ama bu fikir Kondratiyev’in uzun çevrimler teorisinin köşe taşıdır. Eğer bu yıkılacak olursa, uzun çevrimlerin motor gücüne ilişkin açıklama da onunla birlikte yok olur.
Yine burada da Kondratiyev, sadece kendi tezlerini destekler görünen istatistikleri almış, farklı bir sonucu akla getirenleri görmezden gelmişti. Örneğin üretim ve tüketime ilişkin istatistikler, Kondratiyev’inkilerden tamamen farklı sonuçlar verir. Bu nedenle, söz ettiği fiziksel niceliklere ilişkin yedi Fransız istatistik serisinden sadece ikisi uzun çevrimlerin varlığını akla getirir ve bunlardan birisi de (yulaf yetiştirmek için kullanılan toprak) çelişkili görünür. İki buçuk uzun çevrimi ortaya çıkarmış olduğunu iddia etmesine rağmen, üzerinde çalıştığı 25 seriden sadece dört tanesi böyle bir dönemi kapsar; bir diğer dördü iki çevrimi kapsar; geriye kalanlar ise yalnızca bir ya da bir buçuk çevrimi kapsar. Sayıların onun teziyle uyuştuğu yerlerde bile, bunların sadece dar bir alana (yani fiyatlar) ilişkin oldukları ve bazı durumlarda tarihlerin ve hatta eğilimlerin belirsiz olduğu yönünde itirazlar yükseltilmiştir. Kondratiyev’in fiziksel üretime dair (örneğin İngiltere’deki külçe demir üretimi) verileri kullandığı tek tük durumlarda, sonuçlar onun tezini pek desteklemez. Bu yüzden, istatistik kullanımında daha titiz olsaydı, elde edilen sonuçlar kesinlikle çok farklı olurdu.
Sonuç kaçınılmazdır: Kondratiyev’in tezini destekleyen ampirik kanıtlar son derece zayıftır. Garvy şu neticeye varır: “Kondratiyev’in istatistiksel eserini inceleyecek olursak, onun «uzun ekonomik çevrimlerin» varlığını kanıtlamayı başaramadığı sonucuna varırız.” Gerçek, somut tarihsel gelişme, bu soyut şemadan çok daha karmaşık ve çelişkili, çok daha diyalektiktir. O, basit bir çevrime ya da sonsuza kadar yinelenen bir çevrimler serisine indirgenemez. Ama başka bir anlamda, Kondratiyev’in yaratıcı beyni, tarihsel süreci kavramamıza yardımcı oldu. O, kendine has özelliklere sahip tarihsel dönemlerin varlığına dikkat çekiyordu. Bu, daha fazla araştırmayı hak eden her türlü sonuca gebe, zekice bir çıkarsamadır.
Garvy’nin isabetle öne sürdüğü gibi: “Üzerine kısa çevrimsel hareketlerin yerleştirildiği uzun süreli çevrimsel salınımlar hipotezi ıskartaya çıkmak zorundaysa da, kapitalist ekonominin, gelişimi boyunca birbirini takip eden çeşitli aşamalardan geçtiği, farklı büyüme ve coğrafi yayılma ritimleriyle karakterize olduğu fikri dikkate değerdir. Kapitalist ekonominin farklı evreleri arasındaki daha belirgin bir ayrıma dayandırılsaydı, analizin doğruluğu ve anlamı belki de artardı. «Kapitalist evrimin eğrisi», basit bir eğriden daha karmaşık ve elbette Kondratiyev’in uzun çevrimlerinden daha düzensiz bir denklem olurdu. Periyodik uzun salınımlar hipotezinin yerine, gerçek ekonomik sistemimizin birbirlerini takip eden aşamalarını, büyüyen coğrafi kapsamını ve kapitalist olmayan alanlarla değişen ilişkilerini inceleyen bir çalışma koymamız gerekirdi. Bu bizi soyut zaman serileri modelleri inşa etmekten uzaklaştırıp, ekonomik sistemimizin gerçek dinamiklerini incelemeye götürürdü.” (G. Garvy, Kondratiev’s Theory of Long Cycles [Kondratiyev’in Uzun Çevrimler Teorisi], The Review of Economic Statistics içinde, Cambrige, Mass, cilt XXV, 4 Kasım 1943).
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Troçki ve Kondratiyev
Burada adı geçen Kondratiyev eleştirmenleri, onun hem istatistikleri hem de yöntemi hakkında şüphesiz ciddi kuşkular dile getirirler, ama özünde bu eleştiri yetersizdir, çünkü bizzat Kondratiyev’in temel zayıflığı olan aynı dar ekonomik bakış açısından muzdariptir. Kondratiyev’in eleştirmenleri de onun gibi “Kızıl Profesörler”dir. Dolayısıyla onların argümanları da soyut ve akademiktir. Ve üniversite akademikliğinin tipik özelliğini sergileyip, Kondratiyev’in artı koyduğu yere basitçe bir eksi koymak suretiyle onun tezini “yadsıyarak” sadece öteki aşırı uca savrulurlar. Bu tür yöntemlerle pek bir yere varamayız! Kondratiyev’in hipotezi en azından belli bir cesarete ve hayal gücüne sahipti. Bu hipotezi enine boyuna inceleyerek, zayıf ve güçlü yanlarını ortaya çıkararak, gerçek kapitalist gelişme süreci hakkında bir şeyler öğrenilebilir, her ne kadar günün sonunda orijinal “uzun dalga” hipotezinin yanlış olduğu ortaya çıksa da.
Kondratiyev’in modelindeki ilk kusur, onun en karmaşık ve çelişkili tarihsel süreçleri soyut ve biçimsel bir şekilde sunmasıdır. Biçimselliğin tam aksine, Marksist diyalektik yöntem, verili bir sistemi veya fikri olgulara dayatmaya çalışmaz, tersine eldeki tüm verilerin dikkatli bir incelenmesinden sağlam genellemeler türetmeye uğraşır. Burada Kondratiyev’in hipotezindeki ilk sorunu görüyoruz. Troçki daha 1923’te, Kapitalist Gelişme Eğrisi[5] adlı zekice yazılmış kısa makalesinde, Kondratiyev’in tezine dikkat çekmişti.
“Kızıl Profesörler”in eleştirilerinin aksine, Troçki’nin Kapitalist Gelişme Eğrisi adlı makalesi, Kondratiyev’i diyalektik ve Marksist bir bakış açısından yanıtlıyordu. Kondratiyev’in kendisi de ince bir buz üzerinde paten yaptığının çok iyi farkındaydı. Uzun dalgaların varlığını kanıtlayacak yeterli veri olmadığı açıktı. Bu yüzden bizzat kendisi, hipotezin koşullu bir karakter taşıdığını vurguluyordu. Uzun çevrimlerin varlığının “en azından çok muhtemel” olduğunu söylüyordu. Tam da bu nedenle, Troçki, böyle kapsamlı bir genellemeye gitmeden önce çok daha ciddi bir çalışma yapılması gerektiğine dikkat çekiyordu. Ancak Troçki’yle Kondratiyev arasındaki farklılıklar yalnızca bir istatistik sorunu değil, çok temel bir yöntem farklılığıydı.
Troçki’nin Kondratiyev’in teorisine ilgi göstermesi, Komünist Enternasyonal’de o zamanlar yürütülen tartışmalarla bağlantılıydı. Rus devrimini takip eden devrim dalgası durulmuştu. Sovyet Cumhuriyeti’nin yalıtılmışlığını kırmak için son şans, 1923’te, derin bir ekonomik krizin ve Ruhr’un Fransız emperyalizmince ele geçirilmesinin yarattığı devrimci durumdu. Faşistler bile komünistlerin iktidarı ele geçireceğini öngörüyordu. Ama Stalin ve Zinovyev’in yanlış tavsiyelerini dinleyen Alman Komünist Partisinin önderleri bu fırsatı geri teptiler. Troçki, devrimin yenilgisinin kapitalizme geçici bir soluklanma fırsatı verdiği sonucunu çıkardı. Bu, bir süreliğine göreli bir istikrar kazanabilecek olan kapitalizmdeki yeni bir boomun politik koşuluydu. Kapitalizmin toparlanabileceğini reddeden aşırı solculara yanıt veren Lenin ve Troçki, işçi sınıfı tarafından devrilmedikçe kapitalizmin en derin krizden bile daima çıkış yolu bulabileceğini söylediler.
Troçki, Komintern’in Üçüncü Kongresindeki bir konuşmada bu fikri yeniden dillendirdi. Fakat onun “denge” meselesine yaklaşımı Kondratiyev’inkinden çok farklıydı. Troçki, Komünist Enternasyonal’deki söz konusu tartışmalara Kondratiyev’in katkısını memnuniyetle karşılarken, kapsamlı tarihsel genellemeleri, apriori olarak, yani zahmetli araştırmaların sonucu değil safi entelektüel kurgular olarak ileri sürmenin doğru olmayacağı uyarısını yapıyordu. “Bu yolla elde edilebilecek zaferleri, bizzat böyle bir araştırmanın sonuçları belirleyecektir. Bu araştırmalar, bugüne kadar yapılan tarihsel materyalizm gezintilerinden daha tutarlı, daha sistemli olmak zorundadır” diye yazıyordu. Burada sözü edilen muhtemelen sadece Kondratiyev değil, biçimcilik konusunda masum olmayan Buharin’di de. Lenin’in vasiyetinde Buharin için “asla ciddi olarak diyalektik üzerine çalıştığını sanmıyorum” demesi boşuna değildir.
Konuşmasında Troçki şöyle diyordu: “Kapitalist denge son derece karmaşık bir olgudur. Kapitalizm bu dengeyi kurar, bozar, yeniden bozmak üzere tekrar kurar, ve aynı zamanda da hakimiyet sınırlarını genişletir. Ekonomik alanda, bu bozulma ve canlanmalar, çöküş ve boom biçimini alır… Bu yüzden kapitalizm, daima bir bozulma ve canlanma sürecinde olan dinamik bir dengeye sahiptir.”
Burada Troçki, “kapitalizmin nihai krizinden bahseden” mekanik “Marksistler”le polemik yapar. London Times gazetesinde yayımlanan İngiliz dış ticaretiyle ilgili bir makaleye atıfta bulunur.: “Bu yılın Ocak ayında London Times, 138 yıllık dönemi kapsayan bir istatistik tablosu yayınladı… Bu süre boyunca 16 çevrim tamamlanmıştır; yani 16 kriz ve 16 refah dönemi. Her bir çevrim yaklaşık olarak 82/3 –neredeyse 9– yılı kapsamaktadır... Gelişme eğrisini daha yakından inceleyecek olursak, onun beş parçaya, beş ayrı döneme ayrıldığını görürüz. 1781’den 1851’e kadar gelişme çok yavaştır; hemen hiç hareket gözlenmez… Avrupa ticaretinin faaliyet sahasını genişletmeye hizmet eden 1848 devriminden sonra, bir kırılma noktası olur. 1851’den 1873’e gelişme eğrisi hızla yükselir ... ve 1873’ten itibaren bir bunalım dönemi görülür. 1873’ten yaklaşık 1894’e dek, İngiliz piyasasında durgunluğa şahit oluruz ... ardından 1913’e kadar sürecek olan bir diğer boom yaşanır... Nihayet, 1914’le birlikte beşinci dönem, kapitalist ekonominin yıkım dönemi başlar.” (Bk. Komünist Enternasyonalin İlk Beş Yılı, cilt 1, s.174; ayrıca bk. s.208 ve 211 ve makaleler Flood-time (1921) ve Dünya Ekonomisi ve Konjonktürler.)
Kondratiyev’e hakkını veren Troçki, ekonomik gelişmede uzun dönemli salınımların varlığını kabul etmeye hazırdı, ama kesinlikle bu ayrık dönemlerin döngüsel bir karakteri olduğunu reddediyordu. Bunlar daha ziyade, bir kısmı ekonomik karakterli bile olmayan özel koşulların sıralanmasının sonucuydular. Dolayısıyla “uzun çevrimler” –hele “uzun dalgalar”– teriminin kullanılması doğru değildi. Böyle bir çevrim kavramının kısır olduğunu düşünüyordu. Bunun yerine, tümüyle farklı bir görüş ileri sürüyordu. Bu görüş, tarihsel gelişme sürecini, farklı süre ve özelliklere sahip, hem alçalan hem de yükselen çevrimlerden oluşan bir evreler dizisi olarak sunan bir grafikte özetleniyordu. Bu görüşü, Oparin, Gerzstein, Guberman ve Novokhilov gibi Sovyet iktisatçıları da paylaşıyordu.
Troçki’nin Kapitalist Gelişme Eğrisi, atıfta bulunulan İngiliz dış ticaret rakamlarına dayanmaktadır aslında. Bu, Kondratiyev’in tüm yönteminin açık bir çürütülmesidir. Troçki, makalesinde, bir Marksist için açık olması gereken bir şeyi, yani kapitalizmin gelişiminin ekonomik çevrimler sorununa indirgenemeyeceğini açıklar. Her ne kadar son çözümlemede tarihsel sürecin belirleyici unsuru üretici güçlerin gelişimiyse de, süreci kesin bir biçimde koşullandıracak pek çok farklı unsur vardır. Bunlardan en göze batanları savaşlar ve devrimlerdir, ama başka unsurlar da mevcuttur. Teknoloji, politika ve hatta din, ekonomiyi çok önemli bir biçimde etkileyebilir. Ekonomik “temel” ile hukuksal politik ve ideolojik “üstyapı” arasındaki ilişki tek yönlü olmaktan çok uzaktır. “Üstyapı” ekonomik “temel”i değiştirebilir, çatlatabilir, bozabilir ve pek çok şekilde etkileyebilir ve etkilemektedir de. Denklem basit ve mekanik değil, karmaşık ve diyalektiktir. Bu noktada yapılacak bir hata, bizi kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlara götürür. Troçki’nin makalesinin tüm amacı, “temel” ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin gerçekte ne kadar karmaşık ve çelişkili olduğunu açıklamaktır. Durum böyle olmasaydı, tarih çok basit bir olay olurdu.
Marksistler tarihsel süreci nasıl kavrarlar? Tarihsel materyalizmin yukarıda da bahsedilen temel konumunu, Engels Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazdığı Önsözde açıklamıştı. Troçki’nin çözümlemesinin başlangıç noktası budur. Troçki her çağın özelliğini bir dizi unsurun belirlediğini açıklar: sadece üretim sistemindeki içsel güçler değil, aynı zamanda yeni ülkelerin ve kıtaların kapitalizme açılması, yeni doğal kaynakların keşfi gibi dışsal etkenler ve savaşlar ve devrimler gibi “üstyapısal” etkenler de bunda rol oynar. Tüm bu etkenler birbirlerini diyalektik olarak etkileyerek, tarih dediğimiz zengin ve karmaşık olaylar mozaiğini üretir.
Görmüş olduğumuz gibi, tarihsel materyalizmin kaba ekonomik determinizmle hiçbir ortak yanı yoktur. İnsanlar “ekonomik güçlerin” zavallı birer kuklası değil, faaliyetleriyle tarihsel gelişmenin akıbetini derinden etkileyebilecek olan, tarihsel sürecin aktif etmenleridir. Eylemlerinin, tüm önceki tarihsel gelişme tarafından belirlenmiş bir koşullar setince sınırlandığı doğrudur. Ama bu sınırlar içinde, insanların eylemleri tarih üzerinde çok büyük etki yaratabilir ve yaratmaktadır. Bu dinamik tarih görüşüyle yan yana konulunca, Kondratiyev’in kavrayışı mekanik bir karikatür gibi görünmektedir. Bu kavrayışın Marksist diyalektik karşısındaki konumu, Laplace’ın mekanizminin görelilik kuramı ve kuantum mekaniği karşısındaki konumuyla yaklaşık olarak aynıdır.
Burada adı geçen Kondratiyev eleştirmenleri, onun hem istatistikleri hem de yöntemi hakkında şüphesiz ciddi kuşkular dile getirirler, ama özünde bu eleştiri yetersizdir, çünkü bizzat Kondratiyev’in temel zayıflığı olan aynı dar ekonomik bakış açısından muzdariptir. Kondratiyev’in eleştirmenleri de onun gibi “Kızıl Profesörler”dir. Dolayısıyla onların argümanları da soyut ve akademiktir. Ve üniversite akademikliğinin tipik özelliğini sergileyip, Kondratiyev’in artı koyduğu yere basitçe bir eksi koymak suretiyle onun tezini “yadsıyarak” sadece öteki aşırı uca savrulurlar. Bu tür yöntemlerle pek bir yere varamayız! Kondratiyev’in hipotezi en azından belli bir cesarete ve hayal gücüne sahipti. Bu hipotezi enine boyuna inceleyerek, zayıf ve güçlü yanlarını ortaya çıkararak, gerçek kapitalist gelişme süreci hakkında bir şeyler öğrenilebilir, her ne kadar günün sonunda orijinal “uzun dalga” hipotezinin yanlış olduğu ortaya çıksa da.
Kondratiyev’in modelindeki ilk kusur, onun en karmaşık ve çelişkili tarihsel süreçleri soyut ve biçimsel bir şekilde sunmasıdır. Biçimselliğin tam aksine, Marksist diyalektik yöntem, verili bir sistemi veya fikri olgulara dayatmaya çalışmaz, tersine eldeki tüm verilerin dikkatli bir incelenmesinden sağlam genellemeler türetmeye uğraşır. Burada Kondratiyev’in hipotezindeki ilk sorunu görüyoruz. Troçki daha 1923’te, Kapitalist Gelişme Eğrisi[5] adlı zekice yazılmış kısa makalesinde, Kondratiyev’in tezine dikkat çekmişti.
“Kızıl Profesörler”in eleştirilerinin aksine, Troçki’nin Kapitalist Gelişme Eğrisi adlı makalesi, Kondratiyev’i diyalektik ve Marksist bir bakış açısından yanıtlıyordu. Kondratiyev’in kendisi de ince bir buz üzerinde paten yaptığının çok iyi farkındaydı. Uzun dalgaların varlığını kanıtlayacak yeterli veri olmadığı açıktı. Bu yüzden bizzat kendisi, hipotezin koşullu bir karakter taşıdığını vurguluyordu. Uzun çevrimlerin varlığının “en azından çok muhtemel” olduğunu söylüyordu. Tam da bu nedenle, Troçki, böyle kapsamlı bir genellemeye gitmeden önce çok daha ciddi bir çalışma yapılması gerektiğine dikkat çekiyordu. Ancak Troçki’yle Kondratiyev arasındaki farklılıklar yalnızca bir istatistik sorunu değil, çok temel bir yöntem farklılığıydı.
Troçki’nin Kondratiyev’in teorisine ilgi göstermesi, Komünist Enternasyonal’de o zamanlar yürütülen tartışmalarla bağlantılıydı. Rus devrimini takip eden devrim dalgası durulmuştu. Sovyet Cumhuriyeti’nin yalıtılmışlığını kırmak için son şans, 1923’te, derin bir ekonomik krizin ve Ruhr’un Fransız emperyalizmince ele geçirilmesinin yarattığı devrimci durumdu. Faşistler bile komünistlerin iktidarı ele geçireceğini öngörüyordu. Ama Stalin ve Zinovyev’in yanlış tavsiyelerini dinleyen Alman Komünist Partisinin önderleri bu fırsatı geri teptiler. Troçki, devrimin yenilgisinin kapitalizme geçici bir soluklanma fırsatı verdiği sonucunu çıkardı. Bu, bir süreliğine göreli bir istikrar kazanabilecek olan kapitalizmdeki yeni bir boomun politik koşuluydu. Kapitalizmin toparlanabileceğini reddeden aşırı solculara yanıt veren Lenin ve Troçki, işçi sınıfı tarafından devrilmedikçe kapitalizmin en derin krizden bile daima çıkış yolu bulabileceğini söylediler.
Troçki, Komintern’in Üçüncü Kongresindeki bir konuşmada bu fikri yeniden dillendirdi. Fakat onun “denge” meselesine yaklaşımı Kondratiyev’inkinden çok farklıydı. Troçki, Komünist Enternasyonal’deki söz konusu tartışmalara Kondratiyev’in katkısını memnuniyetle karşılarken, kapsamlı tarihsel genellemeleri, apriori olarak, yani zahmetli araştırmaların sonucu değil safi entelektüel kurgular olarak ileri sürmenin doğru olmayacağı uyarısını yapıyordu. “Bu yolla elde edilebilecek zaferleri, bizzat böyle bir araştırmanın sonuçları belirleyecektir. Bu araştırmalar, bugüne kadar yapılan tarihsel materyalizm gezintilerinden daha tutarlı, daha sistemli olmak zorundadır” diye yazıyordu. Burada sözü edilen muhtemelen sadece Kondratiyev değil, biçimcilik konusunda masum olmayan Buharin’di de. Lenin’in vasiyetinde Buharin için “asla ciddi olarak diyalektik üzerine çalıştığını sanmıyorum” demesi boşuna değildir.
Konuşmasında Troçki şöyle diyordu: “Kapitalist denge son derece karmaşık bir olgudur. Kapitalizm bu dengeyi kurar, bozar, yeniden bozmak üzere tekrar kurar, ve aynı zamanda da hakimiyet sınırlarını genişletir. Ekonomik alanda, bu bozulma ve canlanmalar, çöküş ve boom biçimini alır… Bu yüzden kapitalizm, daima bir bozulma ve canlanma sürecinde olan dinamik bir dengeye sahiptir.”
Burada Troçki, “kapitalizmin nihai krizinden bahseden” mekanik “Marksistler”le polemik yapar. London Times gazetesinde yayımlanan İngiliz dış ticaretiyle ilgili bir makaleye atıfta bulunur.: “Bu yılın Ocak ayında London Times, 138 yıllık dönemi kapsayan bir istatistik tablosu yayınladı… Bu süre boyunca 16 çevrim tamamlanmıştır; yani 16 kriz ve 16 refah dönemi. Her bir çevrim yaklaşık olarak 82/3 –neredeyse 9– yılı kapsamaktadır... Gelişme eğrisini daha yakından inceleyecek olursak, onun beş parçaya, beş ayrı döneme ayrıldığını görürüz. 1781’den 1851’e kadar gelişme çok yavaştır; hemen hiç hareket gözlenmez… Avrupa ticaretinin faaliyet sahasını genişletmeye hizmet eden 1848 devriminden sonra, bir kırılma noktası olur. 1851’den 1873’e gelişme eğrisi hızla yükselir ... ve 1873’ten itibaren bir bunalım dönemi görülür. 1873’ten yaklaşık 1894’e dek, İngiliz piyasasında durgunluğa şahit oluruz ... ardından 1913’e kadar sürecek olan bir diğer boom yaşanır... Nihayet, 1914’le birlikte beşinci dönem, kapitalist ekonominin yıkım dönemi başlar.” (Bk. Komünist Enternasyonalin İlk Beş Yılı, cilt 1, s.174; ayrıca bk. s.208 ve 211 ve makaleler Flood-time (1921) ve Dünya Ekonomisi ve Konjonktürler.)
Kondratiyev’e hakkını veren Troçki, ekonomik gelişmede uzun dönemli salınımların varlığını kabul etmeye hazırdı, ama kesinlikle bu ayrık dönemlerin döngüsel bir karakteri olduğunu reddediyordu. Bunlar daha ziyade, bir kısmı ekonomik karakterli bile olmayan özel koşulların sıralanmasının sonucuydular. Dolayısıyla “uzun çevrimler” –hele “uzun dalgalar”– teriminin kullanılması doğru değildi. Böyle bir çevrim kavramının kısır olduğunu düşünüyordu. Bunun yerine, tümüyle farklı bir görüş ileri sürüyordu. Bu görüş, tarihsel gelişme sürecini, farklı süre ve özelliklere sahip, hem alçalan hem de yükselen çevrimlerden oluşan bir evreler dizisi olarak sunan bir grafikte özetleniyordu. Bu görüşü, Oparin, Gerzstein, Guberman ve Novokhilov gibi Sovyet iktisatçıları da paylaşıyordu.
Troçki’nin Kapitalist Gelişme Eğrisi, atıfta bulunulan İngiliz dış ticaret rakamlarına dayanmaktadır aslında. Bu, Kondratiyev’in tüm yönteminin açık bir çürütülmesidir. Troçki, makalesinde, bir Marksist için açık olması gereken bir şeyi, yani kapitalizmin gelişiminin ekonomik çevrimler sorununa indirgenemeyeceğini açıklar. Her ne kadar son çözümlemede tarihsel sürecin belirleyici unsuru üretici güçlerin gelişimiyse de, süreci kesin bir biçimde koşullandıracak pek çok farklı unsur vardır. Bunlardan en göze batanları savaşlar ve devrimlerdir, ama başka unsurlar da mevcuttur. Teknoloji, politika ve hatta din, ekonomiyi çok önemli bir biçimde etkileyebilir. Ekonomik “temel” ile hukuksal politik ve ideolojik “üstyapı” arasındaki ilişki tek yönlü olmaktan çok uzaktır. “Üstyapı” ekonomik “temel”i değiştirebilir, çatlatabilir, bozabilir ve pek çok şekilde etkileyebilir ve etkilemektedir de. Denklem basit ve mekanik değil, karmaşık ve diyalektiktir. Bu noktada yapılacak bir hata, bizi kaçınılmaz olarak yanlış sonuçlara götürür. Troçki’nin makalesinin tüm amacı, “temel” ile “üstyapı” arasındaki ilişkinin gerçekte ne kadar karmaşık ve çelişkili olduğunu açıklamaktır. Durum böyle olmasaydı, tarih çok basit bir olay olurdu.
Marksistler tarihsel süreci nasıl kavrarlar? Tarihsel materyalizmin yukarıda da bahsedilen temel konumunu, Engels Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne yazdığı Önsözde açıklamıştı. Troçki’nin çözümlemesinin başlangıç noktası budur. Troçki her çağın özelliğini bir dizi unsurun belirlediğini açıklar: sadece üretim sistemindeki içsel güçler değil, aynı zamanda yeni ülkelerin ve kıtaların kapitalizme açılması, yeni doğal kaynakların keşfi gibi dışsal etkenler ve savaşlar ve devrimler gibi “üstyapısal” etkenler de bunda rol oynar. Tüm bu etkenler birbirlerini diyalektik olarak etkileyerek, tarih dediğimiz zengin ve karmaşık olaylar mozaiğini üretir.
Görmüş olduğumuz gibi, tarihsel materyalizmin kaba ekonomik determinizmle hiçbir ortak yanı yoktur. İnsanlar “ekonomik güçlerin” zavallı birer kuklası değil, faaliyetleriyle tarihsel gelişmenin akıbetini derinden etkileyebilecek olan, tarihsel sürecin aktif etmenleridir. Eylemlerinin, tüm önceki tarihsel gelişme tarafından belirlenmiş bir koşullar setince sınırlandığı doğrudur. Ama bu sınırlar içinde, insanların eylemleri tarih üzerinde çok büyük etki yaratabilir ve yaratmaktadır. Bu dinamik tarih görüşüyle yan yana konulunca, Kondratiyev’in kavrayışı mekanik bir karikatür gibi görünmektedir. Bu kavrayışın Marksist diyalektik karşısındaki konumu, Laplace’ın mekanizminin görelilik kuramı ve kuantum mekaniği karşısındaki konumuyla yaklaşık olarak aynıdır.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Kapitalizmde “Denge” Var mıdır?
Kondratiyev’in teorisi, kapitalizmin ulaşmaya çalıştığı bir tür doğal denge durumunun var olduğu fikrini örtük biçimde içerir. Ekonomik krizler dengeyi bozar, ama sonunda bunların üstesinden gelinir ve bir süreliğine yeni bir denge kurulur, ta ki bu da yeni bir krizle bozuluncaya kadar vs. Bu fikri icat eden şüphesiz Kondratiyev değildi. 19. yüzyılın sonunda ünlü burjuva iktisatçı Alfred Marshall tarafından icat edilmişti. Piyasanın kendi kendini düzenlediği anlamına geldiği için, bu fikir son yıllarda yeniden popülerlik kazanmıştır. Piyasanın “görünmeyen eli” sonunda her şeyi ayıklar. Dolayısıyla piyasa güçlerinin işleyişine müdahale etmeye gerek yoktur. Her çeşit sosyal reform, devlet müdahalesi, yasalar, asgari ücret, sendikalar vs. sadece gereksiz değil, üstüne üstlük zararlıdırlar da. Zira bunlar piyasa mekanizmasını sekteye uğratırlar ve onu asli görevi olan, fiyatların, ücretlerin ve istihdamın kendi “doğal” seviyelerinde olduğu ve her şeyin kapitalist dünyaların en iyisinde en iyi hale geleceği meşhur denge durumuna ulaşmaktan alıkoyarlar.
Denge teorisinin merkezinde, rekabetçi bir piyasada, arz ve talebin sonunda eşitleneceği fikri yatar. Fakat kapitalist krizlerin bütün tarihi, bunun tam tersini söylemektedir. Bu görüş, “hiç kimse tüketmek ya da satmak dışında bir niyetle üretmez ve o an kullanacağı ya da gelecekteki üretimine katkıda bulunacak başka bir met-ayı satın almak dışında bir niyetle satmaz ...” diyen Ricardo kadar eskidir. Ricardo da bu fikri Marx’ın deyişiyle “ahmak Say”dan almıştır. “Say kanunu” o günden beri burjuva iktisadında şu ya da bu şekilde varlığını sürdürmüştür. Amacı bellidir: aşırı üretimin mümkün olmadığını “kanıtlamak”. Bu, Marx’ın da işaret ettiği gibi, bir iktisadi uydurmacadır.
Kondratiyev Marshall’ın teorisini kabul etmekle kalmadı, denge fikrini ekonomik faaliyetin her yönüne uygulamaya çalıştı. Şöyle yazıyordu: “Dalga hareketleri, kapitalist sistemin dengesindeki değişken düzensizlikler ve denge seviyesinden artan ya da azalan sapmalar sürecidir.” (İkinci makale, s.58, vurgu bizim.)
Bu teorinin içerdiği gerici yönler üzerinde durmaya değmez. Karşımızda Thatcherizmin, Reaganizmin ve bilumum çeşitlerinin teorik temelleri durmaktadır. Şüphesiz, Kondratiyev’in duruşu bundan çok uzaktır. O, bu fikirden çıkan gerici sonuçları kabul etmiyordu, ne var ki Mashall’ın ortodoks konumundan yola çıkıyordu. Burada bizi ilgilendiren şey, teoriden ne gibi sonuçlar çıkarıldığı değil, teorinin kendisinin doğru olup olmadığıdır. Aslında, denge teorisi hiçbir olgusal temeli olmayan bir keyfi varsayım örneğidir. Bu, piyasanın “sonunda” dengeye ulaşacağından hareketle, ekonomik krizleri açıklama ve kapitalist üretim anarşisini meşrulaştırma girişimiydi. Keynes’in ironik bir şekilde işaret ettiği gibi: “Uzun vadede hepimiz öleceğiz.” Denge teorisinin ve klasik Marshall iktisadının ölüm çanı, 1929’da ve onu izleyen Büyük Bunalımda çaldı.
Kondratiyev’in hatası, kapitalist sistemi, mekanikte karşılaşılan sarkaç türünden basit bir doğrusal sistem olarak ele almasıdır. Fakat bu paralellik temelden kusurludur. Kapitalist sistemin “doğal dengesi” yoktur. O, önceden kesin öngörülemeyecek olan krizler, savaşlar ve devrimler sayesinde kaotik olarak ilerler, çünkü sistemin kendisi doğrusal değil kaotik bir sistemdir. George Soros’un (ki kendisi piyasaların hareketi hakkında oldukça bilgilidir ) durumu tam tasvir eden ifadesiyle söyleyecek olursak, piyasa belirli bir denge noktasına yönelen bir sarkaca değil, daha çok hareketini önceden kestirmenin çok zor veya imkânsız olduğu ama yıkıcı etkisi tartışmasız olan bir gülleye benzer.
Troçki ile Kondratiyev arasında, ikincil ya da vurgusal bir farklılık değil, çok köklü bir dünya görüşü ve yöntem farklılığı vardır. Bu, devrimci Marksist diyalektik ile ölü soyutlamalar ve üniversite profesörlerinin (“kızıl” dahi olsalar) biçimci düşünce tarzı arasındaki farklılıktır. Dünya kapitalizminin 1920’lerde içinden geçtiği aşamaya yaklaşımlarındaki farklılıktan, bunun derin pratik uzantıları olduğu da görülür. Troçki, Kondratiyev’in 1920-21 çöküşünden sonra kapitalizmin yeniden dengeye oturacağı görüşünü kabul etmiyordu. Savaşın ve Almanya’nın yıkımının yarattığı yaygın bozulma dışında, kent ile kır arasında ve üretimin farklı dalları arasında dengesizlik de söz konusuydu. Uluslararası düzlemde, Avrupa ve Amerika arasında ve özellikle ABD ile Britanya arasında giderek büyüyen çelişkiler görülmekteydi. Troçki ekonomik canlanmanın yüzeysel ve spekülatif nitelikte olacağını ve derin bir bunalıma yol açacağını öngörüyordu. Yeni bir ekonomik yükseliş dönemi ihtimalini teorik olarak dışlamıyor, ama bunun Avrupa’daki kitlelere korkunç ıstıraplara malolacağını söylüyordu.
Ocak 1926’da gerçekleşen ve Kondratiyev dahil bir grup Sovyet uzmanının da katıldığı dünya ekonomisi üzerine bir tartışmada, Troçki, uluslararası mali sistemin çalkantılı yapısı ve Avrupa’nın çevrimsel bir canlanma değil sürekli spazmlı sarsıntılar yaşadığı olgusu üzerinde durdu: “Yaşayan bir organizma çıkışsız durumlarda kaldığı zaman” diye yazıyordu sonradan, “kalp atışları düzensizleşir.” ABD’deki ekonomik boom’un, büyük ölçüde Avrupa pahasına gerçekleştiğini açıklıyordu. Avrupa, istikrar ve denge yerine, devrimci gelişmeleri gündeme getirecek yeni şoklarla yüz yüzeydi. Bu öngörüler daha sonraki olaylarla parlak bir şekilde doğrulandı.
Kondratiyev’in teorisi, kapitalizmin ulaşmaya çalıştığı bir tür doğal denge durumunun var olduğu fikrini örtük biçimde içerir. Ekonomik krizler dengeyi bozar, ama sonunda bunların üstesinden gelinir ve bir süreliğine yeni bir denge kurulur, ta ki bu da yeni bir krizle bozuluncaya kadar vs. Bu fikri icat eden şüphesiz Kondratiyev değildi. 19. yüzyılın sonunda ünlü burjuva iktisatçı Alfred Marshall tarafından icat edilmişti. Piyasanın kendi kendini düzenlediği anlamına geldiği için, bu fikir son yıllarda yeniden popülerlik kazanmıştır. Piyasanın “görünmeyen eli” sonunda her şeyi ayıklar. Dolayısıyla piyasa güçlerinin işleyişine müdahale etmeye gerek yoktur. Her çeşit sosyal reform, devlet müdahalesi, yasalar, asgari ücret, sendikalar vs. sadece gereksiz değil, üstüne üstlük zararlıdırlar da. Zira bunlar piyasa mekanizmasını sekteye uğratırlar ve onu asli görevi olan, fiyatların, ücretlerin ve istihdamın kendi “doğal” seviyelerinde olduğu ve her şeyin kapitalist dünyaların en iyisinde en iyi hale geleceği meşhur denge durumuna ulaşmaktan alıkoyarlar.
Denge teorisinin merkezinde, rekabetçi bir piyasada, arz ve talebin sonunda eşitleneceği fikri yatar. Fakat kapitalist krizlerin bütün tarihi, bunun tam tersini söylemektedir. Bu görüş, “hiç kimse tüketmek ya da satmak dışında bir niyetle üretmez ve o an kullanacağı ya da gelecekteki üretimine katkıda bulunacak başka bir met-ayı satın almak dışında bir niyetle satmaz ...” diyen Ricardo kadar eskidir. Ricardo da bu fikri Marx’ın deyişiyle “ahmak Say”dan almıştır. “Say kanunu” o günden beri burjuva iktisadında şu ya da bu şekilde varlığını sürdürmüştür. Amacı bellidir: aşırı üretimin mümkün olmadığını “kanıtlamak”. Bu, Marx’ın da işaret ettiği gibi, bir iktisadi uydurmacadır.
Kondratiyev Marshall’ın teorisini kabul etmekle kalmadı, denge fikrini ekonomik faaliyetin her yönüne uygulamaya çalıştı. Şöyle yazıyordu: “Dalga hareketleri, kapitalist sistemin dengesindeki değişken düzensizlikler ve denge seviyesinden artan ya da azalan sapmalar sürecidir.” (İkinci makale, s.58, vurgu bizim.)
Bu teorinin içerdiği gerici yönler üzerinde durmaya değmez. Karşımızda Thatcherizmin, Reaganizmin ve bilumum çeşitlerinin teorik temelleri durmaktadır. Şüphesiz, Kondratiyev’in duruşu bundan çok uzaktır. O, bu fikirden çıkan gerici sonuçları kabul etmiyordu, ne var ki Mashall’ın ortodoks konumundan yola çıkıyordu. Burada bizi ilgilendiren şey, teoriden ne gibi sonuçlar çıkarıldığı değil, teorinin kendisinin doğru olup olmadığıdır. Aslında, denge teorisi hiçbir olgusal temeli olmayan bir keyfi varsayım örneğidir. Bu, piyasanın “sonunda” dengeye ulaşacağından hareketle, ekonomik krizleri açıklama ve kapitalist üretim anarşisini meşrulaştırma girişimiydi. Keynes’in ironik bir şekilde işaret ettiği gibi: “Uzun vadede hepimiz öleceğiz.” Denge teorisinin ve klasik Marshall iktisadının ölüm çanı, 1929’da ve onu izleyen Büyük Bunalımda çaldı.
Kondratiyev’in hatası, kapitalist sistemi, mekanikte karşılaşılan sarkaç türünden basit bir doğrusal sistem olarak ele almasıdır. Fakat bu paralellik temelden kusurludur. Kapitalist sistemin “doğal dengesi” yoktur. O, önceden kesin öngörülemeyecek olan krizler, savaşlar ve devrimler sayesinde kaotik olarak ilerler, çünkü sistemin kendisi doğrusal değil kaotik bir sistemdir. George Soros’un (ki kendisi piyasaların hareketi hakkında oldukça bilgilidir ) durumu tam tasvir eden ifadesiyle söyleyecek olursak, piyasa belirli bir denge noktasına yönelen bir sarkaca değil, daha çok hareketini önceden kestirmenin çok zor veya imkânsız olduğu ama yıkıcı etkisi tartışmasız olan bir gülleye benzer.
Troçki ile Kondratiyev arasında, ikincil ya da vurgusal bir farklılık değil, çok köklü bir dünya görüşü ve yöntem farklılığı vardır. Bu, devrimci Marksist diyalektik ile ölü soyutlamalar ve üniversite profesörlerinin (“kızıl” dahi olsalar) biçimci düşünce tarzı arasındaki farklılıktır. Dünya kapitalizminin 1920’lerde içinden geçtiği aşamaya yaklaşımlarındaki farklılıktan, bunun derin pratik uzantıları olduğu da görülür. Troçki, Kondratiyev’in 1920-21 çöküşünden sonra kapitalizmin yeniden dengeye oturacağı görüşünü kabul etmiyordu. Savaşın ve Almanya’nın yıkımının yarattığı yaygın bozulma dışında, kent ile kır arasında ve üretimin farklı dalları arasında dengesizlik de söz konusuydu. Uluslararası düzlemde, Avrupa ve Amerika arasında ve özellikle ABD ile Britanya arasında giderek büyüyen çelişkiler görülmekteydi. Troçki ekonomik canlanmanın yüzeysel ve spekülatif nitelikte olacağını ve derin bir bunalıma yol açacağını öngörüyordu. Yeni bir ekonomik yükseliş dönemi ihtimalini teorik olarak dışlamıyor, ama bunun Avrupa’daki kitlelere korkunç ıstıraplara malolacağını söylüyordu.
Ocak 1926’da gerçekleşen ve Kondratiyev dahil bir grup Sovyet uzmanının da katıldığı dünya ekonomisi üzerine bir tartışmada, Troçki, uluslararası mali sistemin çalkantılı yapısı ve Avrupa’nın çevrimsel bir canlanma değil sürekli spazmlı sarsıntılar yaşadığı olgusu üzerinde durdu: “Yaşayan bir organizma çıkışsız durumlarda kaldığı zaman” diye yazıyordu sonradan, “kalp atışları düzensizleşir.” ABD’deki ekonomik boom’un, büyük ölçüde Avrupa pahasına gerçekleştiğini açıklıyordu. Avrupa, istikrar ve denge yerine, devrimci gelişmeleri gündeme getirecek yeni şoklarla yüz yüzeydi. Bu öngörüler daha sonraki olaylarla parlak bir şekilde doğrulandı.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Savaş ve Ekonomik Çevrim
Kondratiyev’in mantık silsilesindeki en zayıf halka, onun kapitalizm altında savaşlara, devrimlere ve yeniliklere bakışıdır. Hiçbir açıklayıcı kanıt ileri sürmeksizin, savaşların ve devrimlerin “dalga”nın yükseliş evresi sırasında, teknolojik yeniliklerinse alçalış sırasında ortaya çıkma eğiliminde olduğunu iddia eder. Kondratiyev eserinde savaşlardan ve devrimlerden bahseder, fakat bunu dalganın genişleme evresinin ürünü olan bir olaylar listesi ya da kronolojisi olarak yapar; ve aynı yöntemi izleyerek, bir şekilde alçalış evresinin ürünü olan bir icatlar listesi verir. Hiçbir zaman bu iddialar için tutarlı bir neden gösterilmez. Burada da yöntem biçimsel, soyut ve tamamen keyfidir.
Kondratiyev’in, savaşların ve devrimlerin uzun dalgaların yükseliş evresi sırasında, “ekonomik etkinliğin büyümesinden kaynaklanan yüksek gerilim dönemleri sırasında” gerçekleştiğini iddia ettiğini görmüştük. Kondratiyev’in iddiası, bir ölçüde, devrimin sadece kitlelerin yoksulluğundan kaynaklanabileceğini iddia eden kaba “Marksistlere” yöneltilmişti. Buna cevaben Troçki, sefaletin bir devrim için tek başına asla yeterli olmadığını, eğer durum bu olsaydı kitlelerin sürekli ayaklanma halinde olacağını söyledi. Ekonomik koşullar ile devrim arasındaki ilişki karmaşık bir meseledir. Tarihteki en büyük devrimci genel grev 1968’de Fransa’da –savaş sonrası yükselişin tepe noktasında– meydana geldi. Peki savaşların ve devrimlerin daima ekonomik yükseliş dönemlerinde gerçekleştiğini söylemek doğru mudur?
Bu hipotezin çürüklüğünü göstermek zor değildir. Aslında bu çok uzun zaman önce yapılmıştı. Verileri inceleyen Oparin, böylesi değişim dönemlerinin her iki tarafında beş ilâ yedi yıllık bir dönem görmezden gelinirse, o zaman devrim ve savaş (bırakın daha önemsizleri) gibi olayların “uzun çevrimler” boyunca düzgün bir dağılıma sahip olduğunu buldu. Gerçekten de durumun böyle olmaması için hiçbir geçerli neden yoktur. Elbette Kondratiyev bir örnek bile vermemiştir.
Kondratiyev’e göre, 1789-1809 yılları bir uzun dalganın genişleme evresiydi, 1809-1849 döneminde göreli bir durgunluk yaşanmıştı, ardından 1873’e kadar sürecek bir diğer genişleme başlamıştı. Sonra onu da 1896’ya kadar süren yeni bir resesyon dönemi izlemişti. Bu şemaya göre, üçüncü uzun dalganın yükseliş evresi 1896’dan 1920’ye kadar sürüyordu ve 1920-21 derin çöküşü bir alçalmanın başlangıcının ifadesi olarak açıklanıyordu. Bununla birlikte, pratikte, 1920-21 çöküşünün, ilerde göreceğimiz gibi başka bir açıklaması daha vardı. Bu şema, savaşların ve devrimlerin sıklığıyla nasıl uyuşur? Burada da Kondratiyev’in veri seçimi son derece keyfidir. Örneğin Napolyon’a karşı kurulan altı koalisyonun hepsini dikkatle sıralarken, Britanya ile ABD arasındaki 1812 savaşını atlar. Eventov, Kondratiyev’in savaşlar ve devrimler listesinin, Hersek ayaklanmasını, Fransız Devrimi ve Amerikan İç Savaşıyla aynı kefeye koyduğuna dikkat çeker! Kondratiyev’in ekonomik süreçleri ele alışında zaten aşikâr olan yöntemin biçimci karakteri bu noktada hemen göze batar. 1847’deki ciddi kriz ve 1890’lardaki bunalım iki uzun çevrimin dönüm noktalarına işaret eder. Fransa-Prusya Savaşı, tıpkı Paris Komünü gibi, bir çevrimin tepe noktasında gerçekleşti. Fakat 1848 devrimlerinin durumu açık değildir. Eğer yükselen eğri üzerinde gerçekleştiyse, o zaman onun tam başında olmalıydı. Bir önceki yıl derin bir çöküşe işaret ettiği için, işçilerin psikolojisini yükseliş değil çöküş biçimlendirecekti.
En belirgin çelişki, Kondratiyev’e göre 1914-1920 döneminin bir uzun dalganın alçalış evresinin başlangıcını göstermesidir. Böyle bir evrede, devrimin gündemde olmaması gerekirdi. Fakat tam da 1917’yi izleyen yıllara, sadece Rusya’da değil, Almanya, Fransa, Britanya, İspanya, Macaristan, Estonya ve Bulgaristan’da da (ki burada yalnızca ileri kapitalist ülkelerin adını andık) devrimler ve devrimci hareketler damgasını vurdu. Bu hareketlerin çoğu başarıya ulaşamadıysa, sebep ekonomik çevrimin kaprisinde değil, önderliğin başarısızlıklarında aranmalıdır. Komünist Enternasyonal ancak 1919’da kuruldu. Komünist Partiler genç ve deneyimsizdiler ve birçok hata yaptılar. Troçki’nin Ekim Dersleri’nde (1923) açıkladığı gibi, onları Bolşevik Partinin başarısını tekrarlamaktan alıkoyan şey buydu. Kuşkusuz nesnel koşullar (ekonomik çevrim dahil) tüm sınıfların psikolojisini güçlü bir biçimde etkiler ve az ya da çok uygun koşullar yaratarak mücadelenin yürütüldüğü zemini biçimlendirir. Fakat asıl olarak belirleyici olan öznel faktördür. Macaristan’da Kont Korolyi’nin burjuva hükümeti, hiçbir mücadele olmaksızın iktidarı Komünist Partiye teslim etmiştir. Macar komünistleri devrimi başarıyla sonuçlandırmak için son derece uygun koşullara sahiptiler, fakat başaramadılar. Bu başarısızlığın ekonomik koşullarla hiçbir ilgisi yoktu, her şey Bela Kun ile diğer Komünist Parti önderlerinin izlediği yanlış politikalarla ilgiliydi (bk. Alan Woods, Unutulan Devrim).
Savaşlar ve devrimler gibi karmaşık olguları bu tarz bir ekonomik indirgemecilikle açıklamak mümkün değildir. Aslına bakılacak olursa, milletler arasında ya da sınıflar arasında çatışmaya yol açan çelişkiler, çevrimin her aşamasında saptanabilir. Fakat Oparin’in de doğru olarak belirttiği gibi, bunlar kritik noktalarına, bir dönem ya da çevrimden diğerine geçişte ulaşırlar. Ancak bu sadece bir çatışmanın patlak vermesi için nesnel koşulların olgunlaştığını gösterir. Olayların gerçek akışını, olguların –siyasal, askeri, diplomatik, dinsel ve psikolojik– karmaşık bir etkileşimi belirler. Bu olgular, üzerinde cereyan ettikleri ekonomik sahneyi büyük ölçüde aşarlar ve hatta onu belirleyici bir biçimde tersinden etkilerler.
Daha yakın tarihli bir örneği ele alalım: Kosova’daki savaş. Bu bir “uzun dalga” olgusunun sonucu mudur? Pek sayılmaz. Bu savaş, Stalinizmin çöküşünden sonra Balkanlar’da ulusal sorunun uyanması ve ABD emperyalizminin stratejik hesapları gibi birçok karmaşık faktörün sonucuydu. Sorunun tam yanıtı bu mudur? Değildir. Balkanlar’daki ulusal sorunun şüphesiz Miloseviç ve diğerlerinin davranışlarını güdülemiş olan uzun bir tarihi vardır. Bir başka belirleyici faktör de komşu Arnavutluk’taki çalkantılı durumdu. Arnavutluk’taki 1997 devrimi başarıya ulaşsaydı (ki ulaşmaması için, parti ve önderlik eksikliğinden başka hiçbir nesnel neden yoktu) tüm bölge devrimle karşı karşıya kalacaktı. Fakat güneydeki devrimin Tiran hükümetine karşı saldırıya geçmeyi başaramaması bir düşüğe yol açtı. Fatos Nano’nun önderliğindeki sözde Sosyalistler, boşluğa adım attılar, emperyalizme kapıyı açtılar ve gelecekteki sarsıntılara zemin hazırlayarak kapitalizmi muhafaza ettiler. Berişa ve gerici çetesinin, durumu bozup kontrolü yeniden ele geçirmek için Arnavut şovenizmi kartını oynamakta tereddüt etmedikleri kuzeyde yeniden birleşmelerine izin verildi.
Bunun Kosova için ölümcül sonuçları oldu. KLA (Kosova Kurtuluş Ordusu) sınırın diğer yanında bulunan ve saldırgan tutumlarında onları destekleyen sempatizan gruplardan büyük çaplı silah desteği aldı. Tüm bu olaylar nihai sonucu hazırladı. Din bile (belirleyici olmasa dahi) Sırplar ile Kosovalılar arasındaki nefreti kızıştırmakta bir rol oynadı. Sorunun bir parça köklerine inilirse, bizzat Yugoslavya’nın dağılması, büyük ölçüde Alman emperyalizminin entrikalarının, eski Drang nach Osten (“Doğuya Saldır”) politikasının ve Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki eski sömürgelerini yeniden kazanma hırsının ürünüydü. Bu, tüm Balkan karmaşasını yaratan temel bir faktördü. Yine de Alman emperyalistleri, politikalarının bu sonuca yol açacağını tahmin etmiyorlardı. Keza Amerikalılar da, tek başına bomba tehdidinin Miloseviç’i teslim olmaya zorlayacağını hayal ederlerken, Rambouillet’deki beceriksiz efelenmelerinin sonucunu kestiremediler. Bir hata yaptılar ve savaşa girdiler; Miloseviç’i yüz üstü bırakan Boris Yeltsin’den son dakikada yardım almamış olsalardı, bu savaş onlara çok pahalıya patlayabilirdi.
Napolyon bir keresinde savaşın en çetrefilli denklem olduğunu söylemişti. Kosova çatışmasına yol açan unsurlardan sadece birkaçını saymak bile, savaşı bir tür ekonomik “dalga fonksiyonuna” (fizikçilerden özür dileyerek) indirgemenin ne kadar sağlıksız olduğunu göstermeye yeter. Kosova savaşının nedenleri temelde ekonomik değil (savaşlarda bir ölçüde daima bulunan ekonomik hesaplar hariç) stratejiktir. Bu savaş şu soruyu yanıtlayacaktı: Balkanlar’ı kim kontrol edecek? Ve dünya emperyalizmi için Balkanlar’ın tarihsel önemi ekonomik olmaktan ziyade stratejiktir (Balkanlar’ın Avrupa’ya ve Asya, Ortadoğu, Rusya, Akdeniz ve Süveyş Kanalı’na vs. göre stratejik-coğrafi konumu nedeniyle). Burada da durum farklı değildi. Şimdiye kadar Balkanlar’da ana nüfuz alanlarından birine sahip olan Sovyetler Birliği’nin yıkılması, her zaman olduğu gibi, çıkar alanlarını kapmak ve bu amaç için küçük Balkan uluslarını ustalıkla kullanmak isteyen yabancı güçlerin girmesine olanak tanıyan bir boşluk doğurdu. Aslına bakılırsa, son savaş kısmen, Belgrat’taki gerçek durum hakkında yardımcılarınca yanlış yönlendirilen Clinton’un yaptığı bir hesap hatasının sonucuydu. Tesadüf, yanlış hesaplar, hatalar; bütün bunlar da tarihin şekillenmesinde bir rol oynar. Farklı koşullar altında Kosova savaşı hiç yapılmayabilirdi. Tam tersine, Moskova Belgrad’a ihanet etmemiş olsaydı –önceden kesin olarak kestirilemeyecek bir şey–, sonuç NATO için çok daha kötü olabilirdi.
Kondratiyev’in mantık silsilesindeki en zayıf halka, onun kapitalizm altında savaşlara, devrimlere ve yeniliklere bakışıdır. Hiçbir açıklayıcı kanıt ileri sürmeksizin, savaşların ve devrimlerin “dalga”nın yükseliş evresi sırasında, teknolojik yeniliklerinse alçalış sırasında ortaya çıkma eğiliminde olduğunu iddia eder. Kondratiyev eserinde savaşlardan ve devrimlerden bahseder, fakat bunu dalganın genişleme evresinin ürünü olan bir olaylar listesi ya da kronolojisi olarak yapar; ve aynı yöntemi izleyerek, bir şekilde alçalış evresinin ürünü olan bir icatlar listesi verir. Hiçbir zaman bu iddialar için tutarlı bir neden gösterilmez. Burada da yöntem biçimsel, soyut ve tamamen keyfidir.
Kondratiyev’in, savaşların ve devrimlerin uzun dalgaların yükseliş evresi sırasında, “ekonomik etkinliğin büyümesinden kaynaklanan yüksek gerilim dönemleri sırasında” gerçekleştiğini iddia ettiğini görmüştük. Kondratiyev’in iddiası, bir ölçüde, devrimin sadece kitlelerin yoksulluğundan kaynaklanabileceğini iddia eden kaba “Marksistlere” yöneltilmişti. Buna cevaben Troçki, sefaletin bir devrim için tek başına asla yeterli olmadığını, eğer durum bu olsaydı kitlelerin sürekli ayaklanma halinde olacağını söyledi. Ekonomik koşullar ile devrim arasındaki ilişki karmaşık bir meseledir. Tarihteki en büyük devrimci genel grev 1968’de Fransa’da –savaş sonrası yükselişin tepe noktasında– meydana geldi. Peki savaşların ve devrimlerin daima ekonomik yükseliş dönemlerinde gerçekleştiğini söylemek doğru mudur?
Bu hipotezin çürüklüğünü göstermek zor değildir. Aslında bu çok uzun zaman önce yapılmıştı. Verileri inceleyen Oparin, böylesi değişim dönemlerinin her iki tarafında beş ilâ yedi yıllık bir dönem görmezden gelinirse, o zaman devrim ve savaş (bırakın daha önemsizleri) gibi olayların “uzun çevrimler” boyunca düzgün bir dağılıma sahip olduğunu buldu. Gerçekten de durumun böyle olmaması için hiçbir geçerli neden yoktur. Elbette Kondratiyev bir örnek bile vermemiştir.
Kondratiyev’e göre, 1789-1809 yılları bir uzun dalganın genişleme evresiydi, 1809-1849 döneminde göreli bir durgunluk yaşanmıştı, ardından 1873’e kadar sürecek bir diğer genişleme başlamıştı. Sonra onu da 1896’ya kadar süren yeni bir resesyon dönemi izlemişti. Bu şemaya göre, üçüncü uzun dalganın yükseliş evresi 1896’dan 1920’ye kadar sürüyordu ve 1920-21 derin çöküşü bir alçalmanın başlangıcının ifadesi olarak açıklanıyordu. Bununla birlikte, pratikte, 1920-21 çöküşünün, ilerde göreceğimiz gibi başka bir açıklaması daha vardı. Bu şema, savaşların ve devrimlerin sıklığıyla nasıl uyuşur? Burada da Kondratiyev’in veri seçimi son derece keyfidir. Örneğin Napolyon’a karşı kurulan altı koalisyonun hepsini dikkatle sıralarken, Britanya ile ABD arasındaki 1812 savaşını atlar. Eventov, Kondratiyev’in savaşlar ve devrimler listesinin, Hersek ayaklanmasını, Fransız Devrimi ve Amerikan İç Savaşıyla aynı kefeye koyduğuna dikkat çeker! Kondratiyev’in ekonomik süreçleri ele alışında zaten aşikâr olan yöntemin biçimci karakteri bu noktada hemen göze batar. 1847’deki ciddi kriz ve 1890’lardaki bunalım iki uzun çevrimin dönüm noktalarına işaret eder. Fransa-Prusya Savaşı, tıpkı Paris Komünü gibi, bir çevrimin tepe noktasında gerçekleşti. Fakat 1848 devrimlerinin durumu açık değildir. Eğer yükselen eğri üzerinde gerçekleştiyse, o zaman onun tam başında olmalıydı. Bir önceki yıl derin bir çöküşe işaret ettiği için, işçilerin psikolojisini yükseliş değil çöküş biçimlendirecekti.
En belirgin çelişki, Kondratiyev’e göre 1914-1920 döneminin bir uzun dalganın alçalış evresinin başlangıcını göstermesidir. Böyle bir evrede, devrimin gündemde olmaması gerekirdi. Fakat tam da 1917’yi izleyen yıllara, sadece Rusya’da değil, Almanya, Fransa, Britanya, İspanya, Macaristan, Estonya ve Bulgaristan’da da (ki burada yalnızca ileri kapitalist ülkelerin adını andık) devrimler ve devrimci hareketler damgasını vurdu. Bu hareketlerin çoğu başarıya ulaşamadıysa, sebep ekonomik çevrimin kaprisinde değil, önderliğin başarısızlıklarında aranmalıdır. Komünist Enternasyonal ancak 1919’da kuruldu. Komünist Partiler genç ve deneyimsizdiler ve birçok hata yaptılar. Troçki’nin Ekim Dersleri’nde (1923) açıkladığı gibi, onları Bolşevik Partinin başarısını tekrarlamaktan alıkoyan şey buydu. Kuşkusuz nesnel koşullar (ekonomik çevrim dahil) tüm sınıfların psikolojisini güçlü bir biçimde etkiler ve az ya da çok uygun koşullar yaratarak mücadelenin yürütüldüğü zemini biçimlendirir. Fakat asıl olarak belirleyici olan öznel faktördür. Macaristan’da Kont Korolyi’nin burjuva hükümeti, hiçbir mücadele olmaksızın iktidarı Komünist Partiye teslim etmiştir. Macar komünistleri devrimi başarıyla sonuçlandırmak için son derece uygun koşullara sahiptiler, fakat başaramadılar. Bu başarısızlığın ekonomik koşullarla hiçbir ilgisi yoktu, her şey Bela Kun ile diğer Komünist Parti önderlerinin izlediği yanlış politikalarla ilgiliydi (bk. Alan Woods, Unutulan Devrim).
Savaşlar ve devrimler gibi karmaşık olguları bu tarz bir ekonomik indirgemecilikle açıklamak mümkün değildir. Aslına bakılacak olursa, milletler arasında ya da sınıflar arasında çatışmaya yol açan çelişkiler, çevrimin her aşamasında saptanabilir. Fakat Oparin’in de doğru olarak belirttiği gibi, bunlar kritik noktalarına, bir dönem ya da çevrimden diğerine geçişte ulaşırlar. Ancak bu sadece bir çatışmanın patlak vermesi için nesnel koşulların olgunlaştığını gösterir. Olayların gerçek akışını, olguların –siyasal, askeri, diplomatik, dinsel ve psikolojik– karmaşık bir etkileşimi belirler. Bu olgular, üzerinde cereyan ettikleri ekonomik sahneyi büyük ölçüde aşarlar ve hatta onu belirleyici bir biçimde tersinden etkilerler.
Daha yakın tarihli bir örneği ele alalım: Kosova’daki savaş. Bu bir “uzun dalga” olgusunun sonucu mudur? Pek sayılmaz. Bu savaş, Stalinizmin çöküşünden sonra Balkanlar’da ulusal sorunun uyanması ve ABD emperyalizminin stratejik hesapları gibi birçok karmaşık faktörün sonucuydu. Sorunun tam yanıtı bu mudur? Değildir. Balkanlar’daki ulusal sorunun şüphesiz Miloseviç ve diğerlerinin davranışlarını güdülemiş olan uzun bir tarihi vardır. Bir başka belirleyici faktör de komşu Arnavutluk’taki çalkantılı durumdu. Arnavutluk’taki 1997 devrimi başarıya ulaşsaydı (ki ulaşmaması için, parti ve önderlik eksikliğinden başka hiçbir nesnel neden yoktu) tüm bölge devrimle karşı karşıya kalacaktı. Fakat güneydeki devrimin Tiran hükümetine karşı saldırıya geçmeyi başaramaması bir düşüğe yol açtı. Fatos Nano’nun önderliğindeki sözde Sosyalistler, boşluğa adım attılar, emperyalizme kapıyı açtılar ve gelecekteki sarsıntılara zemin hazırlayarak kapitalizmi muhafaza ettiler. Berişa ve gerici çetesinin, durumu bozup kontrolü yeniden ele geçirmek için Arnavut şovenizmi kartını oynamakta tereddüt etmedikleri kuzeyde yeniden birleşmelerine izin verildi.
Bunun Kosova için ölümcül sonuçları oldu. KLA (Kosova Kurtuluş Ordusu) sınırın diğer yanında bulunan ve saldırgan tutumlarında onları destekleyen sempatizan gruplardan büyük çaplı silah desteği aldı. Tüm bu olaylar nihai sonucu hazırladı. Din bile (belirleyici olmasa dahi) Sırplar ile Kosovalılar arasındaki nefreti kızıştırmakta bir rol oynadı. Sorunun bir parça köklerine inilirse, bizzat Yugoslavya’nın dağılması, büyük ölçüde Alman emperyalizminin entrikalarının, eski Drang nach Osten (“Doğuya Saldır”) politikasının ve Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki eski sömürgelerini yeniden kazanma hırsının ürünüydü. Bu, tüm Balkan karmaşasını yaratan temel bir faktördü. Yine de Alman emperyalistleri, politikalarının bu sonuca yol açacağını tahmin etmiyorlardı. Keza Amerikalılar da, tek başına bomba tehdidinin Miloseviç’i teslim olmaya zorlayacağını hayal ederlerken, Rambouillet’deki beceriksiz efelenmelerinin sonucunu kestiremediler. Bir hata yaptılar ve savaşa girdiler; Miloseviç’i yüz üstü bırakan Boris Yeltsin’den son dakikada yardım almamış olsalardı, bu savaş onlara çok pahalıya patlayabilirdi.
Napolyon bir keresinde savaşın en çetrefilli denklem olduğunu söylemişti. Kosova çatışmasına yol açan unsurlardan sadece birkaçını saymak bile, savaşı bir tür ekonomik “dalga fonksiyonuna” (fizikçilerden özür dileyerek) indirgemenin ne kadar sağlıksız olduğunu göstermeye yeter. Kosova savaşının nedenleri temelde ekonomik değil (savaşlarda bir ölçüde daima bulunan ekonomik hesaplar hariç) stratejiktir. Bu savaş şu soruyu yanıtlayacaktı: Balkanlar’ı kim kontrol edecek? Ve dünya emperyalizmi için Balkanlar’ın tarihsel önemi ekonomik olmaktan ziyade stratejiktir (Balkanlar’ın Avrupa’ya ve Asya, Ortadoğu, Rusya, Akdeniz ve Süveyş Kanalı’na vs. göre stratejik-coğrafi konumu nedeniyle). Burada da durum farklı değildi. Şimdiye kadar Balkanlar’da ana nüfuz alanlarından birine sahip olan Sovyetler Birliği’nin yıkılması, her zaman olduğu gibi, çıkar alanlarını kapmak ve bu amaç için küçük Balkan uluslarını ustalıkla kullanmak isteyen yabancı güçlerin girmesine olanak tanıyan bir boşluk doğurdu. Aslına bakılırsa, son savaş kısmen, Belgrat’taki gerçek durum hakkında yardımcılarınca yanlış yönlendirilen Clinton’un yaptığı bir hesap hatasının sonucuydu. Tesadüf, yanlış hesaplar, hatalar; bütün bunlar da tarihin şekillenmesinde bir rol oynar. Farklı koşullar altında Kosova savaşı hiç yapılmayabilirdi. Tam tersine, Moskova Belgrad’a ihanet etmemiş olsaydı –önceden kesin olarak kestirilemeyecek bir şey–, sonuç NATO için çok daha kötü olabilirdi.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
İkinci Dünya Savaşının Ekonomik Etkileri
Kondratiyev’in tezinin keyfi ve zorlamalı yapısı, İkinci Dünya Savaşıyla bir anda gözler önüne serilir. Bu savaş, bir yükseliş döneminde değil, tam da tarihteki en derin bunalımın ardından; bir genişleme dönemindeki çelişkilerin değil, ekonomik çöküşün yarattığı kördüğümün sonucunda ortaya çıktı. Temel çelişki Alman kapitalizminin kriziydi. Birinci Dünya Savaşından sonra Fransa ve Britanya tarafından dayatılan anlaşmanın bir sonucu olarak, Almanya’nın güçlü sınai potansiyeli kuşatıldı ve engellendi. Önce Sosyal Demokratların sonra da Stalinistlerin yanlış politikalarının doğrudan sonucu olan Alman devriminin başarısızlığı, Hitler’in yükselmesine yol açtı. Naziler Almanya’nın sorunlarını savaş ekonomisini (“tereyağından önce silah”) devreye sokarak çözmeye çalıştılar. Ama bu durum daha 1938’de sınırlarına ulaşmıştı. Hitler, savaşa gitmek ya da ekonomik çöküş ve alaşağı edilmekle karşı karşıya kalmak zorundaydı. İkinci Dünya Savaşını engelleyebilecek tek şey İspanyol devriminin zaferiydi. Ama İspanyol proletaryası, kendi önderliği tarafından engellenmekteydi. Troçki’nin uyardığı gibi, İspanyol işçi sınıfının yenilmesi savaşın kaçınılmazlığı anlamına geliyordu.
Tüm bu süreçleri ayrıntılı bir şekilde ele almak çok zaman alır. Şunu söylemekle yetinelim ki, burada çok kısa bir özetini verdiğimiz tarihsel gelişme çizgisinin, Kondratiyev’in geliştirdiği biçimsel şemayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarih, ekonomik determinizmin biçimsel şemalarına göre değil, diyalektik olarak ilerler. Ekonomik süreçler sınıf mücadelesinin üzerinde yürütüldüğü arka planı oluşturur. Ama sınıf mücadelesi, devrim ve karşı-devrim, uluslar arasındaki savaşlar, diplomasi vs., öznel faktörün, önderliğin kişisel özelliklerinin, zekâsının, yeteneğinin belirleyici bir rol oynadığı kendi iç yasalarına göre işler. Tüm bu unsurlar arasındaki ilişki son derece karmaşık ve çelişkilidir. Kondratiyev’in yapmaya çalıştığı gibi basit bir formüle indirgenemez.
İkinci Dünya Savaşından sonra olanları en büyük dahi bile öngörememişti. Durum Troçki’nin 1938’de beklediğinden kesinlikle farklıydı. Troçki doğru biçimde savaşın devrimle biteceğini saptamıştı. Savaş sırasında bile, İtalya’da, Yunanistan’da, Danimarka’da devrimler oldu. Britanya’da dahi güçlü bir radikalleşme süreci ve toplumda köklü bir değişiklik isteği görüldü. İşçi Partisinin aldığı muazzam oylar, savaştan dönen askerlerin değişim arzusunu yansıtıyordu. Almanya’daki radikalleşme havası, yansımasını, SPD’nin sosyalist Avrupa birleşik devletleri sloganını programına dahil etmesinde buldu. Fransa ve İtalya’da iktidarı ele geçirebilecek devrimci hareketler vardı. Aynı şey Yunanistan için de geçerliydi. Ama bir kez daha, Sosyal Demokrasi ve Stalinistler devrimi katlettiler.
Komünist Enternasyonal’de yürütülen önceden bahsettiğimiz tartışmalarda, Lenin ve Troçki, işçiler iktidarı almazsa kapitalizmin önemli bir gelişme göstereceğini teorik olarak öngörmüşlerdi. O zamanlar bunu muhtemel görmüyorlardı, fakat teorik olarak mümkün olduğunu söylüyorlardı. Komünist Enternasyonal ve Komünist Partiler Leninist politikaya bağlı kalsaydı, her şey çok farklı olabilirdi. Ama KE’nin Stalinist yozlaşması, önce Çin’de, sonra Almanya’da ve en korkunç şekilde İspanya’da devrimi yenilgiye mahkûm etti. Savaştan sonra Moskova’nın direktiflerini izleyen KP liderleri, Fransa, İtalya ve Yunanistan’da devrimi engellediler. Britanya’da işçi sınıfı ve silahlı kuvvetler arasında yayılan radikalleşme dalgası, İşçi Partisi önderlerince başarılı bir şekilde reformizm çizgisine çekildi ve kapitalist sistem devrilmekten kurtuldu. Sosyal demokrat önderler de Almanya’da benzer bir rol oynadı.
Bu, yeni boom’un, yeni yükseliş döneminin –1930’lardan tamamen farklı yepyeni bir dönem– politik koşuluydu. Söz konusu dönem, üretici güçlerin en azından ileri kapitalist ülkelerde muazzam bir yükseliş gösterdiği, üretim araçlarında devasa bir artışın yaşandığı, Amerika’da, Batı Avrupa’da, Japonya’da, işçi sınıfının bilincinde ve kitle örgütleri üzerinde bir kez daha derin etkileri olan tam istihdamın geçerli olduğu bir dönemdi. Sorun şu; bu uzun yükselişin nedenleri nelerdi? Bu, Kondratiyev’in “uzun dalgalarının” bir göstergesi miydi? Yoksa başka nedenler mi vardı?
Ted Grant, bu sorunun cevabını uzun süre önce, iktisat konusundaki en önemli eserlerinden biri olan ve 1950’lerin sonlarında, savaş sonrası yükselişin tepe noktasında yazdığı Çöküş Olacak mı? adlı makalesinde verdi. Bu eserin ilk kısmında, yaklaşık yirmi yıl süren bir yükseliş sarmalını oluşturmak üzere bir araya gelen farklı etkenler açıklanır. Burada altı çizilmesi gereken şey, bizzat savaşın ekonomik bir rol – ve ikincil olmaktan uzak bir rol– oynadığıdır! Üretim araçlarının yaygın yıkımına yol açan savaş, ekonomik açıdan, çöküşle benzer bir işleve sahiptir. Fabrikaların, köprülerin, demiryollarının, karayollarının korkunç yıkımı, şüphesiz insani açıdan trajiktir. Ama kapitalist ekonomi açısından son derece iyi bir şeydir. Çünkü bu, düşmanlıklar son bulduğunda, yeni pazarlar yaratır. Sipariş defterleri dolar, fabrikalar tam kapasite çalışır ve müteahhitler durmadan iş yapar. Eski bir atasözünün dediği gibi “her felâkette bir hayır vardır”. Milyonlarca insan ölür, sakat ve evsiz kalır, fakat işin ucunda daima büyük bir kâr vardır.
Birleşmiş Milletlere göre, savaş sonrasında yaşanan yeniden yapılanma boom’u ancak 1958’de sona erdi. Bu, yükseliş için güçlü bir itkiydi. Aynı şekilde savaşan tarafların askeri yenilik arzusunun sonucu olan bir dizi yeni sanayinin keşfi, kimyasallar, plastik, radyo, televizyon, radar, nükleer enerji, özel amaçlı çelik üretimi ve diğer pek çok sahada yeni teknolojik yatırım alanları doğurdu. Savaş sırasında askeri zorunluluklar nedeniyle hayata geçirilen kamulaştırmalar ve “planlama” unsurları, 1945’ten sonra pek çok Batılı hükümetin uyguladığı sözde güdümlü kapitalizm ve Keynesçi iktisat için başlangıç noktası sağladı. Marksistlerin önceden söyledikleri gibi, boom’un ana nedeni bu değildi (sadece Sosyal Demokratların değil, Ernest Mandel ve Tony Cliff gibi bazı sözde Marksistlerin varsayımlarının da tersine). Bu, toparlanmaya yardımcı ikincil bir rol oynamıştı, fakat ancak, o zamandan beri çok acı sonuçlarla sistemden kovulmak zorunda kalınan muazzam çarpıklıkları ve enflasyonu yaratma pahasına.
İkinci Dünya Savaşından sonra Keynesçi iktisadın kabul görmesinin, bizzat Batıdaki devrim korkusunun sonucu olduğunu eklemeliyiz. Daha 1943’te (İtalya) başlayan devrim dalgası, Batı burjuvazisini ürküterek işçi sınıfına ödün vermeye zorladı. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin savaştaki zaferi ve Kızıl Ordu’nun Avrupa’nın merkezine doğru ilerlemesi, Amerikan emperyalistlerini Avrupa kapitalizmine büyük miktarlarda borç ve yardım (Marshall Yardımı) vermek zorunda bıraktı. Bu da ekonomik toparlanmayı sağlayan bir diğer unsurdu. Her zaman olduğu gibi, reformlar devrimin yan ürünüydü. Bir kez daha görüyoruz ki, ekonomi siyasetten ve sınıf mücadelesinden ayrılamaz.
Yükselişe yol açan temel faktör, dünya ticaretindeki büyümedir ve bu günümüze dek sürmüştür. Ne var ki, 1945’ten sonra kurulan dünya ekonomik düzeninin, “uzun dalga”yla hiçbir ilgisi yoktur. Bu, savaştan doğan uluslararası güç dengesinin doğrudan sonucuydu: bir yanda ABD emperyalizmi diğer yanda Stalinist Rusya olmak üzere, iki büyük gücün tüm dünyaya hakim olması. ABD emperyalizminin hakim dünya gücü olarak ortaya çıkacağını Troçki 1939’dan önce öngörmüştü. ABD’nin ezici ekonomik üstünlüğü, 1945’te dünyada bulunan altın rezervlerinin üçte ikisinin Fort Knox’ta olmasından bellidir. Savaş yüzünden üretici temeli paramparça olan Japonya ve Avrupa’nın aksine, Amerikan sanayii zarar görmemiş durumdaydı. Güçlü bir kara, deniz ve hava kuvvetine sahip olması ve nükleer güç tekelini elinde bulundurması, ABD’ye Batı dünyası üzerinde tam hegemonya sağlıyordu. 1945’ten sonra, Washington’un tüm kapitalist dünyaya kendi koşullarını dayatmasını mümkün kılan şey budur. Bu sayede ABD doları (yedeği sterlin olmak üzere) uluslararası para birimi olarak kabul edildi. Bu durum ise dünya ticaretinde eşi görülmemiş bir genişlemeye –savaş sonrası ekonomik yükselişin en büyük etkeni– zemin yarattı.
Açık olan şu ki, savaş sonrası kapitalist dünyayı görülmedik yüksekliklere ulaştıran özgül koşullar silsilesinin, bir “uzun dalga”nın sonucu olması mümkün olamaz. Savaş sonrası dünya ekonomisini biçimlendiren olağanüstü karmaşık etkenlerin bileşimi, önceden kestirilemezdi. Bu bileşim, önceden belirlenmiş bir şemanın değil, ekonomik, askeri ve siyasi etkenlerin son derece karmaşık etkileşimlerinin sonucuydu. Böyle karmaşık bir olguyu, “uzun dalga”nın otomatik ifadesi olarak sunmak, açıkça gerçeklikten uzaklaşmaktır.
Kondratiyev’in tezinin keyfi ve zorlamalı yapısı, İkinci Dünya Savaşıyla bir anda gözler önüne serilir. Bu savaş, bir yükseliş döneminde değil, tam da tarihteki en derin bunalımın ardından; bir genişleme dönemindeki çelişkilerin değil, ekonomik çöküşün yarattığı kördüğümün sonucunda ortaya çıktı. Temel çelişki Alman kapitalizminin kriziydi. Birinci Dünya Savaşından sonra Fransa ve Britanya tarafından dayatılan anlaşmanın bir sonucu olarak, Almanya’nın güçlü sınai potansiyeli kuşatıldı ve engellendi. Önce Sosyal Demokratların sonra da Stalinistlerin yanlış politikalarının doğrudan sonucu olan Alman devriminin başarısızlığı, Hitler’in yükselmesine yol açtı. Naziler Almanya’nın sorunlarını savaş ekonomisini (“tereyağından önce silah”) devreye sokarak çözmeye çalıştılar. Ama bu durum daha 1938’de sınırlarına ulaşmıştı. Hitler, savaşa gitmek ya da ekonomik çöküş ve alaşağı edilmekle karşı karşıya kalmak zorundaydı. İkinci Dünya Savaşını engelleyebilecek tek şey İspanyol devriminin zaferiydi. Ama İspanyol proletaryası, kendi önderliği tarafından engellenmekteydi. Troçki’nin uyardığı gibi, İspanyol işçi sınıfının yenilmesi savaşın kaçınılmazlığı anlamına geliyordu.
Tüm bu süreçleri ayrıntılı bir şekilde ele almak çok zaman alır. Şunu söylemekle yetinelim ki, burada çok kısa bir özetini verdiğimiz tarihsel gelişme çizgisinin, Kondratiyev’in geliştirdiği biçimsel şemayla hiçbir ilgisi yoktur. Tarih, ekonomik determinizmin biçimsel şemalarına göre değil, diyalektik olarak ilerler. Ekonomik süreçler sınıf mücadelesinin üzerinde yürütüldüğü arka planı oluşturur. Ama sınıf mücadelesi, devrim ve karşı-devrim, uluslar arasındaki savaşlar, diplomasi vs., öznel faktörün, önderliğin kişisel özelliklerinin, zekâsının, yeteneğinin belirleyici bir rol oynadığı kendi iç yasalarına göre işler. Tüm bu unsurlar arasındaki ilişki son derece karmaşık ve çelişkilidir. Kondratiyev’in yapmaya çalıştığı gibi basit bir formüle indirgenemez.
İkinci Dünya Savaşından sonra olanları en büyük dahi bile öngörememişti. Durum Troçki’nin 1938’de beklediğinden kesinlikle farklıydı. Troçki doğru biçimde savaşın devrimle biteceğini saptamıştı. Savaş sırasında bile, İtalya’da, Yunanistan’da, Danimarka’da devrimler oldu. Britanya’da dahi güçlü bir radikalleşme süreci ve toplumda köklü bir değişiklik isteği görüldü. İşçi Partisinin aldığı muazzam oylar, savaştan dönen askerlerin değişim arzusunu yansıtıyordu. Almanya’daki radikalleşme havası, yansımasını, SPD’nin sosyalist Avrupa birleşik devletleri sloganını programına dahil etmesinde buldu. Fransa ve İtalya’da iktidarı ele geçirebilecek devrimci hareketler vardı. Aynı şey Yunanistan için de geçerliydi. Ama bir kez daha, Sosyal Demokrasi ve Stalinistler devrimi katlettiler.
Komünist Enternasyonal’de yürütülen önceden bahsettiğimiz tartışmalarda, Lenin ve Troçki, işçiler iktidarı almazsa kapitalizmin önemli bir gelişme göstereceğini teorik olarak öngörmüşlerdi. O zamanlar bunu muhtemel görmüyorlardı, fakat teorik olarak mümkün olduğunu söylüyorlardı. Komünist Enternasyonal ve Komünist Partiler Leninist politikaya bağlı kalsaydı, her şey çok farklı olabilirdi. Ama KE’nin Stalinist yozlaşması, önce Çin’de, sonra Almanya’da ve en korkunç şekilde İspanya’da devrimi yenilgiye mahkûm etti. Savaştan sonra Moskova’nın direktiflerini izleyen KP liderleri, Fransa, İtalya ve Yunanistan’da devrimi engellediler. Britanya’da işçi sınıfı ve silahlı kuvvetler arasında yayılan radikalleşme dalgası, İşçi Partisi önderlerince başarılı bir şekilde reformizm çizgisine çekildi ve kapitalist sistem devrilmekten kurtuldu. Sosyal demokrat önderler de Almanya’da benzer bir rol oynadı.
Bu, yeni boom’un, yeni yükseliş döneminin –1930’lardan tamamen farklı yepyeni bir dönem– politik koşuluydu. Söz konusu dönem, üretici güçlerin en azından ileri kapitalist ülkelerde muazzam bir yükseliş gösterdiği, üretim araçlarında devasa bir artışın yaşandığı, Amerika’da, Batı Avrupa’da, Japonya’da, işçi sınıfının bilincinde ve kitle örgütleri üzerinde bir kez daha derin etkileri olan tam istihdamın geçerli olduğu bir dönemdi. Sorun şu; bu uzun yükselişin nedenleri nelerdi? Bu, Kondratiyev’in “uzun dalgalarının” bir göstergesi miydi? Yoksa başka nedenler mi vardı?
Ted Grant, bu sorunun cevabını uzun süre önce, iktisat konusundaki en önemli eserlerinden biri olan ve 1950’lerin sonlarında, savaş sonrası yükselişin tepe noktasında yazdığı Çöküş Olacak mı? adlı makalesinde verdi. Bu eserin ilk kısmında, yaklaşık yirmi yıl süren bir yükseliş sarmalını oluşturmak üzere bir araya gelen farklı etkenler açıklanır. Burada altı çizilmesi gereken şey, bizzat savaşın ekonomik bir rol – ve ikincil olmaktan uzak bir rol– oynadığıdır! Üretim araçlarının yaygın yıkımına yol açan savaş, ekonomik açıdan, çöküşle benzer bir işleve sahiptir. Fabrikaların, köprülerin, demiryollarının, karayollarının korkunç yıkımı, şüphesiz insani açıdan trajiktir. Ama kapitalist ekonomi açısından son derece iyi bir şeydir. Çünkü bu, düşmanlıklar son bulduğunda, yeni pazarlar yaratır. Sipariş defterleri dolar, fabrikalar tam kapasite çalışır ve müteahhitler durmadan iş yapar. Eski bir atasözünün dediği gibi “her felâkette bir hayır vardır”. Milyonlarca insan ölür, sakat ve evsiz kalır, fakat işin ucunda daima büyük bir kâr vardır.
Birleşmiş Milletlere göre, savaş sonrasında yaşanan yeniden yapılanma boom’u ancak 1958’de sona erdi. Bu, yükseliş için güçlü bir itkiydi. Aynı şekilde savaşan tarafların askeri yenilik arzusunun sonucu olan bir dizi yeni sanayinin keşfi, kimyasallar, plastik, radyo, televizyon, radar, nükleer enerji, özel amaçlı çelik üretimi ve diğer pek çok sahada yeni teknolojik yatırım alanları doğurdu. Savaş sırasında askeri zorunluluklar nedeniyle hayata geçirilen kamulaştırmalar ve “planlama” unsurları, 1945’ten sonra pek çok Batılı hükümetin uyguladığı sözde güdümlü kapitalizm ve Keynesçi iktisat için başlangıç noktası sağladı. Marksistlerin önceden söyledikleri gibi, boom’un ana nedeni bu değildi (sadece Sosyal Demokratların değil, Ernest Mandel ve Tony Cliff gibi bazı sözde Marksistlerin varsayımlarının da tersine). Bu, toparlanmaya yardımcı ikincil bir rol oynamıştı, fakat ancak, o zamandan beri çok acı sonuçlarla sistemden kovulmak zorunda kalınan muazzam çarpıklıkları ve enflasyonu yaratma pahasına.
İkinci Dünya Savaşından sonra Keynesçi iktisadın kabul görmesinin, bizzat Batıdaki devrim korkusunun sonucu olduğunu eklemeliyiz. Daha 1943’te (İtalya) başlayan devrim dalgası, Batı burjuvazisini ürküterek işçi sınıfına ödün vermeye zorladı. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin savaştaki zaferi ve Kızıl Ordu’nun Avrupa’nın merkezine doğru ilerlemesi, Amerikan emperyalistlerini Avrupa kapitalizmine büyük miktarlarda borç ve yardım (Marshall Yardımı) vermek zorunda bıraktı. Bu da ekonomik toparlanmayı sağlayan bir diğer unsurdu. Her zaman olduğu gibi, reformlar devrimin yan ürünüydü. Bir kez daha görüyoruz ki, ekonomi siyasetten ve sınıf mücadelesinden ayrılamaz.
Yükselişe yol açan temel faktör, dünya ticaretindeki büyümedir ve bu günümüze dek sürmüştür. Ne var ki, 1945’ten sonra kurulan dünya ekonomik düzeninin, “uzun dalga”yla hiçbir ilgisi yoktur. Bu, savaştan doğan uluslararası güç dengesinin doğrudan sonucuydu: bir yanda ABD emperyalizmi diğer yanda Stalinist Rusya olmak üzere, iki büyük gücün tüm dünyaya hakim olması. ABD emperyalizminin hakim dünya gücü olarak ortaya çıkacağını Troçki 1939’dan önce öngörmüştü. ABD’nin ezici ekonomik üstünlüğü, 1945’te dünyada bulunan altın rezervlerinin üçte ikisinin Fort Knox’ta olmasından bellidir. Savaş yüzünden üretici temeli paramparça olan Japonya ve Avrupa’nın aksine, Amerikan sanayii zarar görmemiş durumdaydı. Güçlü bir kara, deniz ve hava kuvvetine sahip olması ve nükleer güç tekelini elinde bulundurması, ABD’ye Batı dünyası üzerinde tam hegemonya sağlıyordu. 1945’ten sonra, Washington’un tüm kapitalist dünyaya kendi koşullarını dayatmasını mümkün kılan şey budur. Bu sayede ABD doları (yedeği sterlin olmak üzere) uluslararası para birimi olarak kabul edildi. Bu durum ise dünya ticaretinde eşi görülmemiş bir genişlemeye –savaş sonrası ekonomik yükselişin en büyük etkeni– zemin yarattı.
Açık olan şu ki, savaş sonrası kapitalist dünyayı görülmedik yüksekliklere ulaştıran özgül koşullar silsilesinin, bir “uzun dalga”nın sonucu olması mümkün olamaz. Savaş sonrası dünya ekonomisini biçimlendiren olağanüstü karmaşık etkenlerin bileşimi, önceden kestirilemezdi. Bu bileşim, önceden belirlenmiş bir şemanın değil, ekonomik, askeri ve siyasi etkenlerin son derece karmaşık etkileşimlerinin sonucuydu. Böyle karmaşık bir olguyu, “uzun dalga”nın otomatik ifadesi olarak sunmak, açıkça gerçeklikten uzaklaşmaktır.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Günümüzde “Uzun Dalgalar”
Son yıllarda Kondratiyev’in teorileri her türden burjuva iktisatçı tarafından rağbet görmektedir. Avusturyalı burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, klasik yapıtı İş Çevrimleri’nde, 50 yıllık uzun ekonomik çevrimlere atfen, ilk kez “çevrimler” ifadesini uydurdu. Ne var ki, çoğu iktisatçı bunu palavra veya en iyi ihtimalle zararsız bir tuhaflık olarak görüp reddetti. Dalga teorisinin, kabul edilmekle kalmayıp hayranlıkla karşılandığı saygıdeğer ekonomi dergilerinde, bugünlerde çok sayıda makale bulmak mümkün.
Nedenini bulmak zor değildir. Resmi burjuva iktisadı krizdedir. Bugüne dek üniversite iktisatçılarının elinde bulunan otorite, son yirmi yılda tamamen yıkılmıştır. Büyük paralar gerektiren önemli iş kararları almakla mesul olanlar, bunlara gizlemedikleri bir aşağılamayla bakıyorlar. Niye bakmasınlar ki? İktisatçılar son resesyonu öngörmeyi beceremediler. Mevcut boom’u da öyle. Şimdi ise bu boom’un sonsuza kadar süreceğini öngörüyorlar. Onlara kim inanır? Kuşkusuz çok az kimse, zira çoğunluk onların yazdıklarını okuma zahmetine bile girmiyor. İşadamları, daha tatminkâr bir alternatif bulamadıklarından, hâlâ ara sıra onlara danışmaktalar. Ama öğütleri muhtemelen daha yararlı olan profesyonel astrologlara da danışmaktalar. Yatırım yapmaya devam etmeleri, hâlâ para kazanıyor olmalarındandır, Yeni Ekonomik Paradigmaya inandıklarından değil.
Yeni bir İdea peşinde koşan bazı cin fikirliler, Kondratiyev’e rastladılar ve birdenbire her şey aydınlığa kavuşuverdi! İhtiyaç duyulan tam da buydu: geçmişe, bugüne ve geleceğe yanıt getiren bir genel teori! Daha da iyisi, “her inişin bir çıkışı vardır” prensibiyle kapitalist sisteme uzun ömür biçen bir teori. Uzun dalga teorisinin burjuva savunucuları, ona yeni döneklerin alışıldık tutkusuyla dört elle sarıldılar. Tek düşünce, bazı insanları çok zengin edecek olan borsanın davranışları hakkında kesin öngörülerde bulunabilmekti. Uzun dalga teorisi –eğer doğruysa– bunu yapmaya imkân tanıyacaktı. Ne yazık ki borsa hareketleri tam olarak öngörülemez. Geçici olarak ekonomi hakkında olağanüstü öngörülerde bulunmakla ünlenen, sonra da olağanüstü biçimde yanılan kaçıklar (özellikle bu tür insanların üretiminde uzmanlaşmış olan ABD’de) daima olmuştur. Burada akla, 1981’deki borsa krizini öngören Joseph Granville veya 1998’de Rus rublesinin çöküşü sonunda piyasa dibe vurunca büyük kayıplara uğrayan Uzun Dönemli Sermaye Yönetimi (UDSY) vakası geliyor. Bu şirket, “keşiflerinden” dolayı kendilerine Nobel ödülü verilmiş olan iki iktisatçının, Robert Merton ve Myron Scholes’in geliştirdiği, hata ihtimali olmayan bir formüle dayanıyordu. Bu keşif, UDSY’nin yönetim kurulu başkanı John Meriwether tarafından, yatırımcıları asla kaybetmeyeceklerine inandırmak için kullanılıyordu. Sonunda şirket yüz milyonlarca dolar kaybetti ve Amerikan Merkez Bankası tarafından iflâstan kurtarılmak zorunda kaldı.
1980’lerde Robert Prechter isminde bir zat, açıkça Kondratiyev’in fikirlerine dayanan, Elliot eğrisi adlı bir teoriyi popülerleştirdi. Dalga teorisinin Elliot versiyonu, piyasanın öngörülebilir bir şablona göre hareket ettiğini iddia eder. Bu görüşe göre, her yukarı hareket, üç yukarı iki de aşağı dalgayla (ve her aşağı hareket de iki aşağı bir yukarı dalgayla) karakterize olur. 1932’de başladığı kabul edilen çevrimin beşinci yukarı dalgası 1982’de başlıyordu. Vesaire, vesaire. Ne var ki, çok karmaşık görüntüsüne rağmen, içeriği öncekinden daha bilimsel değildir. Prechter’in bazı doğru öngörülerde bulunduğu doğrudur, ama başka teorilere inananlar veya hiçbir teorisi olmayanlar da bunu yapmıştır. Fakat en önemli öngörülerinden birinde feci şekilde yanılmıştır. Prechter, uzun dalga teorisine dayanarak ABD’nin 1980’lerin sonuna doğru korumacılığa yöneleceğini öngörmüştü. Böyle bir şey olmadı. Her ne kadar farklı ticaret blokları arasındaki gerilimler ortadan kalkmadıysa ve bunun daha ileri bir tarihte korumacı ticaret savaşlarıyla ve devalüasyonlarla sonuçlanacağı kesin olsa da, son on yılda dünya ticareti genişlemeye devam etmiş ve boom’u uzatan ana etkenlerden biri olmuştur.
Şüphesiz ekonominin hareketini tahmin etmek ve yanılmak ayıp değildir. Sorun, uzun dalga teorisinin (ve Elliot versiyonunun) ekonominin onlarca hatta yüzlerce yıllık davranışı hakkında tahminler yapma değil, bunu kesin biçimde öngörme iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir iddia açıkça sağlıksızdır ve bilim âleminden bilim kurgu âlemine kaymaktadır. Eğer Kondratiyev bize verimli bir araştırma alanı sağlayan ve fikir açıcı bir ekonomi tarihi görüşü ortaya koyma meziyetini göstermişse, onun burjuva epigonları, bir tür sahte bilim geliştirmeye çalışarak her şeyi saçmalığa indirgemiştir.
Mevcut boom, uzun dalga teorisyenlerini bir kez daha heveslendirdi. Alman Cumhurbaşkanı Herzog bile, 1996 yazında Alman sanayi federasyonunun (BDI) verdiği bir yemekte Kondratiyev’ten bahsederek, Almanya’nın gelmekte olan ve enformasyon teknolojisine (IT) dayanan güçlü ekonomik büyüme “uzun çevrimini” kaçırabileceği konusunda Alman patronları uyardı: “50 yıllık ekonomik genişleme ve daralma «dalgaları» fikrini ilk kez 1920’lerde ileri süren Sovyet iktisatçı Nikolay Kondratiyev’in teorilerine atıfta bulunan Herzog, Almanya’nın 18. yüzyılda buhar makinesinin icadına dayanan ilk dalgayı kaçırdığına işaret etti. Bununla birlikte ülkesi, onu takip eden ikinci, üçüncü ve dördüncü dalgalarda teknolojik öncü rolündeydi ve ortak refah kazançlarından tam olarak yararlanmıştı.” (The Financial Times, 01.07.1996)
Cumhurbaşkanı Herzog’un Kondratiyev’i ne kadar derinlemesine incelediğini ya da konuşmasını yazan zatın bu güzel fikri Alman işverenlerin entelektüel kapasitesini zorlamak için mi bulduğunu –ki bu daha muhtemel– bilmiyoruz. Refah derken kastettiği kesinlikle –“uzun dalga” esinli olsun olmasın– günümüzdeki iktisadi düşünceyle uyuşmaz. Yeni teknolojik devrime gelince, Alman patronlar zor kazanılmış paralarını araştırmalara daha fazla harcamaya oldukça isteksizdirler. Almanya’daki araştırmaları destekleyen merkezi kurum Deutsche Forschunggemeinschaft’a göre, geçtiğimiz dört yıl içinde Alman sanayisi, 38.000 kişilik araştırma-geliştirme personeline yaptığı harcamalarda kesintiye gitmiştir. Her zamanki gibi, kapitalistleri yatırıma sevk eden şey, uzun dalga teorisi (veya diğerleri) değil, yalnızca kâr beklentisidir.
Tahmin edilebileceği gibi, uzun dalga çılgınlığı en coşkulu şekilde ABD’de karşılandı. Bank Credit Analyst’te (28 Haziran 1995) şunları okuyoruz: “ABD ekonomisi 20. yüzyılın üçüncü uzun dalga genişlemesine girmiştir. Temel itici güçler, teknoloji kaynaklı sermaye harcamalarında büyük yükselişler ve dünya ticaretinin büyümesindeki gözle görülür artıştır.” Makale şu sonuca varıyor: “Bu yüzyılın en keskin düşme eğilimi gösteren piyasalarına (1930’lar ve 1970’ler), uzun dalgaların inişe geçtiği anlarda rastlanmıştır. 1960’ların deneyimi, borsa düzeltmelerinin keskin ama kısa ömürlü olabildiğini ve fiyatların birkaç yıl boyunca tarihsel zaman aralığının yüksek noktasında kalabildiğini göstermektedir.” Bu genel bir tarihsel öngörüdür (hiçbir bilimsel temeli olmadığı da eklenmelidir).
Şimdi gelelim detaylara. Dergi bir dizi ilginç tablo yayınlamış; bunlardan biri üretkenlikteki tarihsel eğilimlerle ilgili. Bu tablo “üretkenlik artışının geçmiş çevrimlerin ortalamasının üstünde olduğunu gösteriyor, özellikle de imalat sektöründe. [Aslında, üretkenlikteki artışın neredeyse tamamı bir sektörle sınırlıdır; enformasyon teknolojisi ve bilhassa bilgisayar üretimi. Bk. Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim]. İmalat sektöründe adam-saat başına üretim geçmiş çevrimlerin ortalamasının –üretimdeki büyümenin tarihsel ortalamanın altında kaldığı gerçeği hesaba katılıp düzeltilerek– yüzde 5,5 üzerindedir. Şirketler üretkenliği artırıp maliyetleri düşürme güdüsünden vazgeçmemiştir.” (s. 28, vurgu benim)
Daha önceki dokümanlarda gösterdiğimiz gibi, bu boom işçi sınıfı pahasına olmuştur. Kapitalistler, çalışanlarından artı-değeri son damlasına kadar sızdırmaya çalıştıkça, sömürü oranı bütün ülkelerde muazzam derecede artmıştır. Şüphesiz, artı-değer arayışı daima her boom’un ve genel olarak kapitalist üretimin temeli olmuştur. Ama bu boom’da, işçi sınıfı üzerindeki basınç, geçmiştekinden çok daha büyük olmuştur. Bunun, işçilerin çoğunun boom’dan yararlandıklarını duyumsadıkları 1960’lar dönemiyle hiçbir benzerliği yoktur. Duygular şimdi tümüyle farklıdır. Artan rahatsızlık, Al Gore’un boom döneminde dahi seçim kazanamamasında yansımasını bulmaktadır. Bu olgu tüm sistemin temelindeki hastalığın bir göstergesidir. Bu durum “uzun çevrimlere” yüzeysel göndermeler yaparak geçiştirilemez. Michael J. Mandel (Ernest’le karıştırmayın) gibi daha ciddi iktisatçılar, “Internet boom’u”nun yakın gelecekteki bir Internet bunalımına zemin hazırladığını ileri sürmektedir. Uzun dalga teorisyenlerine rağmen, tümüyle muhtemel olan iddiasını desteklemek için, pek çok güçlü kanıt sunmuştur.
Son yıllarda Kondratiyev’in teorileri her türden burjuva iktisatçı tarafından rağbet görmektedir. Avusturyalı burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, klasik yapıtı İş Çevrimleri’nde, 50 yıllık uzun ekonomik çevrimlere atfen, ilk kez “çevrimler” ifadesini uydurdu. Ne var ki, çoğu iktisatçı bunu palavra veya en iyi ihtimalle zararsız bir tuhaflık olarak görüp reddetti. Dalga teorisinin, kabul edilmekle kalmayıp hayranlıkla karşılandığı saygıdeğer ekonomi dergilerinde, bugünlerde çok sayıda makale bulmak mümkün.
Nedenini bulmak zor değildir. Resmi burjuva iktisadı krizdedir. Bugüne dek üniversite iktisatçılarının elinde bulunan otorite, son yirmi yılda tamamen yıkılmıştır. Büyük paralar gerektiren önemli iş kararları almakla mesul olanlar, bunlara gizlemedikleri bir aşağılamayla bakıyorlar. Niye bakmasınlar ki? İktisatçılar son resesyonu öngörmeyi beceremediler. Mevcut boom’u da öyle. Şimdi ise bu boom’un sonsuza kadar süreceğini öngörüyorlar. Onlara kim inanır? Kuşkusuz çok az kimse, zira çoğunluk onların yazdıklarını okuma zahmetine bile girmiyor. İşadamları, daha tatminkâr bir alternatif bulamadıklarından, hâlâ ara sıra onlara danışmaktalar. Ama öğütleri muhtemelen daha yararlı olan profesyonel astrologlara da danışmaktalar. Yatırım yapmaya devam etmeleri, hâlâ para kazanıyor olmalarındandır, Yeni Ekonomik Paradigmaya inandıklarından değil.
Yeni bir İdea peşinde koşan bazı cin fikirliler, Kondratiyev’e rastladılar ve birdenbire her şey aydınlığa kavuşuverdi! İhtiyaç duyulan tam da buydu: geçmişe, bugüne ve geleceğe yanıt getiren bir genel teori! Daha da iyisi, “her inişin bir çıkışı vardır” prensibiyle kapitalist sisteme uzun ömür biçen bir teori. Uzun dalga teorisinin burjuva savunucuları, ona yeni döneklerin alışıldık tutkusuyla dört elle sarıldılar. Tek düşünce, bazı insanları çok zengin edecek olan borsanın davranışları hakkında kesin öngörülerde bulunabilmekti. Uzun dalga teorisi –eğer doğruysa– bunu yapmaya imkân tanıyacaktı. Ne yazık ki borsa hareketleri tam olarak öngörülemez. Geçici olarak ekonomi hakkında olağanüstü öngörülerde bulunmakla ünlenen, sonra da olağanüstü biçimde yanılan kaçıklar (özellikle bu tür insanların üretiminde uzmanlaşmış olan ABD’de) daima olmuştur. Burada akla, 1981’deki borsa krizini öngören Joseph Granville veya 1998’de Rus rublesinin çöküşü sonunda piyasa dibe vurunca büyük kayıplara uğrayan Uzun Dönemli Sermaye Yönetimi (UDSY) vakası geliyor. Bu şirket, “keşiflerinden” dolayı kendilerine Nobel ödülü verilmiş olan iki iktisatçının, Robert Merton ve Myron Scholes’in geliştirdiği, hata ihtimali olmayan bir formüle dayanıyordu. Bu keşif, UDSY’nin yönetim kurulu başkanı John Meriwether tarafından, yatırımcıları asla kaybetmeyeceklerine inandırmak için kullanılıyordu. Sonunda şirket yüz milyonlarca dolar kaybetti ve Amerikan Merkez Bankası tarafından iflâstan kurtarılmak zorunda kaldı.
1980’lerde Robert Prechter isminde bir zat, açıkça Kondratiyev’in fikirlerine dayanan, Elliot eğrisi adlı bir teoriyi popülerleştirdi. Dalga teorisinin Elliot versiyonu, piyasanın öngörülebilir bir şablona göre hareket ettiğini iddia eder. Bu görüşe göre, her yukarı hareket, üç yukarı iki de aşağı dalgayla (ve her aşağı hareket de iki aşağı bir yukarı dalgayla) karakterize olur. 1932’de başladığı kabul edilen çevrimin beşinci yukarı dalgası 1982’de başlıyordu. Vesaire, vesaire. Ne var ki, çok karmaşık görüntüsüne rağmen, içeriği öncekinden daha bilimsel değildir. Prechter’in bazı doğru öngörülerde bulunduğu doğrudur, ama başka teorilere inananlar veya hiçbir teorisi olmayanlar da bunu yapmıştır. Fakat en önemli öngörülerinden birinde feci şekilde yanılmıştır. Prechter, uzun dalga teorisine dayanarak ABD’nin 1980’lerin sonuna doğru korumacılığa yöneleceğini öngörmüştü. Böyle bir şey olmadı. Her ne kadar farklı ticaret blokları arasındaki gerilimler ortadan kalkmadıysa ve bunun daha ileri bir tarihte korumacı ticaret savaşlarıyla ve devalüasyonlarla sonuçlanacağı kesin olsa da, son on yılda dünya ticareti genişlemeye devam etmiş ve boom’u uzatan ana etkenlerden biri olmuştur.
Şüphesiz ekonominin hareketini tahmin etmek ve yanılmak ayıp değildir. Sorun, uzun dalga teorisinin (ve Elliot versiyonunun) ekonominin onlarca hatta yüzlerce yıllık davranışı hakkında tahminler yapma değil, bunu kesin biçimde öngörme iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir iddia açıkça sağlıksızdır ve bilim âleminden bilim kurgu âlemine kaymaktadır. Eğer Kondratiyev bize verimli bir araştırma alanı sağlayan ve fikir açıcı bir ekonomi tarihi görüşü ortaya koyma meziyetini göstermişse, onun burjuva epigonları, bir tür sahte bilim geliştirmeye çalışarak her şeyi saçmalığa indirgemiştir.
Mevcut boom, uzun dalga teorisyenlerini bir kez daha heveslendirdi. Alman Cumhurbaşkanı Herzog bile, 1996 yazında Alman sanayi federasyonunun (BDI) verdiği bir yemekte Kondratiyev’ten bahsederek, Almanya’nın gelmekte olan ve enformasyon teknolojisine (IT) dayanan güçlü ekonomik büyüme “uzun çevrimini” kaçırabileceği konusunda Alman patronları uyardı: “50 yıllık ekonomik genişleme ve daralma «dalgaları» fikrini ilk kez 1920’lerde ileri süren Sovyet iktisatçı Nikolay Kondratiyev’in teorilerine atıfta bulunan Herzog, Almanya’nın 18. yüzyılda buhar makinesinin icadına dayanan ilk dalgayı kaçırdığına işaret etti. Bununla birlikte ülkesi, onu takip eden ikinci, üçüncü ve dördüncü dalgalarda teknolojik öncü rolündeydi ve ortak refah kazançlarından tam olarak yararlanmıştı.” (The Financial Times, 01.07.1996)
Cumhurbaşkanı Herzog’un Kondratiyev’i ne kadar derinlemesine incelediğini ya da konuşmasını yazan zatın bu güzel fikri Alman işverenlerin entelektüel kapasitesini zorlamak için mi bulduğunu –ki bu daha muhtemel– bilmiyoruz. Refah derken kastettiği kesinlikle –“uzun dalga” esinli olsun olmasın– günümüzdeki iktisadi düşünceyle uyuşmaz. Yeni teknolojik devrime gelince, Alman patronlar zor kazanılmış paralarını araştırmalara daha fazla harcamaya oldukça isteksizdirler. Almanya’daki araştırmaları destekleyen merkezi kurum Deutsche Forschunggemeinschaft’a göre, geçtiğimiz dört yıl içinde Alman sanayisi, 38.000 kişilik araştırma-geliştirme personeline yaptığı harcamalarda kesintiye gitmiştir. Her zamanki gibi, kapitalistleri yatırıma sevk eden şey, uzun dalga teorisi (veya diğerleri) değil, yalnızca kâr beklentisidir.
Tahmin edilebileceği gibi, uzun dalga çılgınlığı en coşkulu şekilde ABD’de karşılandı. Bank Credit Analyst’te (28 Haziran 1995) şunları okuyoruz: “ABD ekonomisi 20. yüzyılın üçüncü uzun dalga genişlemesine girmiştir. Temel itici güçler, teknoloji kaynaklı sermaye harcamalarında büyük yükselişler ve dünya ticaretinin büyümesindeki gözle görülür artıştır.” Makale şu sonuca varıyor: “Bu yüzyılın en keskin düşme eğilimi gösteren piyasalarına (1930’lar ve 1970’ler), uzun dalgaların inişe geçtiği anlarda rastlanmıştır. 1960’ların deneyimi, borsa düzeltmelerinin keskin ama kısa ömürlü olabildiğini ve fiyatların birkaç yıl boyunca tarihsel zaman aralığının yüksek noktasında kalabildiğini göstermektedir.” Bu genel bir tarihsel öngörüdür (hiçbir bilimsel temeli olmadığı da eklenmelidir).
Şimdi gelelim detaylara. Dergi bir dizi ilginç tablo yayınlamış; bunlardan biri üretkenlikteki tarihsel eğilimlerle ilgili. Bu tablo “üretkenlik artışının geçmiş çevrimlerin ortalamasının üstünde olduğunu gösteriyor, özellikle de imalat sektöründe. [Aslında, üretkenlikteki artışın neredeyse tamamı bir sektörle sınırlıdır; enformasyon teknolojisi ve bilhassa bilgisayar üretimi. Bk. Sınıf Mücadelesi ve İktisadi Çevrim]. İmalat sektöründe adam-saat başına üretim geçmiş çevrimlerin ortalamasının –üretimdeki büyümenin tarihsel ortalamanın altında kaldığı gerçeği hesaba katılıp düzeltilerek– yüzde 5,5 üzerindedir. Şirketler üretkenliği artırıp maliyetleri düşürme güdüsünden vazgeçmemiştir.” (s. 28, vurgu benim)
Daha önceki dokümanlarda gösterdiğimiz gibi, bu boom işçi sınıfı pahasına olmuştur. Kapitalistler, çalışanlarından artı-değeri son damlasına kadar sızdırmaya çalıştıkça, sömürü oranı bütün ülkelerde muazzam derecede artmıştır. Şüphesiz, artı-değer arayışı daima her boom’un ve genel olarak kapitalist üretimin temeli olmuştur. Ama bu boom’da, işçi sınıfı üzerindeki basınç, geçmiştekinden çok daha büyük olmuştur. Bunun, işçilerin çoğunun boom’dan yararlandıklarını duyumsadıkları 1960’lar dönemiyle hiçbir benzerliği yoktur. Duygular şimdi tümüyle farklıdır. Artan rahatsızlık, Al Gore’un boom döneminde dahi seçim kazanamamasında yansımasını bulmaktadır. Bu olgu tüm sistemin temelindeki hastalığın bir göstergesidir. Bu durum “uzun çevrimlere” yüzeysel göndermeler yaparak geçiştirilemez. Michael J. Mandel (Ernest’le karıştırmayın) gibi daha ciddi iktisatçılar, “Internet boom’u”nun yakın gelecekteki bir Internet bunalımına zemin hazırladığını ileri sürmektedir. Uzun dalga teorisyenlerine rağmen, tümüyle muhtemel olan iddiasını desteklemek için, pek çok güçlü kanıt sunmuştur.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Ernest Mandel ve Kondratiyev
Burjuva iktisadındaki her moda akıma teslim olmayı huy edinmiş olan Ernest Mandel, Kondratiyev’e de tutulmuştu. Mandel, özellikle Geç Kapitalizm (Late Capitalism, Londra 1975) adlı kitabında izlerini örtmeye uğraşsa da, Kondratiyev’in teorilerini Marx ve Troçki’ninkilerle uzlaştırmaya çalıştı. Keynesçiliğe ve burjuva teorisindeki bütün diğer “moda”lara zaten teslim olan Mandel’in, bir yandan Kondratiyev’in fikirleriyle flört ederken, bir yandan da bunlarla arasına bir güvenlik mesafesi koymaya çalışması çok tipiktir. Bu “tavşan kaç tazı tut” numarası, Mandel’in huyudur ve yönteminin eklektik doğasını yeterince yansıtır. Kondratiyev üzerine yazdıklarının bir sayfasında şöyle der: “Kapitalizmin uluslararası tarihi, bu nedenle, sınai çevrimlerin her yedi ya da on yılda bir birbirini takip etmesi olarak değil, yaklaşık elli yıllık daha uzun dönemlerin birbirini takip etmesi olarak da görünür. Bugüne kadar dört tane yaşamış bulunuyoruz.” (s.158)
Söz konusu satırlardan, Mandel’in Kondratiyev’le hemfikir olduğu açıktır. Bu, “eğerlere”, “amalara” hiç yer vermeyen katıksız bir uzun dalga teorisi anlatımıdır. Şunu okuduğumuzda, bu izlenim daha da kesinleşir: “Bu göstergeler [dünya kapitalist üretimi ve piyasanın genişlemesi] göz önüne alındığında, «uzun dalgaların» ampirik olarak kanıtlanması tamamen mümkündür.” (age, s.186, vurgular benim.)
Başka bir yeri okuyoruz: “En az beş «uzun dalga»dan oluşan böyle bir çevrim, tesadüfle ya da sadece dışsal faktörlerin rolüyle açıklanamaz.” (age, s.185, vurgu benim.) Okuyucu bu yaklaşımın, genişleme dönemlerinin şekillenmesinde “dışsal faktörlerin” (savaşlar, devrimler, vs.) önemini vurgulayan Troçki’nin tutumunun tam zıddı olduğuna dikkat etmelidir. Ne var ki biraz sonra gözünü kırpmadan Troçki’nin Kondratiyev eleştirisine katılan Mandel, önce öne sürdüğünün tam tersini söyler: “Troçki Kondratiyev’in tezlerine karşı iki temel iddia öne sürer: birincisi «uzun dalgalar» ile «uzun çevrimler» arasında analoji yapmak doğru değildir; yani «uzun dalgalar»da klasik çevrimlerin sahip olduğu «doğal zorunluluk» yoktur. İkincisi, klasik çevrim son çözümlemede kapitalist üretimin iç dinamikleriyle açıklanırken, «uzun dalgaları» açıklamak için, «kapitalizm eğrisinin ve onunla toplumsal hayatın tüm yönleri arasındaki ilişkilerin daha somut biçimde incelenmesi» gerekir. Başka bir deyişle, Troçki, klasik çevrimlerin Marksist açıklamasıyla benzeşim kurularak, sabit sermayenin yenilenmesi temelinde inşa edilen nedensel olmayan bir «uzun dalgalar» teorisine isyan etmektedir.” (age, s.170)
Birbirleriyle uyuşmayan iki tezi savunma pozisyonuna düşmekten huzursuzluk duyan Mandel, basit bir el çabukluğuyla kıvırmaya çalışır: “Aslında 1920’lerde birçok Sovyet iktisatçısının paylaştığı bu eleştirilere katılmak mümkündür.” (age, s.172, vurgu benim.)
Geçerken söyleyelim, Kondratiyev’in pozisyonuna karşı Troçki’ninkini benimseyenlerin sayısı çok az olsa da, 1920’lerde Sovyet iktisatçılarının “çoğu” değil, hemen hemen hiçbiri Kondratiyev’in görüşlerini paylaşmıyordu. Ama gazetecilerin dediği gibi, gerçekler neden güzel bir hikâyeyi bozsun? Mandel tabii ki yanına yoldaş ister. Ama bu fikirleri kaç kişi desteklerse desteklesin, çemberden kare yapmak mümkün değildir, ne matematikte, ne de Marksist iktisatta. Kişi ya Kondratiyev’in “uzun dalgalar” teorisine katılır ya da Troçki’ye. Fakat ikisine birden katılamaz.
Mandel’in Kondratiyev’le neden ilgilendiği çok açıktır. Mandel, savaş sonrasında yaşanan uzun yükselişin nedenini açıklayamamıştı. Onun ekonomi konulu eserleri, Keynesçilikten ve diğer moda burjuva kocakarı ilaçlarından yana çıkıp Marksizmi terk etme yönünde güçlü bir eğilim sergiler. Ardından Kondratiyev “uzun dalgalar”ıyla çıkagelir ve sorun kolayca çözülür! Biçimci teorilerin büyük avantajı, insanı düşünme gereğinden kurtarmalarıdır. Mandel, Kondratiyev’in tezini, kapitalizmin savaş sonrası uzun yükselişini açıklamak için kullandı. Aynı şekilde 1973-74’te başlayan sonraki krizi “açıklamak” için de onu kullandı.
Ne yazık ki, “A” deyince, “B”, “C” ve “D” de demek zorundasınız. Yanlış bir teori, pratikte er ya da geç felâketle sonuçlanır. Mandel şu gerçeği gözden kaçırdı: pek çok burjuva iktisatçısının Kondratiyev’in “uzun dalgalar”ını heyecanla kabullenmesinin nedeni, bu teori doğru olduğu takdirde, kapitalizmin bir çevrimden diğerine geçerek sonsuza dek yaşamaması için hiçbir sebep olmamasıydı. Eğer bir alçalış söz konusuysa, endişeye gerek yok, zira sonunda uzun bir yükseliş onu izleyecektir. Dahası, yapacak bir şey olmadığından, işçi sınıfının kemerlerini sıkıp edilgen biçimde bir sonraki “dalga”nın getireceği güzel günleri beklemekten başka seçeneği yoktur. Bu kavrayıştan çıkarılabilecek gerici sonuçlarla daha fazla uğraşmaya gerek yok. Kısaca, bir teorik zorluktan kurtulan Mandel, çok daha kötü bir pozisyona –Marksist pozisyondan tamamıyla vazgeçme anlamına gelen bir pozisyona– düşmüştür. Bu yüzden aynı anda hem o yöne hem bu yöne, hem Troçki’ye hem Kondratiyev’e dönmeye çalışıyor (ve kimsenin fark etmediğini umuyor!). Bu tür zihin jimnastikleri bizi gerçekten ileri götürmez.
Troçki’yi Kondratiyev’le “baş göz etme” girişimi oldukça komiktir. Troçki asla Kondratiyev’in uzun dalga teorisini kabul etmedi. Tam tersine, bu tip dalgaların –Kondratiyev’in kastettiği anlamda– varolmasının mümkün olmadığını açıkladı. Farklı çağların kesin karakterini veya ortaya çıkma sıklıklarını önceden kestirmek mümkün değildi. 1923 tarihli makalesinde Troçki’nin kabaca çizdiği eğri, son derece düzensiz bir karaktere sahiptir ve uzun çevrimleri değil ayrık tarihsel dönemleri yansıtır. Kondratiyev’in tezine gelince, Troçki onu “biçimsel analojiye dayanan yanlış bir genelleme” olarak nitelendiriyordu. Bununla ne mi kastediyordu? Sadece şunu: Marx’ın kapitalist ekonomik çevrim (“ticari çevrim”) teorisi ile Kondratiyev’in ondan çıkarmaya çalıştığı yersiz genelleme arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Teorik bir bakış açısından, uzun çevrimler fikrinin Marksizmle hiçbir ortak noktası yoktur. Ama ne gam! Mandel bize “uzun dalgalar”ın ampirik kanıtlarla gerçekten gösterilebileceğini garanti eder. Gerçekten mi? Peki uzun dalgaların varlığını kanıtlamak o kadar kolaysa, bu konu neden uzun süredir tartışma meselesi olmuş? Demek ki Mandel’in elinde, bugüne kadar konu üstüne çok farklı ve çelişkili görüşler sunan bilim camiasının elde edemediği gizli bilgiler var. Ama bu Mandel’in geleneksel yönteminin sadece bir örneğidir: bir görüşü tartışmasız bir olguymuş gibi sunmak ve hiç kimsenin bunu fark etmeyeceğini ummak.
Geç Kapitalizm’de Mandel, Garvy’nin Kondratiyev eleştirisini hatalı bulur; onu “anlamsız”, “belirsiz” ve “sadece semantik” olmakla suçlar. Aslında Garvy’nin eseri son derece titiz ve dokümanlarla desteklenmiş bir çalışmadır. Aynı şey Mandel’in Kondratiyev hakkında yazdıkları için söylenemez, örneğin Mandel can alıcı önemdeki kapitalist denge sorununu –ki tüm uzun dalga teorisinin etrafında döndüğü merkezi nokta budur– görmezden gelmektedir. Troçki’nin Kondratiyev’le ayrılıkları şüphesiz sadece semantik bir nitelik taşımıyordu, aynı zamanda Mandel’in ya anlamadığı –kötü bir durum– ya da görmezden geldiği –daha da kötü bir durum– denge sorunu üzerinde odaklaşıyordu. Kondratiyev’in “çevrim” terimiyle Troçki’nin “dönemler”i arasındaki fark, dilbilimsel bir yanıltmaca değil, iki uzlaşmaz tarih, iktisat ve sınıf mücadelesi yorumu arasındaki temel farktır.
Mandel’in Geç Kapitalizm’deki hedefi, kapitalizm “çözümlemesi”ne gizlice Marksist olmayan unsurlar sokmaktır. O, Troçki’yle de Kondratiyev’le de hemfikirdir; bu biraz, hem Charles Darwin’le hem de İncil’deki Yaradılış bölümüyle hemfikir olmak gibidir. Mandel, “sınai çevrimlerin uzun dönemler boyunca birbirini takip etmesinin bir içsel dinamiğinin” olup olmadığı sorusunu sorar ve olumlu cevap verir. Kâr oranlarındaki düşmenin kapitalizmin krizindeki rolünü vurgular, ama ardından bunu esas olarak kredinin yaratılması ve para yönetimi gibi faktörlere bağlayarak Marx’ı “düzeltir”. Bu Marksizm değil Keynesçiliktir. Marx, kâr oranının düşme eğiliminin temel nedenini, sermayenin organik bileşimindeki artışla açıklamıştı. Bunu günümüzde bilgisayar tesisleri gibi şeylere devasa yatırımlar yapılmasında ve enformasyon teknolojisini sürekli güncelleme çabalarında açıkça görebiliriz.
Mandel’in bu diğer unsurların üzerinde durmasının nedeni, Kondratiyev’in uzun çevrimler teorisiyle Troçki’nin toplumsal ve ekonomik gelişmenin temelde “dışsal koşullar”dan etkilendiği yönündeki ısrarı arasında bağ kurmak istemesidir. Ama “dışsal koşullar” derken, Troçki’nin aklında, kredi (normal ticaret çevriminin iç mekanizmasının bir parçasıdır) veya para yönetimi (aynı sürecin dolaylı bir yansımasıdır) gibi faktörler değil, savaşlar ve devrimler gibi ekonomik olmayan faktörler vardır. Kapitalist Gelişme Eğrisi adlı makalesi yüzeysel olarak incelense dahi, Troçki’nin, Kondratiyev’in tarif ettiği türden dönemlerin çevrimsel bir karaktere sahip olabileceğini reddettiği görülür. Dolayısıyla Mandel Kondratiyev’i onaylar ve Troçki’yi onaylamaz. Şüphesiz bunu yapmakta özgürdür. Ama aynı anda her iki tarafa da dönmeye ve sonra da laf jimnastiğiyle izini örtmeye çalışamaz.
Mandel kapitalizmin “üç genel teknolojik devrim” geçirdiğini söyler: 1848’den (?) itibaren buhar makinesinin kullanılması; 1890’larda elektrikli ve patlamalı motorun devreye girmesi; son olarak da, 1940’lardan sonra elektronik cihazların ve nükleer gücün (!) kullanımı. Mandel, bu teknolojik devrimlerden her biri öncesinde, bir “süper sermaye birikimi” sürecinin, “birikmiş sermayenin bir kısmının ancak son derece azalmış ve yetersiz (?) bir kâr oranıyla yatırıma dönüştürülebildiği” bir durumun yaşandığını ekler.
Mandel, laf arasında düşen kâr oranından bahsederek, Marx’ın ruhu önünde şapka çıkarır. Ama bunu her zamanki baştan savma tutumuyla yapar ve bunun sadece bir eğilim olduğunu, özgül bir durumda yeniden önem kazanmadan önce dönemler boyunca yadsınabileceğini belirtmez. Marx’ın asla yapmadığı bir şeyi yaparak, onu mutlak bir yasa gibi sunar. Gerçekte süper sermaye birikimi denen şeyin Marks’la hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece Mandel’in, sahte Marksist bir terminolojiyle Marks’ın “yatırım fonu” fikrini aşırması ve yeniden vaftiz etmesidir. Her zaman olduğu gibi, Mandel’de tek bir orijinal fikir yoktur, sadece “Marksist” ifadelerle süslenmiş ve kendisine aitmiş gibi sunulan Marksizm dışı fikirler mevcuttur.
Hareket yasaları, kaynağı ve doğası biz ölümlüler için bilinemez olan bu gizemli “süper birikim” süreci sona erdiğinde, sihirbazın şapkasından fırlayan tavşan gibi birden bire bir teknolojik devrim çıkıverir ortaya. Tek fark, burada sihirbazın yerini, yeni süreçleri üretime dahil ederek ve böylece yatırım artışında ve ekonomik faaliyette büyük bir salınım yaratarak kâr oranlarını sihirli bir biçimde yükselten, (açıklanmamış) bir “patlamalı faktörler” kombinasyonunun almasıdır. Mandel devam eder: “Fakat tam da aynı süreçle birlikte, [aynı süreç, başkası değil! Ama bu “aynı sürecin” ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz!] yeni enerji kaynaklarının [?] ve yeni makine-motorların yavaş yavaş yaygınlaşması, zorunlu olarak .... yeni bir yatırım azalmasına ve atıl sermayenin yeniden ortaya çıkmasına yol açar...” (Mandel, op.cit., İspanyolca baskı, s.159)
Böylece, sermayenin yüksek organik bileşimi (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye, ölü emeğin canlı emeğe oranının yükselmesi) ve değer oranındaki tali düşüş nedeniyle kâr oranı düşmektedir. Bunu ekonomik faaliyette bir daralma dalgası izler. Bu, uzun dalganın iniş kısmıdır. Ama bu sadece, atıl sermayedeki büyümenin bir sonucu olarak yeni bir “süper birikim” evresine yol açar, o da (nihayetinde) yeni bir yükseliş dalgasına yol açar... vs. vs.
Bu zarif ekonomik model tüm çelişkileri ortadan kaldırır. Daha doğrusu onları alt eder ve aşar, tıpkı Hegel’in Mutlak’ının bu ve öteki dünyanın tüm çelişkilerini aşması gibi. Ve aynı Hegel’in Mutlak’ı gibi, bu mucize tamamen zihinde gerçekleşir. Gerçekte Mandel her şeyi birbirine karıştırır. Normal ticaret çevrimiyle –ki yasaları Marx tarafından tüm detayıyla açıklanmıştır– mekanizmasını bugüne kadar hiç kimsenin, ne bizzat Kondratiyev’in ne de Ernest Mandel’in izah edemediği uzun dalgaları karıştırır. Mandel’in tüm yaptığı, Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi ve ticaret çevrimi hakkında yazdıklarını tekrar etmekten (yüzeysel ve bozulmuş biçimde) ve uygulanamayacak bir yere, yani elli yıllık çevrime uygulamaktan ibarettir. Mandel, Kondratiyev’in yöntemlerini, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemine uygulamaya çalışır ve şu sonuçları elde eder:
18. yüzyıl sonundan 1823’e hızlanan büyüme
1824’ten 1847'ye yavaşlayan büyüme
1848’den 1873'e hızlanan büyüme
1874’ten 1893'e yavaşlayan büyüme
1894’ten 1913'e hızlanan büyüme
1914’ten 1939'a yavaşlayan büyüme
1940-45 ya da 1940-1948’den (ülkelere bağlı olarak) 1966’ya hızlanan büyüme
Burada da yöntemin keyfi doğası yine hatalı sonuçlara yol açar. Mandel’e göre “içinde bulunduğumuz dönemde, İkinci Dünya Savaşıyla başlayan ve yavaşlayan sermaye birikimiyle karakterize olan «uzun dalganın» ikinci evresine girmiş olacağız.” (age, s.122, İngilizce baskı). Sorun şu ki bu iddia bilinen olgularla uyuşmaz. Eğer Mandel’in kesinlikle iddia ettiği gibi 1940-45’ten 1966’ya kadarki dönem uzun dalganın yükselme evresi olsaydı, o zaman düşüş 1966’da başlardı ki, bu açıkça yanlıştır. Savaş sonrası ekonomik yükseliş 1973-74’teki sözde petrol krizine kadar devam etti. O zamandan beri kapitalist sistem 1948-73 döneminin büyüme, üretkenlik, kârlılık, istihdam ve yaşam standardındaki artış düzeyini yeniden yakalayamadı. Son beş yıl içinde ABD bu rakamların bazılarına yaklaştı. Ama Avrupa ve Japonya için bu kesinlikle söz konusu değildir ve Amerika’daki boom’un ne kadar süreceğini hep birlikte göreceğiz. Sözde Yeni Ekonomik Paradigmanın savunucularının iyimser iddialarının aksine (ki bunları pek çok kez yanıtladık), mevcut boom uzun dönemli bir eğilimi temsil etmeyip, son derece kırılgan ve istikrarsız bir nitelik taşımaktadır ve ciddi bir çöküşle neticeleneceği adeta kesindir. Tüm bunlar ne Kondratiyev’in ne de onun gecikmiş taklitçisi Ernest Mandel’in öngörülerine uyar.
Burjuva iktisadındaki her moda akıma teslim olmayı huy edinmiş olan Ernest Mandel, Kondratiyev’e de tutulmuştu. Mandel, özellikle Geç Kapitalizm (Late Capitalism, Londra 1975) adlı kitabında izlerini örtmeye uğraşsa da, Kondratiyev’in teorilerini Marx ve Troçki’ninkilerle uzlaştırmaya çalıştı. Keynesçiliğe ve burjuva teorisindeki bütün diğer “moda”lara zaten teslim olan Mandel’in, bir yandan Kondratiyev’in fikirleriyle flört ederken, bir yandan da bunlarla arasına bir güvenlik mesafesi koymaya çalışması çok tipiktir. Bu “tavşan kaç tazı tut” numarası, Mandel’in huyudur ve yönteminin eklektik doğasını yeterince yansıtır. Kondratiyev üzerine yazdıklarının bir sayfasında şöyle der: “Kapitalizmin uluslararası tarihi, bu nedenle, sınai çevrimlerin her yedi ya da on yılda bir birbirini takip etmesi olarak değil, yaklaşık elli yıllık daha uzun dönemlerin birbirini takip etmesi olarak da görünür. Bugüne kadar dört tane yaşamış bulunuyoruz.” (s.158)
Söz konusu satırlardan, Mandel’in Kondratiyev’le hemfikir olduğu açıktır. Bu, “eğerlere”, “amalara” hiç yer vermeyen katıksız bir uzun dalga teorisi anlatımıdır. Şunu okuduğumuzda, bu izlenim daha da kesinleşir: “Bu göstergeler [dünya kapitalist üretimi ve piyasanın genişlemesi] göz önüne alındığında, «uzun dalgaların» ampirik olarak kanıtlanması tamamen mümkündür.” (age, s.186, vurgular benim.)
Başka bir yeri okuyoruz: “En az beş «uzun dalga»dan oluşan böyle bir çevrim, tesadüfle ya da sadece dışsal faktörlerin rolüyle açıklanamaz.” (age, s.185, vurgu benim.) Okuyucu bu yaklaşımın, genişleme dönemlerinin şekillenmesinde “dışsal faktörlerin” (savaşlar, devrimler, vs.) önemini vurgulayan Troçki’nin tutumunun tam zıddı olduğuna dikkat etmelidir. Ne var ki biraz sonra gözünü kırpmadan Troçki’nin Kondratiyev eleştirisine katılan Mandel, önce öne sürdüğünün tam tersini söyler: “Troçki Kondratiyev’in tezlerine karşı iki temel iddia öne sürer: birincisi «uzun dalgalar» ile «uzun çevrimler» arasında analoji yapmak doğru değildir; yani «uzun dalgalar»da klasik çevrimlerin sahip olduğu «doğal zorunluluk» yoktur. İkincisi, klasik çevrim son çözümlemede kapitalist üretimin iç dinamikleriyle açıklanırken, «uzun dalgaları» açıklamak için, «kapitalizm eğrisinin ve onunla toplumsal hayatın tüm yönleri arasındaki ilişkilerin daha somut biçimde incelenmesi» gerekir. Başka bir deyişle, Troçki, klasik çevrimlerin Marksist açıklamasıyla benzeşim kurularak, sabit sermayenin yenilenmesi temelinde inşa edilen nedensel olmayan bir «uzun dalgalar» teorisine isyan etmektedir.” (age, s.170)
Birbirleriyle uyuşmayan iki tezi savunma pozisyonuna düşmekten huzursuzluk duyan Mandel, basit bir el çabukluğuyla kıvırmaya çalışır: “Aslında 1920’lerde birçok Sovyet iktisatçısının paylaştığı bu eleştirilere katılmak mümkündür.” (age, s.172, vurgu benim.)
Geçerken söyleyelim, Kondratiyev’in pozisyonuna karşı Troçki’ninkini benimseyenlerin sayısı çok az olsa da, 1920’lerde Sovyet iktisatçılarının “çoğu” değil, hemen hemen hiçbiri Kondratiyev’in görüşlerini paylaşmıyordu. Ama gazetecilerin dediği gibi, gerçekler neden güzel bir hikâyeyi bozsun? Mandel tabii ki yanına yoldaş ister. Ama bu fikirleri kaç kişi desteklerse desteklesin, çemberden kare yapmak mümkün değildir, ne matematikte, ne de Marksist iktisatta. Kişi ya Kondratiyev’in “uzun dalgalar” teorisine katılır ya da Troçki’ye. Fakat ikisine birden katılamaz.
Mandel’in Kondratiyev’le neden ilgilendiği çok açıktır. Mandel, savaş sonrasında yaşanan uzun yükselişin nedenini açıklayamamıştı. Onun ekonomi konulu eserleri, Keynesçilikten ve diğer moda burjuva kocakarı ilaçlarından yana çıkıp Marksizmi terk etme yönünde güçlü bir eğilim sergiler. Ardından Kondratiyev “uzun dalgalar”ıyla çıkagelir ve sorun kolayca çözülür! Biçimci teorilerin büyük avantajı, insanı düşünme gereğinden kurtarmalarıdır. Mandel, Kondratiyev’in tezini, kapitalizmin savaş sonrası uzun yükselişini açıklamak için kullandı. Aynı şekilde 1973-74’te başlayan sonraki krizi “açıklamak” için de onu kullandı.
Ne yazık ki, “A” deyince, “B”, “C” ve “D” de demek zorundasınız. Yanlış bir teori, pratikte er ya da geç felâketle sonuçlanır. Mandel şu gerçeği gözden kaçırdı: pek çok burjuva iktisatçısının Kondratiyev’in “uzun dalgalar”ını heyecanla kabullenmesinin nedeni, bu teori doğru olduğu takdirde, kapitalizmin bir çevrimden diğerine geçerek sonsuza dek yaşamaması için hiçbir sebep olmamasıydı. Eğer bir alçalış söz konusuysa, endişeye gerek yok, zira sonunda uzun bir yükseliş onu izleyecektir. Dahası, yapacak bir şey olmadığından, işçi sınıfının kemerlerini sıkıp edilgen biçimde bir sonraki “dalga”nın getireceği güzel günleri beklemekten başka seçeneği yoktur. Bu kavrayıştan çıkarılabilecek gerici sonuçlarla daha fazla uğraşmaya gerek yok. Kısaca, bir teorik zorluktan kurtulan Mandel, çok daha kötü bir pozisyona –Marksist pozisyondan tamamıyla vazgeçme anlamına gelen bir pozisyona– düşmüştür. Bu yüzden aynı anda hem o yöne hem bu yöne, hem Troçki’ye hem Kondratiyev’e dönmeye çalışıyor (ve kimsenin fark etmediğini umuyor!). Bu tür zihin jimnastikleri bizi gerçekten ileri götürmez.
Troçki’yi Kondratiyev’le “baş göz etme” girişimi oldukça komiktir. Troçki asla Kondratiyev’in uzun dalga teorisini kabul etmedi. Tam tersine, bu tip dalgaların –Kondratiyev’in kastettiği anlamda– varolmasının mümkün olmadığını açıkladı. Farklı çağların kesin karakterini veya ortaya çıkma sıklıklarını önceden kestirmek mümkün değildi. 1923 tarihli makalesinde Troçki’nin kabaca çizdiği eğri, son derece düzensiz bir karaktere sahiptir ve uzun çevrimleri değil ayrık tarihsel dönemleri yansıtır. Kondratiyev’in tezine gelince, Troçki onu “biçimsel analojiye dayanan yanlış bir genelleme” olarak nitelendiriyordu. Bununla ne mi kastediyordu? Sadece şunu: Marx’ın kapitalist ekonomik çevrim (“ticari çevrim”) teorisi ile Kondratiyev’in ondan çıkarmaya çalıştığı yersiz genelleme arasında hiçbir benzerlik yoktur.
Teorik bir bakış açısından, uzun çevrimler fikrinin Marksizmle hiçbir ortak noktası yoktur. Ama ne gam! Mandel bize “uzun dalgalar”ın ampirik kanıtlarla gerçekten gösterilebileceğini garanti eder. Gerçekten mi? Peki uzun dalgaların varlığını kanıtlamak o kadar kolaysa, bu konu neden uzun süredir tartışma meselesi olmuş? Demek ki Mandel’in elinde, bugüne kadar konu üstüne çok farklı ve çelişkili görüşler sunan bilim camiasının elde edemediği gizli bilgiler var. Ama bu Mandel’in geleneksel yönteminin sadece bir örneğidir: bir görüşü tartışmasız bir olguymuş gibi sunmak ve hiç kimsenin bunu fark etmeyeceğini ummak.
Geç Kapitalizm’de Mandel, Garvy’nin Kondratiyev eleştirisini hatalı bulur; onu “anlamsız”, “belirsiz” ve “sadece semantik” olmakla suçlar. Aslında Garvy’nin eseri son derece titiz ve dokümanlarla desteklenmiş bir çalışmadır. Aynı şey Mandel’in Kondratiyev hakkında yazdıkları için söylenemez, örneğin Mandel can alıcı önemdeki kapitalist denge sorununu –ki tüm uzun dalga teorisinin etrafında döndüğü merkezi nokta budur– görmezden gelmektedir. Troçki’nin Kondratiyev’le ayrılıkları şüphesiz sadece semantik bir nitelik taşımıyordu, aynı zamanda Mandel’in ya anlamadığı –kötü bir durum– ya da görmezden geldiği –daha da kötü bir durum– denge sorunu üzerinde odaklaşıyordu. Kondratiyev’in “çevrim” terimiyle Troçki’nin “dönemler”i arasındaki fark, dilbilimsel bir yanıltmaca değil, iki uzlaşmaz tarih, iktisat ve sınıf mücadelesi yorumu arasındaki temel farktır.
Mandel’in Geç Kapitalizm’deki hedefi, kapitalizm “çözümlemesi”ne gizlice Marksist olmayan unsurlar sokmaktır. O, Troçki’yle de Kondratiyev’le de hemfikirdir; bu biraz, hem Charles Darwin’le hem de İncil’deki Yaradılış bölümüyle hemfikir olmak gibidir. Mandel, “sınai çevrimlerin uzun dönemler boyunca birbirini takip etmesinin bir içsel dinamiğinin” olup olmadığı sorusunu sorar ve olumlu cevap verir. Kâr oranlarındaki düşmenin kapitalizmin krizindeki rolünü vurgular, ama ardından bunu esas olarak kredinin yaratılması ve para yönetimi gibi faktörlere bağlayarak Marx’ı “düzeltir”. Bu Marksizm değil Keynesçiliktir. Marx, kâr oranının düşme eğiliminin temel nedenini, sermayenin organik bileşimindeki artışla açıklamıştı. Bunu günümüzde bilgisayar tesisleri gibi şeylere devasa yatırımlar yapılmasında ve enformasyon teknolojisini sürekli güncelleme çabalarında açıkça görebiliriz.
Mandel’in bu diğer unsurların üzerinde durmasının nedeni, Kondratiyev’in uzun çevrimler teorisiyle Troçki’nin toplumsal ve ekonomik gelişmenin temelde “dışsal koşullar”dan etkilendiği yönündeki ısrarı arasında bağ kurmak istemesidir. Ama “dışsal koşullar” derken, Troçki’nin aklında, kredi (normal ticaret çevriminin iç mekanizmasının bir parçasıdır) veya para yönetimi (aynı sürecin dolaylı bir yansımasıdır) gibi faktörler değil, savaşlar ve devrimler gibi ekonomik olmayan faktörler vardır. Kapitalist Gelişme Eğrisi adlı makalesi yüzeysel olarak incelense dahi, Troçki’nin, Kondratiyev’in tarif ettiği türden dönemlerin çevrimsel bir karaktere sahip olabileceğini reddettiği görülür. Dolayısıyla Mandel Kondratiyev’i onaylar ve Troçki’yi onaylamaz. Şüphesiz bunu yapmakta özgürdür. Ama aynı anda her iki tarafa da dönmeye ve sonra da laf jimnastiğiyle izini örtmeye çalışamaz.
Mandel kapitalizmin “üç genel teknolojik devrim” geçirdiğini söyler: 1848’den (?) itibaren buhar makinesinin kullanılması; 1890’larda elektrikli ve patlamalı motorun devreye girmesi; son olarak da, 1940’lardan sonra elektronik cihazların ve nükleer gücün (!) kullanımı. Mandel, bu teknolojik devrimlerden her biri öncesinde, bir “süper sermaye birikimi” sürecinin, “birikmiş sermayenin bir kısmının ancak son derece azalmış ve yetersiz (?) bir kâr oranıyla yatırıma dönüştürülebildiği” bir durumun yaşandığını ekler.
Mandel, laf arasında düşen kâr oranından bahsederek, Marx’ın ruhu önünde şapka çıkarır. Ama bunu her zamanki baştan savma tutumuyla yapar ve bunun sadece bir eğilim olduğunu, özgül bir durumda yeniden önem kazanmadan önce dönemler boyunca yadsınabileceğini belirtmez. Marx’ın asla yapmadığı bir şeyi yaparak, onu mutlak bir yasa gibi sunar. Gerçekte süper sermaye birikimi denen şeyin Marks’la hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece Mandel’in, sahte Marksist bir terminolojiyle Marks’ın “yatırım fonu” fikrini aşırması ve yeniden vaftiz etmesidir. Her zaman olduğu gibi, Mandel’de tek bir orijinal fikir yoktur, sadece “Marksist” ifadelerle süslenmiş ve kendisine aitmiş gibi sunulan Marksizm dışı fikirler mevcuttur.
Hareket yasaları, kaynağı ve doğası biz ölümlüler için bilinemez olan bu gizemli “süper birikim” süreci sona erdiğinde, sihirbazın şapkasından fırlayan tavşan gibi birden bire bir teknolojik devrim çıkıverir ortaya. Tek fark, burada sihirbazın yerini, yeni süreçleri üretime dahil ederek ve böylece yatırım artışında ve ekonomik faaliyette büyük bir salınım yaratarak kâr oranlarını sihirli bir biçimde yükselten, (açıklanmamış) bir “patlamalı faktörler” kombinasyonunun almasıdır. Mandel devam eder: “Fakat tam da aynı süreçle birlikte, [aynı süreç, başkası değil! Ama bu “aynı sürecin” ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz!] yeni enerji kaynaklarının [?] ve yeni makine-motorların yavaş yavaş yaygınlaşması, zorunlu olarak .... yeni bir yatırım azalmasına ve atıl sermayenin yeniden ortaya çıkmasına yol açar...” (Mandel, op.cit., İspanyolca baskı, s.159)
Böylece, sermayenin yüksek organik bileşimi (değişmeyen sermayenin değişen sermayeye, ölü emeğin canlı emeğe oranının yükselmesi) ve değer oranındaki tali düşüş nedeniyle kâr oranı düşmektedir. Bunu ekonomik faaliyette bir daralma dalgası izler. Bu, uzun dalganın iniş kısmıdır. Ama bu sadece, atıl sermayedeki büyümenin bir sonucu olarak yeni bir “süper birikim” evresine yol açar, o da (nihayetinde) yeni bir yükseliş dalgasına yol açar... vs. vs.
Bu zarif ekonomik model tüm çelişkileri ortadan kaldırır. Daha doğrusu onları alt eder ve aşar, tıpkı Hegel’in Mutlak’ının bu ve öteki dünyanın tüm çelişkilerini aşması gibi. Ve aynı Hegel’in Mutlak’ı gibi, bu mucize tamamen zihinde gerçekleşir. Gerçekte Mandel her şeyi birbirine karıştırır. Normal ticaret çevrimiyle –ki yasaları Marx tarafından tüm detayıyla açıklanmıştır– mekanizmasını bugüne kadar hiç kimsenin, ne bizzat Kondratiyev’in ne de Ernest Mandel’in izah edemediği uzun dalgaları karıştırır. Mandel’in tüm yaptığı, Marx’ın kâr oranının düşme eğilimi ve ticaret çevrimi hakkında yazdıklarını tekrar etmekten (yüzeysel ve bozulmuş biçimde) ve uygulanamayacak bir yere, yani elli yıllık çevrime uygulamaktan ibarettir. Mandel, Kondratiyev’in yöntemlerini, kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemine uygulamaya çalışır ve şu sonuçları elde eder:
18. yüzyıl sonundan 1823’e hızlanan büyüme
1824’ten 1847'ye yavaşlayan büyüme
1848’den 1873'e hızlanan büyüme
1874’ten 1893'e yavaşlayan büyüme
1894’ten 1913'e hızlanan büyüme
1914’ten 1939'a yavaşlayan büyüme
1940-45 ya da 1940-1948’den (ülkelere bağlı olarak) 1966’ya hızlanan büyüme
Burada da yöntemin keyfi doğası yine hatalı sonuçlara yol açar. Mandel’e göre “içinde bulunduğumuz dönemde, İkinci Dünya Savaşıyla başlayan ve yavaşlayan sermaye birikimiyle karakterize olan «uzun dalganın» ikinci evresine girmiş olacağız.” (age, s.122, İngilizce baskı). Sorun şu ki bu iddia bilinen olgularla uyuşmaz. Eğer Mandel’in kesinlikle iddia ettiği gibi 1940-45’ten 1966’ya kadarki dönem uzun dalganın yükselme evresi olsaydı, o zaman düşüş 1966’da başlardı ki, bu açıkça yanlıştır. Savaş sonrası ekonomik yükseliş 1973-74’teki sözde petrol krizine kadar devam etti. O zamandan beri kapitalist sistem 1948-73 döneminin büyüme, üretkenlik, kârlılık, istihdam ve yaşam standardındaki artış düzeyini yeniden yakalayamadı. Son beş yıl içinde ABD bu rakamların bazılarına yaklaştı. Ama Avrupa ve Japonya için bu kesinlikle söz konusu değildir ve Amerika’daki boom’un ne kadar süreceğini hep birlikte göreceğiz. Sözde Yeni Ekonomik Paradigmanın savunucularının iyimser iddialarının aksine (ki bunları pek çok kez yanıtladık), mevcut boom uzun dönemli bir eğilimi temsil etmeyip, son derece kırılgan ve istikrarsız bir nitelik taşımaktadır ve ciddi bir çöküşle neticeleneceği adeta kesindir. Tüm bunlar ne Kondratiyev’in ne de onun gecikmiş taklitçisi Ernest Mandel’in öngörülerine uyar.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Uzun Dalga Sorununun Özeti
Bugüne kadar, uzun çevrimlerin gerçek doğası hakkında, teorinin destekleyicileri arasında bile fikir birliği sağlanamamıştır. İlk sayfalarda, Kondratiyev’in orijinal teorisiyle çakışan bir seriden söz etmiştik: 1848-79; 1880-93, 1894-1914, 1915-39, 1940-74. Ama, birtakım alternatif öneriler de mevcuttur, meselâ: 1820-70, 1870-1913, 1913-1950, 1950-73 ve 1973-94. Bu farklılıklar, hipotezin keyfiliğini göstermektedir. Uzun dalga teorisinin elebaşıları, uzun dalgaların muhtevası hakkında bile birbirleriyle anlaşamazlar.
Bazı uzun dalga heveslileri, uzun tarihsel çevrim araştırmalarında iyice ileri gitmişlerdir. Post- Kapitalist Toplum adlı kitabında Paul Drucker, büyük dönüşümlerin, savunulduğu gibi her 50 yılda bir değil, 13. yüzyıldan itibaren her 200-300 yılda bir gerçekleştiğini ve Batı ekonomilerinin şu anda böyle bir evreden geçiyor olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bu noktada, güvenilir istatistiklerin azlığı, böyle bir öngörüyü devre dışı bırakır. Bay Drucker’la karşılaştırıldığında, Kondratiyev’in teorisi bir ders kitabı kadar titiz görünür.
Kapitalist gelişmede ayrı dönemlerin varolduğu ve bunların farklı ve ayırt edici bir momentuma sahip olduğu açıktır. Gerçekten de, yakın tarihli çalışmalar kapitalizmin ekonomik tarihini incelemek için daha iyi bir temel sunar. Yanlış bir hipotezin peşine düşülmesinin, herşeye rağmen bilgimizi ve kavrayışımızı ilerletmeye hizmet eden önemli sonuçlara yol açması, bilimde sık sık görülen bir durumdur. Kozmolojideki Büyük Patlama teorisi böyle bir örnektir. Kondratiyev’in soyut teorik modelinin aksine, daha ampirik yaklaşım, tıpkı Troçki’nin öngördüğü gibi bir dizi eşitsiz çevrimi ortaya koyar.
Yakın tarihli bir çalışmada şu yorum yapılmakta: “Birbirini takip eden evreleri doğuran şey, kolektif planlama kararları, yenilik fikirleri ya da iç ve uluslararası ekonomi-politika ideolojisindeki değişiklikler değildi. Bir evreden diğerine geçiş, genellikle bir tür tarihsel tesadüf veya sistem şokuyla belirlendi.” (A. Maddison, Ekonomik Gelişmenin Evreleri, s. 59, vurgu benim.)
Bu tam da Kapitalist Gelişme Eğrisi’nde Troçki’nin karşı çıktığı şeydir. Kapitalist gelişmenin tarihsel evrelerinin düzensiz sürelere sahip olmasının nedeni, bunların karmaşık –sadece ekonomik niteliğe sahip olmayan– güçlerin karşılıklı etkileşimiyle belirlenmesidir. Bir dönemden diğerine geçiş şoklarla ve ani değişimlerle karakterize olur. En sert değişim türleri, yeni bir ilerleme ya da gerilemenin koşullarını yaratarak, geçmişle kökten bir kopuşu temsil eden ve toplumun hareketini ve rotasını bozan devrimler ve savaşlardır. Tarihin çizgisi, liberal evrimcilerin önyargılarının aksine, ilerleme kadar gerileme dönemlerine de aşinadır. Verili bir sosyoekonomik sistem, üretim araçlarını geliştirme potansiyelini tükettiği ölçüde, uzun bir gerileme ve çöküş dönemi başlar. Bu dönem uzun sürebilir ve şüphesiz toparlanma dönemleriyle kesintiye uğrar, ama genel çizgi düşüş şeklinde olur.
Tarihsel bakış açısından, kapitalist sistem en devrimci rolü oynamıştır. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, böyle hayret verici, neredeyse mucizevi bir sınai, tarımsal, bilimsel ve teknolojik gelişme görülmemiştir. İlkel sermaye birikiminin en erken dönemi, kent loncaları etrafında kent toplumlarının oluştuğu ve üniversitelerin öğrenim merkezleri haline geldiği yaklaşık 13. yüzyıla kadar uzanır. Yeni doğan burjuvazinin, egemen feodal düzen karşısında haklarını savunmak için mücadele ettiği bu dönem, kapitalizmin embriyon evresidir. Kapitalist yükselişin asıl dönemi, Protestan Reformasyonuyla, Rönesansla, Amerika’nın keşfiyle ve 17. ve 18. yüzyıllardaki merkantil kapitalizm dönemiyle başlar. Bu noktadan itibaren, ekonomik gelişme grafiği, sürekli yukarı doğru bir eğilim gösterir. Kapitalizmin bu doğuş dönemi devrimlerle bezenmiştir: 16. yüzyılda Hollanda devrimi ve Almanya’da Köylü Savaşı; 17. yüzyılda İngiliz devrimi ve 18. yüzyıl sonunda Fransız devrimi. Buhar makinesinin icadı ve sanayi devrimi, fırtınalı bir ekonomik büyüme dönemine ve kapitalizmin Avrupa’ya ve dünyanın dört bir tarafına yayılmasına önayak olur. Yaşanan savaşlar eşliğinde Avrupa’da ulusal devletlerin doğması, kapitalizmin pekişmesini ve dünyanın ana kapitalist güçler arasında paylaşılmasını –emperyalizmin gelişmesiyle sonuçlanan– temsil eder. Emperyalist güçler arasındaki çelişkiler, nihayet Birinci Dünya Savaşıyla sonuçlandı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme ilişkin en üstünkörü çalışma bile, her bir dönemi şekillendiren ekonomik ve ekonomik olmayan faktörler arasındaki karşılıklı ilişkiyi gösterecektir. Tüm 1789-1815 dönemi, Fransız devrimince ve onun sonucu olan Napolyon savaşlarınca biçimlendirilmişti. Bu olayların, Napolyon’un Kıta Sisteminden ve neticesinde Avrupa’nın İngiliz donanması tarafından kuşatılmasından doğan derin ekonomik etkileri olmuştu. Bu olaylar Amerika ve Asya’da da yankı uyandırmıştı. Ancak aşağı yukarı 1820’de durum değişerek ticaretin normal akışı sağlandı ve bu, Britanya’daki sanayi devrimiyle karakterize olan teknolojik ilerlemeyle birlikte, çok daha büyük bir ekonomik büyümeye zemin hazırladı. 1820-70 genişlemesinin en büyük kısmı, dünya üretimindeki büyümenin %63’ünden sorumlu olan Avrupa’da, özellikle de Britanya, Almanya, Belçika ve Hollanda’da meydana geldi. Fakat Avrupa dışında büyüme çok yetersizdi. Dünya pazarı çağı, henüz ufukta belirmemişti. Britanya’nın her alanda ezici bir üstünlüğü vardı. Onun sınai gücü, köylülüğün zayıflamasında ve sanayi proletaryasının yükselişinde yansımasını buluyordu. 1870’te Britanya’daki çiftlik sektörü nüfusun yalnızca dörtte birini istihdam ediyordu.
Maddison, eldeki delillerden hareketle, büyümenin 1870’ten sonra daha da hızlandığı sonucuna varıyor. Burada da yeni dönemin işaretçisi savaş ve devrimdir (Fransa-Prusya savaşı ve Paris Komünü). Denkleme yeni dahil olan belirleyici unsur, Britanya’nın sınai güç tekelini kaybetmesi ve Almanya ile ABD’nin yükselişidir (Amerikan İç Savaşı sonucunda köleci devletlerin ortadan kalkması ve aynı şekilde savaş sayesinde ulaşılan Almanya’nın birliği). Bu dönem aynı zamanda sanayi devrimlerindeki yeni bir aşamayla karakterize olmaktadır. Söz konusu devrimler, temelde demir yollarına, ama bunun yanı sıra iletişimin gelişmesinde ve tüm dünyanın tek bir kapitalist dünya pazarında birleşmesinde güçlü bir etkisi olan diğer icatlara (buharlı gemiler ve telgraf) ilişkindir.
Dünya ticaretindeki bu genişlemenin, Marx’ın önceden tahmin ettiği gibi, bu yükselişteki kilit faktörlerden biri olduğu açıktır. Kapitalizm yeni pazarlar açarak kendine çok daha geniş bir hareket sahası yarattı. 18. yüzyılda korumacılık geçerli ilkeydi. Kıta Sisteminde ve Napolyon dönemindeki Avrupa ablukasında, bu doruk noktasına ulaştı. Fakat Britanya’da sınai kapitalizminin yükselişi ve yeni pazarlara duyulan talep herşeyi değiştirdi. Kapitalist gelişmenin ilk dönemlerinde, sanayi henüz gelişmemişken, tüm kapitalist devletlerin korumacı olduğu unutulmamalıdır. Bu devletler ancak, sanayileri iç pazarın olanaklarının dar geldiği noktaya dek geliştiğinde, serbest ticareti savunmaya başladılar. Aşikâr nedenlerden ötürü, bu yola ilk giren Britanya oldu. 1846-1860 arasında, Britanya tüm gümrük tarifelerini ve kısıtlamaları kaldırmıştı. Ne var ki bu noktaya kolay gelinmedi; imalatçılar ile Muhafazakâr Partinin temsil ettiği toprak sahiplerinin çıkarları arasında uzun ve sert bir mücadele gerekti. Dahası, diğer kapitalist ülkeler, sanayileri serbest ticaretin soğuk rüzgârına dayanacak güce erişinceye dek korumacı politikaları sürdürdüler. Bu olgu, bugün küreselleşmenin lütuflarını Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın zayıf ekonomilerine dayatmak isteyenlerce sık sık görmezden gelinmektedir.
Bununla birlikte, yaklaşık 1870’te, eski merkantilist ticaret engellerinin çoğu ortadan kalkmıştı. Serbest ticaret politikası, Britanya tarafından, sömürgelerine ve Türkiye, Tayland (Siyam) ve Çin gibi yarı-sömürgelere dayatıldı. Çin’de, İngilizler, top bombardımanıyla cezalandırıp afyon içmeye zorlayarak, Çinlileri serbest ticaretin faydalı olduğuna “ikna ettiler”. Almanya’da, 1834 gümrük birliğiyle (Zollverein), Alman devletleri arasındaki sınırlar kalktı ve 1850’de dışa yönelik Zollverein tarifesinde de indirime gidildi. 1860’ta Cobden-Chevalier Antlaşması, Fransız kotalarını kaldırdı ve gümrük duvarlarını makul bir düzeye çekti. Bunu Fransa’nın, Belçika, Zollverein, İtalya, İsviçre, İspanya ve diğer ülkelerle yaptığı ticari anlaşmalar izledi.
Demiryolları, telgraf, buharlı gemiler ve Süveyş Kanalının açılması, İkinci Dünya Savaşından sonra olduğu gibi, dünya ekonomik büyümesinin motor gücü olan dünya ticaretini canlandırmaya hizmet etti. Bu dönemde dünya ticareti, dünya üretiminden yaklaşık dört kat daha hızlı büyüdü. Bu durum, uluslararası işbölümünün muazzam ölçüde gelişmesine yol açtı. Birinci Dünya Savaşına kadar kapitalizmin temel özelliği olan devasa büyümenin sırrı da burada yatar. Maddison’a göre (diğer “uzun dalga” iktisatçıları buna katılmazlar), ekonomik gelişme grafiği 1870’ten sonra hızla yükselir ve 1913’e kadar kesintilerle devam eder.
Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde bir bütün olarak dünyaya bakıldığında, GSYİH’deki kişi başına artış, tarihteki ikinci en yüksek değerindeydi; bu değer sadece 1948-74 yükselişinde geçilmişti. Yalnızca demiryolları için harcanan para –bugünkü IT boom’u dahil– tarihteki tüm diğer yatırımlardan daha fazlaydı. 36 ülkenin toplam demiryolu uzunluğu 1870-1913 arasında 191 bin kilometreden yaklaşık 1 milyon kilometreye çıktı. Bazı yönlerden, dünya ticaretinin o dönemdeki gelişimi, bugünkü küreselleşme evresinden daha büyüktü. Emek hareketi söz konusu olduğunda bu durum kesinlikle doğrudur. 1870-1913 arasında, 17,5 milyon insanın Avrupa’dan Amerika’ya, Kanada’ya, Avustralya’ya, Arjantin’e vs. akın ettiği büyük ölçekli uluslararası göçler yaşandı. Gezegenin diğer tarafında ise, çok sayıda Hintli ve Çinli, Seylan, Burma, Tayland, Endonezya ve Singapur’a gitti.
Bununla birlikte, bu dönemi düzgün ve kesintisiz bir ilerleme dönemi olarak resmetmek doğru olmaz. Birbirleriyle pazarlar, sömürgeler ve nüfuz alanları için mücadele eden güçlü kapitalist devletlerin gelişmesi, emperyalizm biçiminde –Lenin’in klasik eseri Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda çözümlediği, tekelci kapitalizmin en yüksek evresi– yeni çelişkilere yol açtı. Britanya’nın ezici gücü, bir yandan dünyanın geniş bölgelerini kaplayan sömürgeleriyle, diğer yandan güçlü sanayisi ve dış yatırımlarıyla kendini belli ediyordu. Lenin emperyalizmin en temel özelliklerinden birinin sermaye ihracı olduğunu açıklar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, büyük bir yabancı sermaye akışı söz konusuydu, özellikle tasarruflarının neredeyse yarısını dışarı yönlendiren Britanya’dan. Ama Fransa, Amerika ve Almanya, patlamalı sonuçlar doğuracak şekilde hızla yetiştiler ve Britanya’yı sıkıştırdılar. Berlin Antlaşmasıyla (1870) dünya önde gelen Avrupalı güçler arasında resmen paylaşıldı. Fakat eşitsiz gelişmeden kaynaklanan ekonomik ve askeri güçlerdeki kaçınılmaz değişiklikleri hesaba katmayan böyle bir biçimsel bölüşüm, uzun süre devam edemezdi. Bu dönemin sonunda, sadece Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Almanya değil, Rusya, İtalya ve ABD de sömürgeler elde ettiler.
1914’ten önce Britanya’nın dış varlıkları GSYİH’sinin bir buçuk katına eşitti; Fransa’nın varlıkları GSYİH’sinden %15 fazlaydı; Almanya’nın varlıkları GSYİH’sinin yaklaşık %40’ına ve Amerika’nınkiyse ancak %10’una eşitti. Bu sayılar, Birinci Dünya Savaşından önce dünyada varolan ekonomik güç dağılımı hakkında oldukça doğru bir fikir verir. Emperyalistler bir süre için sıkıntılı bir birliktelik oluşturabildiler, çünkü dünya ticaret ve üretimindeki genel genişleme hepsine bir şeyler verebiliyordu. Ama dengesizlik uzun süremeyecek kadar büyüktü. Özellikle, sahneye son çıkan Almanya’nın askeri ve sınai gücü, onun –dünya ekonomik gücü olarak– konumuyla hiçbir benzerlik taşımıyordu. Bu çelişkiden kaynaklanan dayanılmaz gerilimler, bir dizi kısmi çatışma ile tırmanarak 1914 yazında kritik noktaya ulaştı.
Bugüne kadar, uzun çevrimlerin gerçek doğası hakkında, teorinin destekleyicileri arasında bile fikir birliği sağlanamamıştır. İlk sayfalarda, Kondratiyev’in orijinal teorisiyle çakışan bir seriden söz etmiştik: 1848-79; 1880-93, 1894-1914, 1915-39, 1940-74. Ama, birtakım alternatif öneriler de mevcuttur, meselâ: 1820-70, 1870-1913, 1913-1950, 1950-73 ve 1973-94. Bu farklılıklar, hipotezin keyfiliğini göstermektedir. Uzun dalga teorisinin elebaşıları, uzun dalgaların muhtevası hakkında bile birbirleriyle anlaşamazlar.
Bazı uzun dalga heveslileri, uzun tarihsel çevrim araştırmalarında iyice ileri gitmişlerdir. Post- Kapitalist Toplum adlı kitabında Paul Drucker, büyük dönüşümlerin, savunulduğu gibi her 50 yılda bir değil, 13. yüzyıldan itibaren her 200-300 yılda bir gerçekleştiğini ve Batı ekonomilerinin şu anda böyle bir evreden geçiyor olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Bu noktada, güvenilir istatistiklerin azlığı, böyle bir öngörüyü devre dışı bırakır. Bay Drucker’la karşılaştırıldığında, Kondratiyev’in teorisi bir ders kitabı kadar titiz görünür.
Kapitalist gelişmede ayrı dönemlerin varolduğu ve bunların farklı ve ayırt edici bir momentuma sahip olduğu açıktır. Gerçekten de, yakın tarihli çalışmalar kapitalizmin ekonomik tarihini incelemek için daha iyi bir temel sunar. Yanlış bir hipotezin peşine düşülmesinin, herşeye rağmen bilgimizi ve kavrayışımızı ilerletmeye hizmet eden önemli sonuçlara yol açması, bilimde sık sık görülen bir durumdur. Kozmolojideki Büyük Patlama teorisi böyle bir örnektir. Kondratiyev’in soyut teorik modelinin aksine, daha ampirik yaklaşım, tıpkı Troçki’nin öngördüğü gibi bir dizi eşitsiz çevrimi ortaya koyar.
Yakın tarihli bir çalışmada şu yorum yapılmakta: “Birbirini takip eden evreleri doğuran şey, kolektif planlama kararları, yenilik fikirleri ya da iç ve uluslararası ekonomi-politika ideolojisindeki değişiklikler değildi. Bir evreden diğerine geçiş, genellikle bir tür tarihsel tesadüf veya sistem şokuyla belirlendi.” (A. Maddison, Ekonomik Gelişmenin Evreleri, s. 59, vurgu benim.)
Bu tam da Kapitalist Gelişme Eğrisi’nde Troçki’nin karşı çıktığı şeydir. Kapitalist gelişmenin tarihsel evrelerinin düzensiz sürelere sahip olmasının nedeni, bunların karmaşık –sadece ekonomik niteliğe sahip olmayan– güçlerin karşılıklı etkileşimiyle belirlenmesidir. Bir dönemden diğerine geçiş şoklarla ve ani değişimlerle karakterize olur. En sert değişim türleri, yeni bir ilerleme ya da gerilemenin koşullarını yaratarak, geçmişle kökten bir kopuşu temsil eden ve toplumun hareketini ve rotasını bozan devrimler ve savaşlardır. Tarihin çizgisi, liberal evrimcilerin önyargılarının aksine, ilerleme kadar gerileme dönemlerine de aşinadır. Verili bir sosyoekonomik sistem, üretim araçlarını geliştirme potansiyelini tükettiği ölçüde, uzun bir gerileme ve çöküş dönemi başlar. Bu dönem uzun sürebilir ve şüphesiz toparlanma dönemleriyle kesintiye uğrar, ama genel çizgi düşüş şeklinde olur.
Tarihsel bakış açısından, kapitalist sistem en devrimci rolü oynamıştır. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, böyle hayret verici, neredeyse mucizevi bir sınai, tarımsal, bilimsel ve teknolojik gelişme görülmemiştir. İlkel sermaye birikiminin en erken dönemi, kent loncaları etrafında kent toplumlarının oluştuğu ve üniversitelerin öğrenim merkezleri haline geldiği yaklaşık 13. yüzyıla kadar uzanır. Yeni doğan burjuvazinin, egemen feodal düzen karşısında haklarını savunmak için mücadele ettiği bu dönem, kapitalizmin embriyon evresidir. Kapitalist yükselişin asıl dönemi, Protestan Reformasyonuyla, Rönesansla, Amerika’nın keşfiyle ve 17. ve 18. yüzyıllardaki merkantil kapitalizm dönemiyle başlar. Bu noktadan itibaren, ekonomik gelişme grafiği, sürekli yukarı doğru bir eğilim gösterir. Kapitalizmin bu doğuş dönemi devrimlerle bezenmiştir: 16. yüzyılda Hollanda devrimi ve Almanya’da Köylü Savaşı; 17. yüzyılda İngiliz devrimi ve 18. yüzyıl sonunda Fransız devrimi. Buhar makinesinin icadı ve sanayi devrimi, fırtınalı bir ekonomik büyüme dönemine ve kapitalizmin Avrupa’ya ve dünyanın dört bir tarafına yayılmasına önayak olur. Yaşanan savaşlar eşliğinde Avrupa’da ulusal devletlerin doğması, kapitalizmin pekişmesini ve dünyanın ana kapitalist güçler arasında paylaşılmasını –emperyalizmin gelişmesiyle sonuçlanan– temsil eder. Emperyalist güçler arasındaki çelişkiler, nihayet Birinci Dünya Savaşıyla sonuçlandı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme ilişkin en üstünkörü çalışma bile, her bir dönemi şekillendiren ekonomik ve ekonomik olmayan faktörler arasındaki karşılıklı ilişkiyi gösterecektir. Tüm 1789-1815 dönemi, Fransız devrimince ve onun sonucu olan Napolyon savaşlarınca biçimlendirilmişti. Bu olayların, Napolyon’un Kıta Sisteminden ve neticesinde Avrupa’nın İngiliz donanması tarafından kuşatılmasından doğan derin ekonomik etkileri olmuştu. Bu olaylar Amerika ve Asya’da da yankı uyandırmıştı. Ancak aşağı yukarı 1820’de durum değişerek ticaretin normal akışı sağlandı ve bu, Britanya’daki sanayi devrimiyle karakterize olan teknolojik ilerlemeyle birlikte, çok daha büyük bir ekonomik büyümeye zemin hazırladı. 1820-70 genişlemesinin en büyük kısmı, dünya üretimindeki büyümenin %63’ünden sorumlu olan Avrupa’da, özellikle de Britanya, Almanya, Belçika ve Hollanda’da meydana geldi. Fakat Avrupa dışında büyüme çok yetersizdi. Dünya pazarı çağı, henüz ufukta belirmemişti. Britanya’nın her alanda ezici bir üstünlüğü vardı. Onun sınai gücü, köylülüğün zayıflamasında ve sanayi proletaryasının yükselişinde yansımasını buluyordu. 1870’te Britanya’daki çiftlik sektörü nüfusun yalnızca dörtte birini istihdam ediyordu.
Maddison, eldeki delillerden hareketle, büyümenin 1870’ten sonra daha da hızlandığı sonucuna varıyor. Burada da yeni dönemin işaretçisi savaş ve devrimdir (Fransa-Prusya savaşı ve Paris Komünü). Denkleme yeni dahil olan belirleyici unsur, Britanya’nın sınai güç tekelini kaybetmesi ve Almanya ile ABD’nin yükselişidir (Amerikan İç Savaşı sonucunda köleci devletlerin ortadan kalkması ve aynı şekilde savaş sayesinde ulaşılan Almanya’nın birliği). Bu dönem aynı zamanda sanayi devrimlerindeki yeni bir aşamayla karakterize olmaktadır. Söz konusu devrimler, temelde demir yollarına, ama bunun yanı sıra iletişimin gelişmesinde ve tüm dünyanın tek bir kapitalist dünya pazarında birleşmesinde güçlü bir etkisi olan diğer icatlara (buharlı gemiler ve telgraf) ilişkindir.
Dünya ticaretindeki bu genişlemenin, Marx’ın önceden tahmin ettiği gibi, bu yükselişteki kilit faktörlerden biri olduğu açıktır. Kapitalizm yeni pazarlar açarak kendine çok daha geniş bir hareket sahası yarattı. 18. yüzyılda korumacılık geçerli ilkeydi. Kıta Sisteminde ve Napolyon dönemindeki Avrupa ablukasında, bu doruk noktasına ulaştı. Fakat Britanya’da sınai kapitalizminin yükselişi ve yeni pazarlara duyulan talep herşeyi değiştirdi. Kapitalist gelişmenin ilk dönemlerinde, sanayi henüz gelişmemişken, tüm kapitalist devletlerin korumacı olduğu unutulmamalıdır. Bu devletler ancak, sanayileri iç pazarın olanaklarının dar geldiği noktaya dek geliştiğinde, serbest ticareti savunmaya başladılar. Aşikâr nedenlerden ötürü, bu yola ilk giren Britanya oldu. 1846-1860 arasında, Britanya tüm gümrük tarifelerini ve kısıtlamaları kaldırmıştı. Ne var ki bu noktaya kolay gelinmedi; imalatçılar ile Muhafazakâr Partinin temsil ettiği toprak sahiplerinin çıkarları arasında uzun ve sert bir mücadele gerekti. Dahası, diğer kapitalist ülkeler, sanayileri serbest ticaretin soğuk rüzgârına dayanacak güce erişinceye dek korumacı politikaları sürdürdüler. Bu olgu, bugün küreselleşmenin lütuflarını Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın zayıf ekonomilerine dayatmak isteyenlerce sık sık görmezden gelinmektedir.
Bununla birlikte, yaklaşık 1870’te, eski merkantilist ticaret engellerinin çoğu ortadan kalkmıştı. Serbest ticaret politikası, Britanya tarafından, sömürgelerine ve Türkiye, Tayland (Siyam) ve Çin gibi yarı-sömürgelere dayatıldı. Çin’de, İngilizler, top bombardımanıyla cezalandırıp afyon içmeye zorlayarak, Çinlileri serbest ticaretin faydalı olduğuna “ikna ettiler”. Almanya’da, 1834 gümrük birliğiyle (Zollverein), Alman devletleri arasındaki sınırlar kalktı ve 1850’de dışa yönelik Zollverein tarifesinde de indirime gidildi. 1860’ta Cobden-Chevalier Antlaşması, Fransız kotalarını kaldırdı ve gümrük duvarlarını makul bir düzeye çekti. Bunu Fransa’nın, Belçika, Zollverein, İtalya, İsviçre, İspanya ve diğer ülkelerle yaptığı ticari anlaşmalar izledi.
Demiryolları, telgraf, buharlı gemiler ve Süveyş Kanalının açılması, İkinci Dünya Savaşından sonra olduğu gibi, dünya ekonomik büyümesinin motor gücü olan dünya ticaretini canlandırmaya hizmet etti. Bu dönemde dünya ticareti, dünya üretiminden yaklaşık dört kat daha hızlı büyüdü. Bu durum, uluslararası işbölümünün muazzam ölçüde gelişmesine yol açtı. Birinci Dünya Savaşına kadar kapitalizmin temel özelliği olan devasa büyümenin sırrı da burada yatar. Maddison’a göre (diğer “uzun dalga” iktisatçıları buna katılmazlar), ekonomik gelişme grafiği 1870’ten sonra hızla yükselir ve 1913’e kadar kesintilerle devam eder.
Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde bir bütün olarak dünyaya bakıldığında, GSYİH’deki kişi başına artış, tarihteki ikinci en yüksek değerindeydi; bu değer sadece 1948-74 yükselişinde geçilmişti. Yalnızca demiryolları için harcanan para –bugünkü IT boom’u dahil– tarihteki tüm diğer yatırımlardan daha fazlaydı. 36 ülkenin toplam demiryolu uzunluğu 1870-1913 arasında 191 bin kilometreden yaklaşık 1 milyon kilometreye çıktı. Bazı yönlerden, dünya ticaretinin o dönemdeki gelişimi, bugünkü küreselleşme evresinden daha büyüktü. Emek hareketi söz konusu olduğunda bu durum kesinlikle doğrudur. 1870-1913 arasında, 17,5 milyon insanın Avrupa’dan Amerika’ya, Kanada’ya, Avustralya’ya, Arjantin’e vs. akın ettiği büyük ölçekli uluslararası göçler yaşandı. Gezegenin diğer tarafında ise, çok sayıda Hintli ve Çinli, Seylan, Burma, Tayland, Endonezya ve Singapur’a gitti.
Bununla birlikte, bu dönemi düzgün ve kesintisiz bir ilerleme dönemi olarak resmetmek doğru olmaz. Birbirleriyle pazarlar, sömürgeler ve nüfuz alanları için mücadele eden güçlü kapitalist devletlerin gelişmesi, emperyalizm biçiminde –Lenin’in klasik eseri Emperyalizm; Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda çözümlediği, tekelci kapitalizmin en yüksek evresi– yeni çelişkilere yol açtı. Britanya’nın ezici gücü, bir yandan dünyanın geniş bölgelerini kaplayan sömürgeleriyle, diğer yandan güçlü sanayisi ve dış yatırımlarıyla kendini belli ediyordu. Lenin emperyalizmin en temel özelliklerinden birinin sermaye ihracı olduğunu açıklar. Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde, büyük bir yabancı sermaye akışı söz konusuydu, özellikle tasarruflarının neredeyse yarısını dışarı yönlendiren Britanya’dan. Ama Fransa, Amerika ve Almanya, patlamalı sonuçlar doğuracak şekilde hızla yetiştiler ve Britanya’yı sıkıştırdılar. Berlin Antlaşmasıyla (1870) dünya önde gelen Avrupalı güçler arasında resmen paylaşıldı. Fakat eşitsiz gelişmeden kaynaklanan ekonomik ve askeri güçlerdeki kaçınılmaz değişiklikleri hesaba katmayan böyle bir biçimsel bölüşüm, uzun süre devam edemezdi. Bu dönemin sonunda, sadece Britanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Almanya değil, Rusya, İtalya ve ABD de sömürgeler elde ettiler.
1914’ten önce Britanya’nın dış varlıkları GSYİH’sinin bir buçuk katına eşitti; Fransa’nın varlıkları GSYİH’sinden %15 fazlaydı; Almanya’nın varlıkları GSYİH’sinin yaklaşık %40’ına ve Amerika’nınkiyse ancak %10’una eşitti. Bu sayılar, Birinci Dünya Savaşından önce dünyada varolan ekonomik güç dağılımı hakkında oldukça doğru bir fikir verir. Emperyalistler bir süre için sıkıntılı bir birliktelik oluşturabildiler, çünkü dünya ticaret ve üretimindeki genel genişleme hepsine bir şeyler verebiliyordu. Ama dengesizlik uzun süremeyecek kadar büyüktü. Özellikle, sahneye son çıkan Almanya’nın askeri ve sınai gücü, onun –dünya ekonomik gücü olarak– konumuyla hiçbir benzerlik taşımıyordu. Bu çelişkiden kaynaklanan dayanılmaz gerilimler, bir dizi kısmi çatışma ile tırmanarak 1914 yazında kritik noktaya ulaştı.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Uzun “sınıf barışı” döneminin ve reformizmin yanılsamalarının nedeninin, bu uzun yükseliş dönemi olduğuna daha önce değinmiştik. Aynı zamanda İkinci (Sosyalist) Enternasyonal’in milliyetçi-reformist yozlaşmasının nedeni de buydu. Öyle bir yanılsama yaratılmıştı ki, buna göre kapitalizm tüm sorunlarını çözmüş, sınıf mücadelesi sona ermiş, proletarya artık ortadan kalkmıştı vs. vs. Fakat tümüyle farklı bir dönemi müjdeleyen Birinci Dünya Savaşı, sonunda bu dönemi ve tüm yanılsamalarını balon gibi patlattı: fırtınalı ve gerilimli bir dönem, işçilerin pek çok kez iktidarı ele geçirebilecekken önderleri tarafından engellendikleri bir devrim ve karşı-devrim dönemi.
Gördüğümüz gibi, iki savaş arası dönem, 1914 öncesi dönemden son derece farklıdır. Maddison bu dönemi şöyle tanımlıyor: “Bu, savaş, bunalım ve uluslararası misilleme politikalarıyla altüst olan bir çağdı. Hızlı büyüme potansiyeli bir dizi felâket tarafından engellenen kasvetli bir çağdı.” (op.cit, s. 65) Fakat aynı yazara göre, bu dönem o kadar karmaşıktır ki, onu yekpare bir bütün olarak düşünmek yararsız, hatta olanaksızdır. Maddison onu üç ayrı döneme ayırır: 1913-29; 1929-38 ve 1944-49.
Avrupa’nın büyük kısmının harabeye döndüğü, 3,3 milyon Doğu Avrupalının öldüğü bu savaşın etkilerini göz önünde bulundurmadan, ekonomik gelişmeyi dikkate almak mümkün değildir. Maddison’un yorumu şöyledir: “[Avrupa’daki] eski alanın paylaşılması yeni gümrük duvarlarına yol açtı, geleneksel taşımacılığın temellerini altüst etti ve yeni piyasa koşullarına uyumda muazzam sorunlar yarattı. Polonya, üç farklı para biriminden ve mali bölgeden, ulusal bir ekonomi inşa etmek zorunda kaldı.” (age, s. 66) Ve başka bir yerde: “Savaş, pek çok Batı Avrupa ülkesinde GSYİH’nin düşmesine yol açarken, yaşam standartlarında en büyük zararı Belçika, Fransa ve Avusturya gördü. Batı Avrupa, 1913’teki GSYİH’sini 1924’e kadar yakalayamadı; on yıl boyunca, kişi başına üretim, savaş öncesi düzeyin bir hayli altındaydı. Kaynakların büyük bir kısmı, savaş amaçları yüzünden tüketimden ve yatırımdan çekildi. Silahlı kuvvetlerden 5,4 milyon kişi öldü (Almanya’da 2 milyon, Fransa’da 1,3 milyon, Birleşik Krallık’ta 750 bini kişi). Bu kurbanların ailelerinin çektiği ıstırap bir yana, kurtulanların pek çoğu ya yaralanmıştı ya da zehirli gazların kalıcı etkisine maruz kalmıştı.” (age, s. 68)
Ve yine: “Savaşın Batıdaki yıkıcı etkisi, Belçika ve Kuzey Fransa’daki dar bir bölgede yoğunlaşmıştı. Bu iki ülkenin yurtiçi sermaye stoku, önemli ölçüde zarara uğramıştı. Fransa, alacaklarının gecikmesi (en başta Rusya tarafından) ve enflasyon nedeniyle, yurtdışındaki yatırımlarının üçte ikisini kaybetti. Almanya’nın yurtdışındaki daha küçük mal varlığı ya satıldı ya da tazminat olarak bunlara el kondu. Birleşik Krallık ticaret filosu ağır kayıplara uğradı. Britanya’nın yurtdışı varlığı savaştan pek etkilenmedi.” (age, s. 68)
1920-21 çöküşünü izleyen geçici boom, şu andaki boom ile pek çok benzerlikler göstermekteydi. Bu boom güzel günlerin sonsuza dek süreceği hayalini yerle bir eden 1929 derin çöküşüyle sona erdi. Bunu izleyen bunalımın etkileri, savaşın yarattığı yıkımdan çok daha büyüktü. Maddison şöyle yazar: “Uluslararası ekonomik düzen ve iç iktisadi politikanın özlemleri, bunalımdan çok güçlü bir biçimde etkilenmişti. Bir çok ülke altın standardı sistemini kaldırdı. Uluslararası sermaye piyasası çöktü ve liberal ticaret düzeni yıkıldı. Birleşik Devletler, 1929-30’daki Smoot-Hawley gümrük yasalarıyla talihsiz bir örnek oluşturdu. Bu her yerde bir misilleme dalgasını ateşledi. Britanya 1932’de, çok taraflılık ilkesini fesheden imparatorluk önceliklerini yürürlüğe soktu. Fransa, Japonya ve Hollanda, kendi imparatorluklarında benzer taktikler izlediler. Almanya’nın başı çektiği ticaret ve döviz kotaları daha da beterdi. Bu kotalar, Fransa, İtalya, Japonya, Hollanda, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da da belli ölçülerde kopyalandı. Dünya ticaret hacmi yüzde 25’ten fazla düştü ve 1929’daki doruk noktasına 1950 yılına kadar ulaşılamadı. Borçların ödenmemesi ve tazminat anlaşmalarının yaygın biçimde ihlâl edilmesi, Avrupa’dan Birleşik Devletlere büyük bir sermaye kaçışına yol açtı.”
Çöküşü 1930’larda derin bir bunalıma çeviren şey, korumacı (uluslararası misilleme) politikalar ve rekabet amaçlı devalüasyonlar sonucu, dünya ticaretinin keskin bir şekilde daralmasıydı. İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemden radikal biçimde farklı bir nitelik veren de budur. Fakat bu dönemde dahi boom-çöküş çevrimi işlemeye devam etti. Böylelikle, 1938’de ABD ekonomisi çöküşten çıkmaya başladı. Ancak durumu tamamen değiştirip yeni bir tarihsel döneme geçişin işaretçisi olan olay, İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiydi. Dünya kapitalizminin dayanılmaz çelişkilerinden kaynaklanan savaş, en az 55 milyon (27 milyonu SSCB’de) cana mal oldu, üretici güçlerin kitlesel yıkımına yol açtı ve insan ırkını barbarlığın eşiğine getirdi. Belçika, Fransa, İtalya ve Hollanda korkunç zarar gördü. Britanya da yoğun bir bombardımana maruz kaldı. Ama bunlar SSCB, Doğu Avrupa, Yugoslavya ve Almanya’daki üretici güçlerin feci yıkımı ile kıyaslandığında hiçbir şey değildi.
Ne var ki, salt iktisadi bakımdan, savaş bir itki görevi gördü. Engels, uzun süre önce, savaş zamanlarında kapitalist sistemin normal işleyişinin geçici olarak askıya alındığını açıklamıştı. “Serbest piyasa ekonomisi”nin savunucularına son bir söz daha: ciddi bir tehditle yüz yüze kalıp ölüm kalım savaşına girdiklerinde, İngiliz ve Amerikan egemen sınıfları işleri piyasanın “görünmeyen eli”ne bırakmadılar. Aksine. Merkezileşmeye, kamulaştırmaya ve hatta kısmi planlama tedbirlerine başvurdular. Kuşkusuz kapitalizm temelinde tam bir planlama mümkün değildir. Ama şu sorulmalıdır: Neden böyle yaptılar? Cevap bellidir: çünkü bu daha iyi sonuçlar verir. Rakamlar konuyu daha iyi açıklar. Bu dönemde ABD üretimi, yıllık %13 büyüme oranına ulaşarak neredeyse iki katına çıktı. Kullanılmayan tüm kapasite (kullanılmıyordu, çünkü kapitalistler açısından kârlı değildi) savaşa tahsis edildi.
Savaşın (en azından Avrupa’da) temel sorunu, Versailles Antlaşmasının koşulları altında, Britanya ve Fransa tarafından ekonomik gücü boğulan ve kuşatılan Almanya’nın durumuydu. Hitler’in planı, zor yoluyla, Almanya’nın çıkarlarına göre dünyanın yeniden paylaşılmasını sağlamaktı. Bu da, eski emperyalist güçler olan Britanya ve Fransa ile ve de her şeyden önce Sovyetler Birliği ile bir ölüm kalım mücadelesine girmek anlamına geliyordu. Doğu Almanya’nın ve Ukrayna’nın köleleştirilmesi bu planın merkezinde yer alıyordu. Bu da SSCB’yi ezip parçalara ayırmaksızın mümkün olamazdı. Gerisi bu emperyalist Alman egemenliği hayalinin basit bir ifadesinden ibaretti. Tüm ırkçı hezeyanlarıyla ve ulusal üstünlük hayalleriyle Nazizm, emperyalizmin damıtılmış özüydü sadece. Bu öz, sisli bir ortaçağ büyüsüne ve mistizmine bürünmüştü ve kapitalizmin krizi sonucu ekonomik yıkımla karşı karşıya kalıp çılgına dönmüş küçük-burjuvaların zihniyetine hitap eden bir dilde sunuluyordu.
Savaş sırasında Hitler, sonunda Alman emperyalizminin eski rüyasını gerçekleştirdi: Avrupa’yı Almanya’nın kontrolünde yeniden örgütlemek. Reich, Avrupa’nın tüm sanayi ve zenginliklerini barındıran geniş toprakları ve Britanya’yla Fransa’nın güçlerini kolayca yenilgiye uğratan güçlü bir askeri rejimi kontrolünde tutuyordu. Yine de Hitler, askeri tarihin gördüğü en korkunç savaşta Sovyetler Birliği’ne yenildi. Sovyetler Birliği’nin savaştaki zaferi ve Avrupa’nın iki karşıt kampa ayrılması, dünyanın durumunu tamamen değiştirdi ve Britanya ve ABD’nin hesaplarını altüst etti. Bu, yıkımın derecesi Avrupa’da ve dünyanın diğer bölgelerinde (Çin, Japonya, vs.) daha korkunç olmasına rağmen, sonucun Birinci Dünya Savaşından tamamen farklı olduğu anlamına geliyordu. Müttefikler, çoğu Almanya’ya olmak üzere, Avrupa kıtasına iki milyon ton bomba atmışlardı. Avrupa’nın sermaye stoku harabeye dönmüştü. SSCB ve Doğu Avrupa’daki durum daha da kötüydü. Denizaltılar ticari filonun büyük kısmını batırmıştı ve çiftlik hayvanları büyük ölçüde katledilmişti. Dahası Britanya, ABD’ye ve Commonwealth’e ağır bir şekilde borçlanmıştı.
Avrupa’da çok daha küçük bir yıkım olmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı uzun bir ekonomik bunalım dönemine yol açmıştı. Neden 1945’ten sonra da aynı şey olmadı? Bir uzun dalganın ilâhi takdiri miydi bu? Hiç de değil. ABD’nin ekonomik nedenlerle değil, devrim ve “komünizm” korkusuyla Avrupa’ya verdiği Marshall Yardımının bir sonucuydu. Savaş sonrası anlaşmanın ve onu takip eden ekonomik yükselişin temelinde (daha önce açıkladığımız nedenler), ekonomik sebepler değil, politik, askeri, stratejik ve diplomatik sebepler yatıyordu. Paradoksal biçimde, savaşın sona ermesi ABD’de ilk başta keskin bir üretim düşüşüne yol açtı. Savaş ekonomisi terk edilip ordu dağıtılınca, 1944-1947 arasında GSYİH dörtte bir oranında düştü. Durum ancak, Marshall Yardımının neden olduğu dünya boom’uyla, Avrupa’nın yeniden inşasının yarattığı boom’la ve sonradan Kore savaşı boom’uyla değişti. Dünya üretimine ve her şeyden önce, daha önce belirttiğimiz gibi 1974’e kadar süren savaş sonrası yükselişin esas motor gücü olan dünya ticaretine ilk ivmeyi veren şey, bunlar olmuştur.
İkinci Dünya Savaşını takip eden yaklaşık otuz yıl boyunca, dünya kapitalizmi, ileri kapitalist ülkelerde üretkenliğin, ücretlerin ve yaşam standardının hızla artması eşliğinde, uzun süren, sürekli ve muazzam bir büyüme dönemi –belki son defalığına– yaşadı. Savaş sonrası dönemde, sınıflar arası ve ulus-devletler arası ilişkilerdeki göreli istikrarın nesnel temeli budur. Bu dönemde, o güne dek veya o günden beri görülmeyen olağanüstü sonuçlar elde edildi. ABD’de emek üretkenliği, 1870-1913 yükselişindeki %1,9’la kıyaslandığında, her yıl sabit bir şekilde %2,5 arttı. Amerika’nın büyüme oranı, Britanya’nın 1820’yi izleyen yüzyıldaki büyüme oranının iki katıydı.
Bunlar çok etkileyici sonuçlardır. Üstelik, ekonomik ilerleme oranını daha geniş bir dönem için alırsak, Marx ve Engels’in, kapitalizmin üretici güçleri geliştirmedeki ve böylece insan toplumu için daha yüksek bir düzenin temelini döşemedeki gerçekten devrimce rolü üzerine yazdıklarının harfiyen doğru olduğunu görürüz. 1913-1950 dönemini alırsak, Amerika’daki toplam faktör verimliliğinin yılda %1,6, yani 1870-1913 dönemindekinden beş kat hızlı büyüdüğünü görürüz. Ama bu ilerleme oranı, 1950-74 yükselişinde daha da arttı. Sonra geri çekildi ve neredeyse 20 yıllık bir duraklama dönemine girildi.
Gördüğümüz gibi, iki savaş arası dönem, 1914 öncesi dönemden son derece farklıdır. Maddison bu dönemi şöyle tanımlıyor: “Bu, savaş, bunalım ve uluslararası misilleme politikalarıyla altüst olan bir çağdı. Hızlı büyüme potansiyeli bir dizi felâket tarafından engellenen kasvetli bir çağdı.” (op.cit, s. 65) Fakat aynı yazara göre, bu dönem o kadar karmaşıktır ki, onu yekpare bir bütün olarak düşünmek yararsız, hatta olanaksızdır. Maddison onu üç ayrı döneme ayırır: 1913-29; 1929-38 ve 1944-49.
Avrupa’nın büyük kısmının harabeye döndüğü, 3,3 milyon Doğu Avrupalının öldüğü bu savaşın etkilerini göz önünde bulundurmadan, ekonomik gelişmeyi dikkate almak mümkün değildir. Maddison’un yorumu şöyledir: “[Avrupa’daki] eski alanın paylaşılması yeni gümrük duvarlarına yol açtı, geleneksel taşımacılığın temellerini altüst etti ve yeni piyasa koşullarına uyumda muazzam sorunlar yarattı. Polonya, üç farklı para biriminden ve mali bölgeden, ulusal bir ekonomi inşa etmek zorunda kaldı.” (age, s. 66) Ve başka bir yerde: “Savaş, pek çok Batı Avrupa ülkesinde GSYİH’nin düşmesine yol açarken, yaşam standartlarında en büyük zararı Belçika, Fransa ve Avusturya gördü. Batı Avrupa, 1913’teki GSYİH’sini 1924’e kadar yakalayamadı; on yıl boyunca, kişi başına üretim, savaş öncesi düzeyin bir hayli altındaydı. Kaynakların büyük bir kısmı, savaş amaçları yüzünden tüketimden ve yatırımdan çekildi. Silahlı kuvvetlerden 5,4 milyon kişi öldü (Almanya’da 2 milyon, Fransa’da 1,3 milyon, Birleşik Krallık’ta 750 bini kişi). Bu kurbanların ailelerinin çektiği ıstırap bir yana, kurtulanların pek çoğu ya yaralanmıştı ya da zehirli gazların kalıcı etkisine maruz kalmıştı.” (age, s. 68)
Ve yine: “Savaşın Batıdaki yıkıcı etkisi, Belçika ve Kuzey Fransa’daki dar bir bölgede yoğunlaşmıştı. Bu iki ülkenin yurtiçi sermaye stoku, önemli ölçüde zarara uğramıştı. Fransa, alacaklarının gecikmesi (en başta Rusya tarafından) ve enflasyon nedeniyle, yurtdışındaki yatırımlarının üçte ikisini kaybetti. Almanya’nın yurtdışındaki daha küçük mal varlığı ya satıldı ya da tazminat olarak bunlara el kondu. Birleşik Krallık ticaret filosu ağır kayıplara uğradı. Britanya’nın yurtdışı varlığı savaştan pek etkilenmedi.” (age, s. 68)
1920-21 çöküşünü izleyen geçici boom, şu andaki boom ile pek çok benzerlikler göstermekteydi. Bu boom güzel günlerin sonsuza dek süreceği hayalini yerle bir eden 1929 derin çöküşüyle sona erdi. Bunu izleyen bunalımın etkileri, savaşın yarattığı yıkımdan çok daha büyüktü. Maddison şöyle yazar: “Uluslararası ekonomik düzen ve iç iktisadi politikanın özlemleri, bunalımdan çok güçlü bir biçimde etkilenmişti. Bir çok ülke altın standardı sistemini kaldırdı. Uluslararası sermaye piyasası çöktü ve liberal ticaret düzeni yıkıldı. Birleşik Devletler, 1929-30’daki Smoot-Hawley gümrük yasalarıyla talihsiz bir örnek oluşturdu. Bu her yerde bir misilleme dalgasını ateşledi. Britanya 1932’de, çok taraflılık ilkesini fesheden imparatorluk önceliklerini yürürlüğe soktu. Fransa, Japonya ve Hollanda, kendi imparatorluklarında benzer taktikler izlediler. Almanya’nın başı çektiği ticaret ve döviz kotaları daha da beterdi. Bu kotalar, Fransa, İtalya, Japonya, Hollanda, Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da da belli ölçülerde kopyalandı. Dünya ticaret hacmi yüzde 25’ten fazla düştü ve 1929’daki doruk noktasına 1950 yılına kadar ulaşılamadı. Borçların ödenmemesi ve tazminat anlaşmalarının yaygın biçimde ihlâl edilmesi, Avrupa’dan Birleşik Devletlere büyük bir sermaye kaçışına yol açtı.”
Çöküşü 1930’larda derin bir bunalıma çeviren şey, korumacı (uluslararası misilleme) politikalar ve rekabet amaçlı devalüasyonlar sonucu, dünya ticaretinin keskin bir şekilde daralmasıydı. İkinci Dünya Savaşı öncesi döneme Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemden radikal biçimde farklı bir nitelik veren de budur. Fakat bu dönemde dahi boom-çöküş çevrimi işlemeye devam etti. Böylelikle, 1938’de ABD ekonomisi çöküşten çıkmaya başladı. Ancak durumu tamamen değiştirip yeni bir tarihsel döneme geçişin işaretçisi olan olay, İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiydi. Dünya kapitalizminin dayanılmaz çelişkilerinden kaynaklanan savaş, en az 55 milyon (27 milyonu SSCB’de) cana mal oldu, üretici güçlerin kitlesel yıkımına yol açtı ve insan ırkını barbarlığın eşiğine getirdi. Belçika, Fransa, İtalya ve Hollanda korkunç zarar gördü. Britanya da yoğun bir bombardımana maruz kaldı. Ama bunlar SSCB, Doğu Avrupa, Yugoslavya ve Almanya’daki üretici güçlerin feci yıkımı ile kıyaslandığında hiçbir şey değildi.
Ne var ki, salt iktisadi bakımdan, savaş bir itki görevi gördü. Engels, uzun süre önce, savaş zamanlarında kapitalist sistemin normal işleyişinin geçici olarak askıya alındığını açıklamıştı. “Serbest piyasa ekonomisi”nin savunucularına son bir söz daha: ciddi bir tehditle yüz yüze kalıp ölüm kalım savaşına girdiklerinde, İngiliz ve Amerikan egemen sınıfları işleri piyasanın “görünmeyen eli”ne bırakmadılar. Aksine. Merkezileşmeye, kamulaştırmaya ve hatta kısmi planlama tedbirlerine başvurdular. Kuşkusuz kapitalizm temelinde tam bir planlama mümkün değildir. Ama şu sorulmalıdır: Neden böyle yaptılar? Cevap bellidir: çünkü bu daha iyi sonuçlar verir. Rakamlar konuyu daha iyi açıklar. Bu dönemde ABD üretimi, yıllık %13 büyüme oranına ulaşarak neredeyse iki katına çıktı. Kullanılmayan tüm kapasite (kullanılmıyordu, çünkü kapitalistler açısından kârlı değildi) savaşa tahsis edildi.
Savaşın (en azından Avrupa’da) temel sorunu, Versailles Antlaşmasının koşulları altında, Britanya ve Fransa tarafından ekonomik gücü boğulan ve kuşatılan Almanya’nın durumuydu. Hitler’in planı, zor yoluyla, Almanya’nın çıkarlarına göre dünyanın yeniden paylaşılmasını sağlamaktı. Bu da, eski emperyalist güçler olan Britanya ve Fransa ile ve de her şeyden önce Sovyetler Birliği ile bir ölüm kalım mücadelesine girmek anlamına geliyordu. Doğu Almanya’nın ve Ukrayna’nın köleleştirilmesi bu planın merkezinde yer alıyordu. Bu da SSCB’yi ezip parçalara ayırmaksızın mümkün olamazdı. Gerisi bu emperyalist Alman egemenliği hayalinin basit bir ifadesinden ibaretti. Tüm ırkçı hezeyanlarıyla ve ulusal üstünlük hayalleriyle Nazizm, emperyalizmin damıtılmış özüydü sadece. Bu öz, sisli bir ortaçağ büyüsüne ve mistizmine bürünmüştü ve kapitalizmin krizi sonucu ekonomik yıkımla karşı karşıya kalıp çılgına dönmüş küçük-burjuvaların zihniyetine hitap eden bir dilde sunuluyordu.
Savaş sırasında Hitler, sonunda Alman emperyalizminin eski rüyasını gerçekleştirdi: Avrupa’yı Almanya’nın kontrolünde yeniden örgütlemek. Reich, Avrupa’nın tüm sanayi ve zenginliklerini barındıran geniş toprakları ve Britanya’yla Fransa’nın güçlerini kolayca yenilgiye uğratan güçlü bir askeri rejimi kontrolünde tutuyordu. Yine de Hitler, askeri tarihin gördüğü en korkunç savaşta Sovyetler Birliği’ne yenildi. Sovyetler Birliği’nin savaştaki zaferi ve Avrupa’nın iki karşıt kampa ayrılması, dünyanın durumunu tamamen değiştirdi ve Britanya ve ABD’nin hesaplarını altüst etti. Bu, yıkımın derecesi Avrupa’da ve dünyanın diğer bölgelerinde (Çin, Japonya, vs.) daha korkunç olmasına rağmen, sonucun Birinci Dünya Savaşından tamamen farklı olduğu anlamına geliyordu. Müttefikler, çoğu Almanya’ya olmak üzere, Avrupa kıtasına iki milyon ton bomba atmışlardı. Avrupa’nın sermaye stoku harabeye dönmüştü. SSCB ve Doğu Avrupa’daki durum daha da kötüydü. Denizaltılar ticari filonun büyük kısmını batırmıştı ve çiftlik hayvanları büyük ölçüde katledilmişti. Dahası Britanya, ABD’ye ve Commonwealth’e ağır bir şekilde borçlanmıştı.
Avrupa’da çok daha küçük bir yıkım olmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı uzun bir ekonomik bunalım dönemine yol açmıştı. Neden 1945’ten sonra da aynı şey olmadı? Bir uzun dalganın ilâhi takdiri miydi bu? Hiç de değil. ABD’nin ekonomik nedenlerle değil, devrim ve “komünizm” korkusuyla Avrupa’ya verdiği Marshall Yardımının bir sonucuydu. Savaş sonrası anlaşmanın ve onu takip eden ekonomik yükselişin temelinde (daha önce açıkladığımız nedenler), ekonomik sebepler değil, politik, askeri, stratejik ve diplomatik sebepler yatıyordu. Paradoksal biçimde, savaşın sona ermesi ABD’de ilk başta keskin bir üretim düşüşüne yol açtı. Savaş ekonomisi terk edilip ordu dağıtılınca, 1944-1947 arasında GSYİH dörtte bir oranında düştü. Durum ancak, Marshall Yardımının neden olduğu dünya boom’uyla, Avrupa’nın yeniden inşasının yarattığı boom’la ve sonradan Kore savaşı boom’uyla değişti. Dünya üretimine ve her şeyden önce, daha önce belirttiğimiz gibi 1974’e kadar süren savaş sonrası yükselişin esas motor gücü olan dünya ticaretine ilk ivmeyi veren şey, bunlar olmuştur.
İkinci Dünya Savaşını takip eden yaklaşık otuz yıl boyunca, dünya kapitalizmi, ileri kapitalist ülkelerde üretkenliğin, ücretlerin ve yaşam standardının hızla artması eşliğinde, uzun süren, sürekli ve muazzam bir büyüme dönemi –belki son defalığına– yaşadı. Savaş sonrası dönemde, sınıflar arası ve ulus-devletler arası ilişkilerdeki göreli istikrarın nesnel temeli budur. Bu dönemde, o güne dek veya o günden beri görülmeyen olağanüstü sonuçlar elde edildi. ABD’de emek üretkenliği, 1870-1913 yükselişindeki %1,9’la kıyaslandığında, her yıl sabit bir şekilde %2,5 arttı. Amerika’nın büyüme oranı, Britanya’nın 1820’yi izleyen yüzyıldaki büyüme oranının iki katıydı.
Bunlar çok etkileyici sonuçlardır. Üstelik, ekonomik ilerleme oranını daha geniş bir dönem için alırsak, Marx ve Engels’in, kapitalizmin üretici güçleri geliştirmedeki ve böylece insan toplumu için daha yüksek bir düzenin temelini döşemedeki gerçekten devrimce rolü üzerine yazdıklarının harfiyen doğru olduğunu görürüz. 1913-1950 dönemini alırsak, Amerika’daki toplam faktör verimliliğinin yılda %1,6, yani 1870-1913 dönemindekinden beş kat hızlı büyüdüğünü görürüz. Ama bu ilerleme oranı, 1950-74 yükselişinde daha da arttı. Sonra geri çekildi ve neredeyse 20 yıllık bir duraklama dönemine girildi.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Kapitalist Düşüş Çağı
Kapitalizmin gelişimi, fiziksel süreçlerin sadece birbirini yinelediği kapalı bir sisteme benzemeyip, gerçek bir evrimdir. Tıpkı bir insanın yaşamında yinelenmeyen belirli evreler görebildiğimiz gibi, benzer evreleri farklı tarihsel sistemlerin yaşamında da görebiliriz. Roma cumhuriyeti fetih savaşlarıyla damgalanan güçlü bir genişleme evresine girmişti. Roma’nın en güçlü rakibinin yıkımına yol açan Kartaca Savaşlarının sona ermesi, belki de dönüm noktasının başlangıcıydı. Bunu, daha sonraki cumhuriyette, Augustus’tan başlayarak imparatorların egemenliğinin dayatılmasına yol açan büyük bir istikrarsızlık ve iç savaşlar dönemi izledi. İmparatorluk bunu izleyen otuz yılda gelişiminin tepe noktasına ulaştı ve ardından yaklaşık üç yüzyıl süren uzun bir düşüş dönemine girdi. Ne var ki, bu düşüş düz bir çizgi izlemedi. Toparlanma ve ihtişam dönemleri oldu; ama bunlar sadece daha fazla gerileme ve çöküşe zemin hazırladı. Batı Avrupa’da feodalizmin gelişme çizgisiyle, imparatorların yerini alan mutlak monarşilerle bazı paralellikler kurulabilir.
Şüphesiz, her sosyoekonomik sistemin kendine has özellikleri vardır ve süreç hepsinde aynı yolu izlemez. Köleci toplumun gelişimine hükmeden kurallar, feodalizme hükmedenlerle aynı değildir. Ve kapitalizm, her ikisininkinden de kökten farklı yasalara sahiptir. Ama mesele bu değil. Mesele toplumsal gelişmenin, basit bir kapalı sistemin sürekli yinelenen çevrimler şeklindeki işleyişine göre ilerlemediğidir. Bunun mümkün tek istisnası, Marx’ın Asyatik üretim tarzı dediği şey olabilir. Bu üretim tarzının birinci yasası, antik Çin’de olduğu gibi, üretimde çok düşük bir gelişme düzeyine dayanan (tam olarak geçimlik bir tarım ekonomisi) ve bundan beslenen devasa bir devlet bürokrasisinin olduğu bir tür değişmez monotonluktur. Fakat kapitalizm böyle bir sistemle asla karşılaştırılamaz!
300 sene önceki başlangıcından bu yana, kapitalist sistem üretici güçleri geliştirmede çok devrimci bir rol oynamıştır. Onun en parlak dönemi, sanayiyi, bilimi ve teknolojiyi eşi görülmedik oranda geliştirmekte görece ilerici bir rol oynadığı 19. yüzyıldı. Ama 20. yüzyılın ilk onyıllarında çoktan sınırlarına ulaşmıştı. İki dünya savaşı ve savaşlar arasındaki kriz ve bunalım dönemi, üretici güçlerin artık özel mülkiyetin ve ulus devletin dar sınırlarını aştığının en canlı örneğiydi. Ekim devrimi bu açık çelişkinin nasıl çözüleceğini gösterdi. 1917’den sonra pek çok kez, işçi sınıfı sosyalist devrimi bir ülkeden diğerine taşımaya çalıştı, ama her seferinde kitlesel işçi örgütlerinin önderleri tarafından engellendi. O zamanlar Komünist Enternasyonal’de yürütülen tartışmalarda, Lenin ve Troçki, işçi sınıfı iktidarı ele geçirmediği takdirde kapitalizmin yeni bir yükseliş dönemi yaşayabileceği ihtimalini teorik olarak dışlamamak gerektiğini ileri sürdüler. Ve İkinci Dünya Savaşından sonra gerçekten öyle oldu.
Temel sorun, savaş sonrası yükselişin doğasıdır. Bu yükseliş yeni bir kapitalist uyanış dönemini mi simgeliyordu? Yoksa kapitalizmin dünyanın sonuna dek refahla bunalım arasında ileri geri salınmaya yazgılı olduğunu mu kanıtlıyordu? Ya da bu yeni ve daha korkunç düşüşlere zemin hazırlayan geçici bir soluklanma molası mıydı? Marksist bakış açısından, kapitalist sistem dünya ölçeğinde ilerici bir rol oynamaya uzun süre önce son vermişti. Açmazı en iyi yansıtan şey, bir boom döneminde dahi (bugün yaşadığımız gibi), dünyadaki işsizlerin ve eksik istihdam edilenlerin sayısının Birleşmiş Milletler’in hesabına göre 1 milyardan az olmamasıdır.
Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın geri kapitalist ülkelerindeki sefalet, tüm dünyanın geleceğini göstermektedir. Boom’un tepe noktasında bile bu ülkeler, yoksulluk, borç, açlık ve cehalet batağına saplanmışlardır. Boom’un hızlı büyümeye yol açtığı bu az gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi, kitlelerin yaşam standartları yükselmemiş, aksine düşmüştür. Eşitsizlikte muazzam bir artış olmuş, bu da sınıf çatışmasında keskin bir artışı getirmiştir. Peru’nun büyüme oranı 1998’de sadece %0,3 iken 1999’un ilk dokuz ayında %2,1’e yükseldi. Bu büyüme Latin Amerika’nın geri kalanından daha hızlıdır. Fakat Business Week’e (29.11.99) göre, “Pek çok Perulu için, pozitif GSYİH rakamları, derin bir durgunluk içinde olunduğu görüntüsüne ve hissine ters düşüyor, ve iş çevreleri devletin verdiği rakamların doğruluğunu sorguluyorlar.” Tüm bunlar gösteriyor ki kapitalizm uzun bir süredir çok farklı şekillerde kendini gösteren uzun dönemli bir düşüşe girmiştir.
Dünya ilişkilerinde bu göreli istikrarı doğuran şey –dünyanın ABD emperyalizmi ile SSCB arasında paylaşılmasıyla birlikte– 1945 sonrası yaşanan uzun ekonomik yükseliş dönemi idi. Kapitalizmin ömrünün uzunluğu ve en azından Batıdaki istikrarı, kendini sürekli yükselen hayat standartları ile açığa vuran ekonomik sonuçlarda doğrulanıyordu. Savaş sonrası yükselişin 1948’den 1974’e kadar süren altın çağında, kişi başına düşen dünya GSYİH’si yılda %2,9 büyümüştü. Dünya GSYİH’si yılda %4,9, dünya ihracatı ise yılda %7 yükselmişti. Bu sonuçlara dayanarak, kapitalistler işçi sınıfına daha yüksek ücret, daha iyi sağlık güvencesi, emekli aylığı, eğitim ve konut biçiminde tavizler verebildiler.
Fakat şimdi herşey değişti. ABD’deki mevcut boom’a rağmen, çoğu kapitalist ülke yılda 2-3’lük büyüme oranını büyük bir başarı olarak görüyor. Ve bu büyüme asla yaşam standartlarına, sağlık, eğitim ve kültüre, otomatik bir yükselme olarak yansımıyor. Tam tersine. İleri kapitalist ülkelerde bile hükümetler kamu harcamalarını kısıyor. Reform yerine karşı-reform yapılıyor. İşçilerin koşulları, çalışma saatleri açısından, güvenlik ve işçi hakları açısından sürekli bir kötüleşmeye maruz kalıyor. Ve tüm bunlar Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki kitlelerin içinde yaşadığı kâbus gibi koşullar ile kıyaslandığında hiçbir şeydir.
Bu can çekişmenin uzaması, insan kültürü ve uygarlığını ve hatta bizzat insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Türümüzün varlığı için tehdit oluşturabilecek teknolojilerin (biyolojik ve kimyasal silahlar, genetik mühendisliği, nükleer güç, vs.) sorumsuz çokuluslu şirketlerin ellerinde olması; gezegenin açgözlü tekeller tarafından yağmalanması; kâr adına çevrenin –soluduğumuz hava, yediğimiz yiyecek, içtiğimiz su– berbat edilmesi ve geniş çaplı yıkımı; emperyalizmin birbiri ardına savaş kışkırtan dizginlenemeyen faaliyetleri. Tüm bu olgular birlikte ele alındığında, sadece gereğinden fazla yaşamış olan bir sosyoekonomik sistemin geleceği için değil, gezegenimizin geleceği için de soru işaretleri yaratmaktadır.
Bu uzun vadeli düşüş ve çöküş, şu anda yaşadığımız türden boom dönemlerini ihtimal dışı bırakmaz. Marksistler, boom-çöküş çevrimin kapitalizmin bir iç özelliği olduğunun ve beşikten mezara kadar ona eşlik edeceğinin daima bilincindedirler. En derin çöküşü bile bir toparlanma izleyecektir. Ama içinde yaşadığımız çağın toparlanmaları, geçmiştekilere benzemeyecektir. İkinci Dünya Savaşını izleyen yükseliş istisnaiydi ve kapitalist sistem muhtemelen son kez böyle dinamik bir büyüme yaşıyordu. Ama bu çok özgün koşulların bir araya gelmesiyle olmuştur. Her ihtimalde, böyle bir bileşim bir daha doğmayacaktır.
Savaş sonrasının uzun yükseliş dönemi, 1973-74’te, savaştan sonraki ilk ciddi durgunlukla son buldu. 1970’ler bir devrim dönemiydi. Yunanistan’da Albaylar Cuntasının yıkılmasıyla ve 1974-75 Portekiz devrimiyle, Avrupa’da bir devrimci hareket başladı. Sadece Yunanistan ve Portekiz değil, İtalya, İspanya, Fransa, Kıbrıs ve Britanya da devrimci dalgaya kapılmıştı. Bu durum proletaryanın kitle örgütlerini de etkiledi. Savaştan beri ilk kez, birbiri ardına tüm ülkelerde kitlesel sol reformist ve yarı-merkezci akımlar beliriyordu. İspanya, Yunanistan, İtalya ve Fransa’daki sosyalist partilerin önderleri Marksizmden söz etmeye başladılar. Portekiz’de Mario Soares proletarya diktatörlüğünü telâffuz etti ve sosyalist La Republica gazetesi Troçki’nin makalelerini bastı. Britanya’da İşçi Partisinin eski sağ kanadı püskürtülmüş ve partiyi sol kanat ele geçirmişti. Marksist eğilim partinin genç kanadını ele geçirmiş, hatta milletvekilleri bile kazanmıştı. Şüphesiz liderlerin çoğunun sol lafazanlığı, tabandakilerin baskısıyla kabul edilen, pratiğe geçirmeye hiç niyetli olmadıkları bir demagojiydi yalnızca. İktidara yaklaştıkça, önderlerin radikal söylemi daha “devlet adamıvari” ve “gerçekçi” hale geliyordu. Her zaman olduğu gibi, sol reformistler ve merkezciler, bir süre sonra radikal duruşlarını bırakıp, burjuvaziye ve sağ kanada teslim oldular.
Bu dönemde sınıfın en ileri katmanları, devrimci sonuçlar çıkarmaya başlamıştı. İspanya ve İtalya gibi birkaç ülkede, ön-devrimci durumun unsurları açıkça mevcuttu. Portekiz’de işçi sınıfı iktidarı eline almıştı. The Times of London’da “Portekiz’de Kapitalizm Öldü” başlığıyla bir başyazı yayınlamıştı. Kapitalistleri ancak sosyalist ve komünist parti önderlerinin politikaları kurtardı. Ardından 1980’lerin boom’uyla tüm süreç kesintiye uğradı. Bir süreliğine sarkaç sağa savruldu.
Artık niteliksel olarak yeni bir duruma girdik. Uzun yükseliş dönemi geçmişte kaldı. Bu kapitalizmin çökeceği veya hiçbir şekilde gelişme olmadığı anlamına gelmez. Kapitalizmin artık geçmişte yaptığı gibi üretim araçlarını geliştiremeyeceği anlamına gelir. 1974’ten bu yana temel ekonomik göstergeler incelenirse, kapitalist sistemin asla yükseliş dönemindeki büyüme, kârlılık, yatırım ya da istihdam düzeyine tekrar ulaşamadığı açıkça görülür. Bu dünya çapında pek çok etkisi olan belirleyici bir olgudur. Yakın zamana kadar, en gelişmiş kapitalist ülkelerin büyüme oranları çok zayıftı. Yüzde 2-3’lük büyüme oranı artık başarı kabul ediliyor! Bu, yükselme dönemindeki ortalama rakamların yaklaşık yarısıdır. Japonya’nın durumu çok çarpıcıdır. Yükseliş döneminde Japonya, dünya ekonomisinin başlıca motor güçlerinden biriydi, bazen yüzde 10’u geçen yüksek büyüme oranları elde ediyordu. Ne var ki son on yıl boyunca, Japonya hiç büyüme sağlayamadığı bir durgunluğa saplandı.
İleri kapitalist ülkelerin çoğunda kitlesel organik işsizliğin yeniden ortaya çıkması, dönüm noktasına ulaşıldığının göstergesidir. Savaş sonrası yaşanan yükseliş esnasında işsizliğin adı bile duyulmuyordu. Kapitalizmin tarihinde ilk ve son kez tam istihdam sağlanmıştı. Fakat hepsi bu. 1974’ten bu yana, birçok ülkede işsizlik boom’lar sırasında bile yüksek seviyelerdeydi. Bu da kapitalistlerin üretici güçlerin tüm potansiyelinden yararlanamadıklarını ve dolayısıyla kapitalist sistemin toplumun gelişimine direnen gerici bir rol oynadığını gösterir.
Bu, kapitalizmin hiçbir şekilde üretici güçleri geliştirme yeteneği olmadığı anlamına gelmez. Bugünkü gibi boom’larda, belli ülkelerde, belli üretim dallarını sınırlı bir süreliğine geliştirebildiğini görüyoruz. Ama günümüzdeki boom’da bile, Britanya’da yaklaşık bir milyon kişi işsizdir, bu otuz yıl önce akıl almaz bir rakamdı. Aynı durum Fransa, Almanya ve diğer ülkelerin çoğunda da mevcuttur ve hatta bu rakamların gösterdiğinden daha kötüdür, çünkü resmi istatistikler gerçek işsizlik oranını kasten düşük gösterirler. Resmi rakamları kabul edecek olursak, Batı Avrupa’daki işsizlik oranı 1948-74 döneminde sadece %2,4 iken, 1984-93’te %6,8’e çıkmıştır. Fakat Almanya ve Fransa’da son zamana kadar bu oran %10’du. Güney Avrupa’da ortalama %12,2, İspanya’daysa %20’nin üzerindeydi. Avrupa’da boom’un etkisiyle işsizliğin azaldığı doğrudur. Ama buna rağmen, tam istihdam durumu hâlâ uzak bir hayaldir. Yeni kuşak, Fransızların deyimi ile “rezil sözleşmelerle”, çok kötü ücretli işleri kabul etmek zorunda kalıyor. Ve durgunluğun ilk soğuk rüzgârıyla, bu kötü ücretli, güvenilmez işler bile uçup gidecek.
Bugün ABD’de yaşanan boom, bu durumdaki kesin bir değişimi yansıtır görünmektedir. Ama başka bir yerde açıkladığımız gibi, bu uzun soluklu olmayacaktır. Yüzeydeki köpüğün altında türlü türlü çelişkiler birikmektedir. Sermayenin ciddi temsilcileri, her şeyden önce Amerikan ekonomisindeki dengesizliklerden giderek daha fazla endişe duyuyorlar. Durum aslında, 1945 sonrası ekonomik yükselişin başlarından çok 1920’lerdeki boom’u andırmaktadır. Yaşanan boom’un çökmesi, uzun erimli sonuçlarıyla tüm dünyayı etkileyen çalkantılı bir kriz dönemini başlatacaktır.
Bundan kaynaklanacak ekonomik, sosyal ve siyasal sarsıntılardan, sınıf mücadelesi yeniden doğacaktır. Eski kesinlikler ortadan kalkacak ve toplumun varolan durumunun yeni bir sorgulanışı yaygınlaşacaktır. Bir ülkeden diğerine –bir kıtadan diğerine– sosyalist devrim gündeme yerleşecektir. Bunun başarılı olup olmayacağı bir dizi faktörce belirlenecektir; proletarya önderliğinin niteliğiyse –öznel faktör– bunlar arasında hiç de önemsiz bir faktör olmayacaktır. Şu anda bütün enerjimizi sarf etmemiz gereken şey bunun hazırlanmasıdır.
Kapitalizmin gelişimi, fiziksel süreçlerin sadece birbirini yinelediği kapalı bir sisteme benzemeyip, gerçek bir evrimdir. Tıpkı bir insanın yaşamında yinelenmeyen belirli evreler görebildiğimiz gibi, benzer evreleri farklı tarihsel sistemlerin yaşamında da görebiliriz. Roma cumhuriyeti fetih savaşlarıyla damgalanan güçlü bir genişleme evresine girmişti. Roma’nın en güçlü rakibinin yıkımına yol açan Kartaca Savaşlarının sona ermesi, belki de dönüm noktasının başlangıcıydı. Bunu, daha sonraki cumhuriyette, Augustus’tan başlayarak imparatorların egemenliğinin dayatılmasına yol açan büyük bir istikrarsızlık ve iç savaşlar dönemi izledi. İmparatorluk bunu izleyen otuz yılda gelişiminin tepe noktasına ulaştı ve ardından yaklaşık üç yüzyıl süren uzun bir düşüş dönemine girdi. Ne var ki, bu düşüş düz bir çizgi izlemedi. Toparlanma ve ihtişam dönemleri oldu; ama bunlar sadece daha fazla gerileme ve çöküşe zemin hazırladı. Batı Avrupa’da feodalizmin gelişme çizgisiyle, imparatorların yerini alan mutlak monarşilerle bazı paralellikler kurulabilir.
Şüphesiz, her sosyoekonomik sistemin kendine has özellikleri vardır ve süreç hepsinde aynı yolu izlemez. Köleci toplumun gelişimine hükmeden kurallar, feodalizme hükmedenlerle aynı değildir. Ve kapitalizm, her ikisininkinden de kökten farklı yasalara sahiptir. Ama mesele bu değil. Mesele toplumsal gelişmenin, basit bir kapalı sistemin sürekli yinelenen çevrimler şeklindeki işleyişine göre ilerlemediğidir. Bunun mümkün tek istisnası, Marx’ın Asyatik üretim tarzı dediği şey olabilir. Bu üretim tarzının birinci yasası, antik Çin’de olduğu gibi, üretimde çok düşük bir gelişme düzeyine dayanan (tam olarak geçimlik bir tarım ekonomisi) ve bundan beslenen devasa bir devlet bürokrasisinin olduğu bir tür değişmez monotonluktur. Fakat kapitalizm böyle bir sistemle asla karşılaştırılamaz!
300 sene önceki başlangıcından bu yana, kapitalist sistem üretici güçleri geliştirmede çok devrimci bir rol oynamıştır. Onun en parlak dönemi, sanayiyi, bilimi ve teknolojiyi eşi görülmedik oranda geliştirmekte görece ilerici bir rol oynadığı 19. yüzyıldı. Ama 20. yüzyılın ilk onyıllarında çoktan sınırlarına ulaşmıştı. İki dünya savaşı ve savaşlar arasındaki kriz ve bunalım dönemi, üretici güçlerin artık özel mülkiyetin ve ulus devletin dar sınırlarını aştığının en canlı örneğiydi. Ekim devrimi bu açık çelişkinin nasıl çözüleceğini gösterdi. 1917’den sonra pek çok kez, işçi sınıfı sosyalist devrimi bir ülkeden diğerine taşımaya çalıştı, ama her seferinde kitlesel işçi örgütlerinin önderleri tarafından engellendi. O zamanlar Komünist Enternasyonal’de yürütülen tartışmalarda, Lenin ve Troçki, işçi sınıfı iktidarı ele geçirmediği takdirde kapitalizmin yeni bir yükseliş dönemi yaşayabileceği ihtimalini teorik olarak dışlamamak gerektiğini ileri sürdüler. Ve İkinci Dünya Savaşından sonra gerçekten öyle oldu.
Temel sorun, savaş sonrası yükselişin doğasıdır. Bu yükseliş yeni bir kapitalist uyanış dönemini mi simgeliyordu? Yoksa kapitalizmin dünyanın sonuna dek refahla bunalım arasında ileri geri salınmaya yazgılı olduğunu mu kanıtlıyordu? Ya da bu yeni ve daha korkunç düşüşlere zemin hazırlayan geçici bir soluklanma molası mıydı? Marksist bakış açısından, kapitalist sistem dünya ölçeğinde ilerici bir rol oynamaya uzun süre önce son vermişti. Açmazı en iyi yansıtan şey, bir boom döneminde dahi (bugün yaşadığımız gibi), dünyadaki işsizlerin ve eksik istihdam edilenlerin sayısının Birleşmiş Milletler’in hesabına göre 1 milyardan az olmamasıdır.
Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın geri kapitalist ülkelerindeki sefalet, tüm dünyanın geleceğini göstermektedir. Boom’un tepe noktasında bile bu ülkeler, yoksulluk, borç, açlık ve cehalet batağına saplanmışlardır. Boom’un hızlı büyümeye yol açtığı bu az gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi, kitlelerin yaşam standartları yükselmemiş, aksine düşmüştür. Eşitsizlikte muazzam bir artış olmuş, bu da sınıf çatışmasında keskin bir artışı getirmiştir. Peru’nun büyüme oranı 1998’de sadece %0,3 iken 1999’un ilk dokuz ayında %2,1’e yükseldi. Bu büyüme Latin Amerika’nın geri kalanından daha hızlıdır. Fakat Business Week’e (29.11.99) göre, “Pek çok Perulu için, pozitif GSYİH rakamları, derin bir durgunluk içinde olunduğu görüntüsüne ve hissine ters düşüyor, ve iş çevreleri devletin verdiği rakamların doğruluğunu sorguluyorlar.” Tüm bunlar gösteriyor ki kapitalizm uzun bir süredir çok farklı şekillerde kendini gösteren uzun dönemli bir düşüşe girmiştir.
Dünya ilişkilerinde bu göreli istikrarı doğuran şey –dünyanın ABD emperyalizmi ile SSCB arasında paylaşılmasıyla birlikte– 1945 sonrası yaşanan uzun ekonomik yükseliş dönemi idi. Kapitalizmin ömrünün uzunluğu ve en azından Batıdaki istikrarı, kendini sürekli yükselen hayat standartları ile açığa vuran ekonomik sonuçlarda doğrulanıyordu. Savaş sonrası yükselişin 1948’den 1974’e kadar süren altın çağında, kişi başına düşen dünya GSYİH’si yılda %2,9 büyümüştü. Dünya GSYİH’si yılda %4,9, dünya ihracatı ise yılda %7 yükselmişti. Bu sonuçlara dayanarak, kapitalistler işçi sınıfına daha yüksek ücret, daha iyi sağlık güvencesi, emekli aylığı, eğitim ve konut biçiminde tavizler verebildiler.
Fakat şimdi herşey değişti. ABD’deki mevcut boom’a rağmen, çoğu kapitalist ülke yılda 2-3’lük büyüme oranını büyük bir başarı olarak görüyor. Ve bu büyüme asla yaşam standartlarına, sağlık, eğitim ve kültüre, otomatik bir yükselme olarak yansımıyor. Tam tersine. İleri kapitalist ülkelerde bile hükümetler kamu harcamalarını kısıyor. Reform yerine karşı-reform yapılıyor. İşçilerin koşulları, çalışma saatleri açısından, güvenlik ve işçi hakları açısından sürekli bir kötüleşmeye maruz kalıyor. Ve tüm bunlar Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki kitlelerin içinde yaşadığı kâbus gibi koşullar ile kıyaslandığında hiçbir şeydir.
Bu can çekişmenin uzaması, insan kültürü ve uygarlığını ve hatta bizzat insanlığın geleceğini tehdit etmektedir. Türümüzün varlığı için tehdit oluşturabilecek teknolojilerin (biyolojik ve kimyasal silahlar, genetik mühendisliği, nükleer güç, vs.) sorumsuz çokuluslu şirketlerin ellerinde olması; gezegenin açgözlü tekeller tarafından yağmalanması; kâr adına çevrenin –soluduğumuz hava, yediğimiz yiyecek, içtiğimiz su– berbat edilmesi ve geniş çaplı yıkımı; emperyalizmin birbiri ardına savaş kışkırtan dizginlenemeyen faaliyetleri. Tüm bu olgular birlikte ele alındığında, sadece gereğinden fazla yaşamış olan bir sosyoekonomik sistemin geleceği için değil, gezegenimizin geleceği için de soru işaretleri yaratmaktadır.
Bu uzun vadeli düşüş ve çöküş, şu anda yaşadığımız türden boom dönemlerini ihtimal dışı bırakmaz. Marksistler, boom-çöküş çevrimin kapitalizmin bir iç özelliği olduğunun ve beşikten mezara kadar ona eşlik edeceğinin daima bilincindedirler. En derin çöküşü bile bir toparlanma izleyecektir. Ama içinde yaşadığımız çağın toparlanmaları, geçmiştekilere benzemeyecektir. İkinci Dünya Savaşını izleyen yükseliş istisnaiydi ve kapitalist sistem muhtemelen son kez böyle dinamik bir büyüme yaşıyordu. Ama bu çok özgün koşulların bir araya gelmesiyle olmuştur. Her ihtimalde, böyle bir bileşim bir daha doğmayacaktır.
Savaş sonrasının uzun yükseliş dönemi, 1973-74’te, savaştan sonraki ilk ciddi durgunlukla son buldu. 1970’ler bir devrim dönemiydi. Yunanistan’da Albaylar Cuntasının yıkılmasıyla ve 1974-75 Portekiz devrimiyle, Avrupa’da bir devrimci hareket başladı. Sadece Yunanistan ve Portekiz değil, İtalya, İspanya, Fransa, Kıbrıs ve Britanya da devrimci dalgaya kapılmıştı. Bu durum proletaryanın kitle örgütlerini de etkiledi. Savaştan beri ilk kez, birbiri ardına tüm ülkelerde kitlesel sol reformist ve yarı-merkezci akımlar beliriyordu. İspanya, Yunanistan, İtalya ve Fransa’daki sosyalist partilerin önderleri Marksizmden söz etmeye başladılar. Portekiz’de Mario Soares proletarya diktatörlüğünü telâffuz etti ve sosyalist La Republica gazetesi Troçki’nin makalelerini bastı. Britanya’da İşçi Partisinin eski sağ kanadı püskürtülmüş ve partiyi sol kanat ele geçirmişti. Marksist eğilim partinin genç kanadını ele geçirmiş, hatta milletvekilleri bile kazanmıştı. Şüphesiz liderlerin çoğunun sol lafazanlığı, tabandakilerin baskısıyla kabul edilen, pratiğe geçirmeye hiç niyetli olmadıkları bir demagojiydi yalnızca. İktidara yaklaştıkça, önderlerin radikal söylemi daha “devlet adamıvari” ve “gerçekçi” hale geliyordu. Her zaman olduğu gibi, sol reformistler ve merkezciler, bir süre sonra radikal duruşlarını bırakıp, burjuvaziye ve sağ kanada teslim oldular.
Bu dönemde sınıfın en ileri katmanları, devrimci sonuçlar çıkarmaya başlamıştı. İspanya ve İtalya gibi birkaç ülkede, ön-devrimci durumun unsurları açıkça mevcuttu. Portekiz’de işçi sınıfı iktidarı eline almıştı. The Times of London’da “Portekiz’de Kapitalizm Öldü” başlığıyla bir başyazı yayınlamıştı. Kapitalistleri ancak sosyalist ve komünist parti önderlerinin politikaları kurtardı. Ardından 1980’lerin boom’uyla tüm süreç kesintiye uğradı. Bir süreliğine sarkaç sağa savruldu.
Artık niteliksel olarak yeni bir duruma girdik. Uzun yükseliş dönemi geçmişte kaldı. Bu kapitalizmin çökeceği veya hiçbir şekilde gelişme olmadığı anlamına gelmez. Kapitalizmin artık geçmişte yaptığı gibi üretim araçlarını geliştiremeyeceği anlamına gelir. 1974’ten bu yana temel ekonomik göstergeler incelenirse, kapitalist sistemin asla yükseliş dönemindeki büyüme, kârlılık, yatırım ya da istihdam düzeyine tekrar ulaşamadığı açıkça görülür. Bu dünya çapında pek çok etkisi olan belirleyici bir olgudur. Yakın zamana kadar, en gelişmiş kapitalist ülkelerin büyüme oranları çok zayıftı. Yüzde 2-3’lük büyüme oranı artık başarı kabul ediliyor! Bu, yükselme dönemindeki ortalama rakamların yaklaşık yarısıdır. Japonya’nın durumu çok çarpıcıdır. Yükseliş döneminde Japonya, dünya ekonomisinin başlıca motor güçlerinden biriydi, bazen yüzde 10’u geçen yüksek büyüme oranları elde ediyordu. Ne var ki son on yıl boyunca, Japonya hiç büyüme sağlayamadığı bir durgunluğa saplandı.
İleri kapitalist ülkelerin çoğunda kitlesel organik işsizliğin yeniden ortaya çıkması, dönüm noktasına ulaşıldığının göstergesidir. Savaş sonrası yaşanan yükseliş esnasında işsizliğin adı bile duyulmuyordu. Kapitalizmin tarihinde ilk ve son kez tam istihdam sağlanmıştı. Fakat hepsi bu. 1974’ten bu yana, birçok ülkede işsizlik boom’lar sırasında bile yüksek seviyelerdeydi. Bu da kapitalistlerin üretici güçlerin tüm potansiyelinden yararlanamadıklarını ve dolayısıyla kapitalist sistemin toplumun gelişimine direnen gerici bir rol oynadığını gösterir.
Bu, kapitalizmin hiçbir şekilde üretici güçleri geliştirme yeteneği olmadığı anlamına gelmez. Bugünkü gibi boom’larda, belli ülkelerde, belli üretim dallarını sınırlı bir süreliğine geliştirebildiğini görüyoruz. Ama günümüzdeki boom’da bile, Britanya’da yaklaşık bir milyon kişi işsizdir, bu otuz yıl önce akıl almaz bir rakamdı. Aynı durum Fransa, Almanya ve diğer ülkelerin çoğunda da mevcuttur ve hatta bu rakamların gösterdiğinden daha kötüdür, çünkü resmi istatistikler gerçek işsizlik oranını kasten düşük gösterirler. Resmi rakamları kabul edecek olursak, Batı Avrupa’daki işsizlik oranı 1948-74 döneminde sadece %2,4 iken, 1984-93’te %6,8’e çıkmıştır. Fakat Almanya ve Fransa’da son zamana kadar bu oran %10’du. Güney Avrupa’da ortalama %12,2, İspanya’daysa %20’nin üzerindeydi. Avrupa’da boom’un etkisiyle işsizliğin azaldığı doğrudur. Ama buna rağmen, tam istihdam durumu hâlâ uzak bir hayaldir. Yeni kuşak, Fransızların deyimi ile “rezil sözleşmelerle”, çok kötü ücretli işleri kabul etmek zorunda kalıyor. Ve durgunluğun ilk soğuk rüzgârıyla, bu kötü ücretli, güvenilmez işler bile uçup gidecek.
Bugün ABD’de yaşanan boom, bu durumdaki kesin bir değişimi yansıtır görünmektedir. Ama başka bir yerde açıkladığımız gibi, bu uzun soluklu olmayacaktır. Yüzeydeki köpüğün altında türlü türlü çelişkiler birikmektedir. Sermayenin ciddi temsilcileri, her şeyden önce Amerikan ekonomisindeki dengesizliklerden giderek daha fazla endişe duyuyorlar. Durum aslında, 1945 sonrası ekonomik yükselişin başlarından çok 1920’lerdeki boom’u andırmaktadır. Yaşanan boom’un çökmesi, uzun erimli sonuçlarıyla tüm dünyayı etkileyen çalkantılı bir kriz dönemini başlatacaktır.
Bundan kaynaklanacak ekonomik, sosyal ve siyasal sarsıntılardan, sınıf mücadelesi yeniden doğacaktır. Eski kesinlikler ortadan kalkacak ve toplumun varolan durumunun yeni bir sorgulanışı yaygınlaşacaktır. Bir ülkeden diğerine –bir kıtadan diğerine– sosyalist devrim gündeme yerleşecektir. Bunun başarılı olup olmayacağı bir dizi faktörce belirlenecektir; proletarya önderliğinin niteliğiyse –öznel faktör– bunlar arasında hiç de önemsiz bir faktör olmayacaktır. Şu anda bütün enerjimizi sarf etmemiz gereken şey bunun hazırlanmasıdır.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Öznel Faktör
Kapitalizmin Batıdaki ekonomik yükselişi, dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşından sonra kendini kurtarabilmesinin temel nedenlerinden biriydi. Bu olgudan bazı sonuçlar çıkar. Eğer Marksizmin gerçek güçlerinin tüm bir tarihsel dönem boyunca neden gerilediği sorulursa, farklı yanıtlar verilebilir. Ama bu dönem boyunca Marksizmin zayıflığının temel nedeni, bizzat öznel durumda aranmalıdır. Bu uzun yükseliş dönemi yaklaşık olarak 1948’den 1974-75’e kadar sürdü. Nasıl İkinci Dünya Savaşından önceki uzun kapitalist yükseliş dönemi kitlesel işçi örgütlerinde reformist ve milliyetçi yozlaşmalar yarattıysa, dünya kapitalizminin savaş sonrası yükselişi de, tüm tarihsel dönem boyunca gerçek Marksist güçlerin yalıtılmışlığının temel nedeniydi.
Tahmin edilmesi mümkün olmayan bir başka güçlü faktör daha vardı: tüm tarihsel dönem boyunca Stalinizmin güçlenmesi. Stalinizmin Doğu’da, Rusya’da, Doğu Avrupa’da, Romanya’da, Çin’de yarattığı devasa çarpıklıklar, Marksizmin gelişiminin önüne muazzam engeller çıkardı. Bu arada unutmayalım ki, önümüzdeki en büyük engel tam da Stalinizmin kendisiydi, Batıdaki Komünist Partiler işçi sınıfının gelişiminin önünde korkunç bir duvar oluşturuyordu. Çoğu ülkede, radikalleşen her genç, uzun zaman önce devrimci bir rol oynamayı bırakmış olmalarına rağmen, doğrudan Komünist Partilere gidiyordu. Öte yandan sosyalizmin korkunç bir bürokratik ve totaliter karikatürünün var olması, Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’deki işçi kitlelerin uzaklaşmasına hizmet ediyordu.
Ama bu dönem artık kapanmıştır. Stalinizmin çöküşü ve kapitalizm tarafına geçen eski Sovyet bürokrasisinin korkunç ihaneti –İkinci Enternasyonal önderlerinin 1914’te yaptığından çok daha büyük bir ihanet– Stalinizmin gücünün ve etkisinin birbiri ardına tüm ülkelerde yıkılmasına yol açtı. Yarım asırlık bir gecikmeyle, Stalinizmin tarihsel olarak geçici bir sapma olduğu ortaya çıktı. Troçki’nin 1936’da İhanete Uğrayan Devrim’de yaptığı analiz ve öngörüleri tarih parlak bir şekilde haklı çıkardı. Tabandaki komünist işçi ve gençler, gerçek Marksizm-Leninizmin (“Troçkizm”) fikirlerine geçmişte olduğundan çok daha açık durumdalar. Bu gelecek için çok önemli bir olgudur.
Fakat Marksizmin bu kadar uzun bir süre güçsüz kalmasının nedenlerini incelerken, nesnel faktörlere atıfta bulunmak yetmez. Her zaman olduğu gibi öznel faktör çok önemli bir rol oynamıştır. Tüm bir tarihsel dönem boyunca devrimci hareket gerilemişti. Yaşamı boyunca Lev Troçki, Marksizm-Leninizmin gerçek fikirlerini savunarak ve Bolşevizm-Leninizmin dağınık güçlerini en zor koşullarda yeniden toparlayarak olağanüstü bir rol oynadı. Ama Troçki’nin ölümünden sonra, Dördüncü Enternasyonal’in sözde önderleri, bu görevi beceremeyeceklerini ispatladılar. Yapılabilecek her hatayı yaptılar ve ciddi bir temel oluşturamadan Dördüncü Enternasyonal’i yok ettiler. Önemli bir temel oluşturmayı becerdikleri Sri Lanka ve Bolivya gibi birkaç ülkedeyse, herşeyi yüzlerine bulaştırdılar. Bunun hiçbir özrü olamaz. En azından geçmişin kazanımlarını savunmayı beceremeyenler, gelecekte ciddi bir şey kuramazlar. Bugün geriye Troçki’nin fikirlerinin paha biçilmez mirası dışında bir şey kalmamıştır, tüm orijinal gücünü ve canlılığını koruyan bu fikirleri, bizler In Defence of Marxism’de savunmaya devam ediyoruz. Gerçek Marksizmin güçlerini bu temelde tekrar bir araya getirebilir ve diriltebiliriz.
Savaş sonrası yükseliş döneminde, bütün revizyonistler işçi sınıfının öldüğünü söylüyordu. Ama o zaman bile –yükselişin doruğunda– Fransa’daki muhteşem 1968 devrimini gördük. Bu sadece Fransa’nın değil, tüm gelişmiş ülkelerin geleceğini gösterir. İçine girdiğimiz bu dönemde, böyle hareketlerin daha yüksek bir düzeyde tekerrür etmesi kaçınılmazdır. Bunu anlamak için, Kondratiyev’in devrimlerin sadece kapitalizmin yükseliş evrelerinde ortaya çıktığı şeklindeki iddiasını (tarihsel deneyimle çelişen bir iddia) kabul etmek zerrece gerekli değildir. Doğru olan şey şudur ki, tam istihdam dönemlerinde, sınai cephede daima daha büyük mücadelelere doğru bir hareket eğilimi vardır. Bunun nedenleri açıktır: işçiler kendi güçlerini hissederler ve emekleriyle yaratılan servetten daha fazla pay alma talepleri doğrultusunda bastırmak için kendilerine daha çok güvenirler. Sipariş defterleri dolduğu ve işler iyiye gittiği zaman, patronlar üretimin durması yerine kabarık kârlarından bir miktar feda etmeyi tercih ederler. Dolayısıyla şu anki boom bir ya da iki yıl daha sürerse (bu mümkündür ama hiçbir garantisi yoktur), hiç şüphe yok ki, muhtemelen ABD’den başlayan ve diğer ülkelere yayılan, işyeri temelinde bir militanlık yükselişine tanık olacağız.
Mevcut boom süresince bile çelişkiler sürekli artmıştır: büyük eşitsizlik ve işverenlerin küstah kibirleri; artı-değerin işçilerin terinden ve sinir sisteminden son damlasına kadar sızdırılması; işgününün uzaması; stres ve sinirsel düzensizliklere yol açan acımasız baskı; iş güvenliğinin göz göre göre ihmal edilmesi; sendikal hakların altının oyulması; eşi görülmedik bir sermaye yoğunlaşması ve tekellerin gücünün büyümesi; artan borçlar; devlet harcamalarının kısılması; refah, sağlık ve barınmaya ilişkin kesintiler ve saldırılar; zenginlere uygulanan vergiler asgariye indirilirken, yoksullara uygulanan dolaylı vergilerin ezici ağırlığı. Tüm bunlar çok uzak olmayan bir gelecekte patlayacak son derece şiddetli tepkilere zemin hazırlıyor.
Şüphesiz boom devam ettiği sürece, kapitalistlerin manevra alanı vardır. Şurası gerçektir ki, ailelerin brüt geliri yükseliyormuş gibi göründüğü sürece ve işçiler borçlanarak yaşam standartlarını iyileştirebildiği sürece, pek çok şeyi –en azından bir süreliğine– hoş görmeye hazırdırlar. Çok çalışarak zengin olunabileceği (en azından makul bir yaşam standardına kavuşulabileceği) fikri galip gelir. İnsanlar bu hayalin peşinde zamanlarını, güçlerini, sağlıklarını, aile hayatlarını ve mutluluklarını feda etmeye hazırdır. Toplumun yaşamında hayaller çok güçlüdür ve bir süreliğine gerçeklere üstün gelebilir. Fakat sonunda üstün gelen daima gerçeklik olacaktır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, 1920’lerdeki boom’un, şu anki boom’la pek çok benzer yönü vardı: ABD’de yeni teknolojiye, özellikle de motorlu arabaya dayanan gümbür gümbür büyüme, yeni üretim yöntemleri (Fordizm), sürekli yükselen borsa, genel bir aşırı iyimserlik havası ve güzel günlerin sonsuza kadar süreceği hissi. Aslında, para kazanma karnavalı devam ettiği sürece bu hayal de sürdürülebilir. Sermayenin stratejistlerinden ve politikacılardan sokaktaki insanlara kadar tüm sınıfların zihnini, bu hayal işgal eder. Fakat boom bir kez çöktü mü, bu süreç tersine döner.
Kapitalizmin Batıdaki ekonomik yükselişi, dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşından sonra kendini kurtarabilmesinin temel nedenlerinden biriydi. Bu olgudan bazı sonuçlar çıkar. Eğer Marksizmin gerçek güçlerinin tüm bir tarihsel dönem boyunca neden gerilediği sorulursa, farklı yanıtlar verilebilir. Ama bu dönem boyunca Marksizmin zayıflığının temel nedeni, bizzat öznel durumda aranmalıdır. Bu uzun yükseliş dönemi yaklaşık olarak 1948’den 1974-75’e kadar sürdü. Nasıl İkinci Dünya Savaşından önceki uzun kapitalist yükseliş dönemi kitlesel işçi örgütlerinde reformist ve milliyetçi yozlaşmalar yarattıysa, dünya kapitalizminin savaş sonrası yükselişi de, tüm tarihsel dönem boyunca gerçek Marksist güçlerin yalıtılmışlığının temel nedeniydi.
Tahmin edilmesi mümkün olmayan bir başka güçlü faktör daha vardı: tüm tarihsel dönem boyunca Stalinizmin güçlenmesi. Stalinizmin Doğu’da, Rusya’da, Doğu Avrupa’da, Romanya’da, Çin’de yarattığı devasa çarpıklıklar, Marksizmin gelişiminin önüne muazzam engeller çıkardı. Bu arada unutmayalım ki, önümüzdeki en büyük engel tam da Stalinizmin kendisiydi, Batıdaki Komünist Partiler işçi sınıfının gelişiminin önünde korkunç bir duvar oluşturuyordu. Çoğu ülkede, radikalleşen her genç, uzun zaman önce devrimci bir rol oynamayı bırakmış olmalarına rağmen, doğrudan Komünist Partilere gidiyordu. Öte yandan sosyalizmin korkunç bir bürokratik ve totaliter karikatürünün var olması, Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’deki işçi kitlelerin uzaklaşmasına hizmet ediyordu.
Ama bu dönem artık kapanmıştır. Stalinizmin çöküşü ve kapitalizm tarafına geçen eski Sovyet bürokrasisinin korkunç ihaneti –İkinci Enternasyonal önderlerinin 1914’te yaptığından çok daha büyük bir ihanet– Stalinizmin gücünün ve etkisinin birbiri ardına tüm ülkelerde yıkılmasına yol açtı. Yarım asırlık bir gecikmeyle, Stalinizmin tarihsel olarak geçici bir sapma olduğu ortaya çıktı. Troçki’nin 1936’da İhanete Uğrayan Devrim’de yaptığı analiz ve öngörüleri tarih parlak bir şekilde haklı çıkardı. Tabandaki komünist işçi ve gençler, gerçek Marksizm-Leninizmin (“Troçkizm”) fikirlerine geçmişte olduğundan çok daha açık durumdalar. Bu gelecek için çok önemli bir olgudur.
Fakat Marksizmin bu kadar uzun bir süre güçsüz kalmasının nedenlerini incelerken, nesnel faktörlere atıfta bulunmak yetmez. Her zaman olduğu gibi öznel faktör çok önemli bir rol oynamıştır. Tüm bir tarihsel dönem boyunca devrimci hareket gerilemişti. Yaşamı boyunca Lev Troçki, Marksizm-Leninizmin gerçek fikirlerini savunarak ve Bolşevizm-Leninizmin dağınık güçlerini en zor koşullarda yeniden toparlayarak olağanüstü bir rol oynadı. Ama Troçki’nin ölümünden sonra, Dördüncü Enternasyonal’in sözde önderleri, bu görevi beceremeyeceklerini ispatladılar. Yapılabilecek her hatayı yaptılar ve ciddi bir temel oluşturamadan Dördüncü Enternasyonal’i yok ettiler. Önemli bir temel oluşturmayı becerdikleri Sri Lanka ve Bolivya gibi birkaç ülkedeyse, herşeyi yüzlerine bulaştırdılar. Bunun hiçbir özrü olamaz. En azından geçmişin kazanımlarını savunmayı beceremeyenler, gelecekte ciddi bir şey kuramazlar. Bugün geriye Troçki’nin fikirlerinin paha biçilmez mirası dışında bir şey kalmamıştır, tüm orijinal gücünü ve canlılığını koruyan bu fikirleri, bizler In Defence of Marxism’de savunmaya devam ediyoruz. Gerçek Marksizmin güçlerini bu temelde tekrar bir araya getirebilir ve diriltebiliriz.
Savaş sonrası yükseliş döneminde, bütün revizyonistler işçi sınıfının öldüğünü söylüyordu. Ama o zaman bile –yükselişin doruğunda– Fransa’daki muhteşem 1968 devrimini gördük. Bu sadece Fransa’nın değil, tüm gelişmiş ülkelerin geleceğini gösterir. İçine girdiğimiz bu dönemde, böyle hareketlerin daha yüksek bir düzeyde tekerrür etmesi kaçınılmazdır. Bunu anlamak için, Kondratiyev’in devrimlerin sadece kapitalizmin yükseliş evrelerinde ortaya çıktığı şeklindeki iddiasını (tarihsel deneyimle çelişen bir iddia) kabul etmek zerrece gerekli değildir. Doğru olan şey şudur ki, tam istihdam dönemlerinde, sınai cephede daima daha büyük mücadelelere doğru bir hareket eğilimi vardır. Bunun nedenleri açıktır: işçiler kendi güçlerini hissederler ve emekleriyle yaratılan servetten daha fazla pay alma talepleri doğrultusunda bastırmak için kendilerine daha çok güvenirler. Sipariş defterleri dolduğu ve işler iyiye gittiği zaman, patronlar üretimin durması yerine kabarık kârlarından bir miktar feda etmeyi tercih ederler. Dolayısıyla şu anki boom bir ya da iki yıl daha sürerse (bu mümkündür ama hiçbir garantisi yoktur), hiç şüphe yok ki, muhtemelen ABD’den başlayan ve diğer ülkelere yayılan, işyeri temelinde bir militanlık yükselişine tanık olacağız.
Mevcut boom süresince bile çelişkiler sürekli artmıştır: büyük eşitsizlik ve işverenlerin küstah kibirleri; artı-değerin işçilerin terinden ve sinir sisteminden son damlasına kadar sızdırılması; işgününün uzaması; stres ve sinirsel düzensizliklere yol açan acımasız baskı; iş güvenliğinin göz göre göre ihmal edilmesi; sendikal hakların altının oyulması; eşi görülmedik bir sermaye yoğunlaşması ve tekellerin gücünün büyümesi; artan borçlar; devlet harcamalarının kısılması; refah, sağlık ve barınmaya ilişkin kesintiler ve saldırılar; zenginlere uygulanan vergiler asgariye indirilirken, yoksullara uygulanan dolaylı vergilerin ezici ağırlığı. Tüm bunlar çok uzak olmayan bir gelecekte patlayacak son derece şiddetli tepkilere zemin hazırlıyor.
Şüphesiz boom devam ettiği sürece, kapitalistlerin manevra alanı vardır. Şurası gerçektir ki, ailelerin brüt geliri yükseliyormuş gibi göründüğü sürece ve işçiler borçlanarak yaşam standartlarını iyileştirebildiği sürece, pek çok şeyi –en azından bir süreliğine– hoş görmeye hazırdırlar. Çok çalışarak zengin olunabileceği (en azından makul bir yaşam standardına kavuşulabileceği) fikri galip gelir. İnsanlar bu hayalin peşinde zamanlarını, güçlerini, sağlıklarını, aile hayatlarını ve mutluluklarını feda etmeye hazırdır. Toplumun yaşamında hayaller çok güçlüdür ve bir süreliğine gerçeklere üstün gelebilir. Fakat sonunda üstün gelen daima gerçeklik olacaktır.
Daha önce belirttiğimiz gibi, 1920’lerdeki boom’un, şu anki boom’la pek çok benzer yönü vardı: ABD’de yeni teknolojiye, özellikle de motorlu arabaya dayanan gümbür gümbür büyüme, yeni üretim yöntemleri (Fordizm), sürekli yükselen borsa, genel bir aşırı iyimserlik havası ve güzel günlerin sonsuza kadar süreceği hissi. Aslında, para kazanma karnavalı devam ettiği sürece bu hayal de sürdürülebilir. Sermayenin stratejistlerinden ve politikacılardan sokaktaki insanlara kadar tüm sınıfların zihnini, bu hayal işgal eder. Fakat boom bir kez çöktü mü, bu süreç tersine döner.
Geri: Marksizm ve “Uzun Dalgalar” Teorisi
Kapitalizm pek çok insanın sandığı gibi ölümsüz, tanrı vergisi bir sosyoekonomik sistem değildir. Bu yanılsama her dönemde var olmuştur. İnsanlar, o an yaptıklarından farklı bir şekilde yaşanabileceğini, çalışılabileceğini, düşünülebileceğini ve davranılabileceğini hayal etmekte zorlanırlar. Fakat tüm tarih, insanların yaşama, düşünme, çalışma ve davranış biçimlerini ne kadar kolay değiştirdiklerini gösterir. Aslında, insanlık tarihi böyle dönüşümlerin sıralanmasından başka bir şey değildir. Bugün bizim gibi insanların nasıl olup da yamyamlığı, köleliği veya serfliği kabul edebildiklerine şaşıyoruz. Yine de atalarımız bunları yaptılar ve bizim kültürümüzü –kapitalizm kültürü– görselerdi aynı ölçüde yabancı ve akıl almaz bulurlardı.
Hayır, kapitalizm ölümsüz veya değişmez değildir. Aslında, tarihteki diğer sosyoekonomik sistemlerden daha değişkendir. Her canlı organizma gibi, o da değişir, evrilir ve dolayısıyla birtakım ayırt edilebilir aşamalardan geçer. Kapitalizm, fırtınalı çocukluk günlerini ve cüretkâr ve iyimser olgunluğunu geride bırakmıştır. Nihai düşüş ve çürüme evresine girmiştir, bu evre bazen uzun sürebilir, nitekim Roma’nın yıkılışı da uzun sürmüştü. Bunun olumsuz sonuçları insanlığın omuzlarına ağır bir yük bindirecektir. Kapitalizmin bu evresinde, büyüme dönemleri dünya ölçeğindeki çelişkileri düzeltmez, tam tersine onları son derece şiddetlendirir. Ve alçalışlar dünyayı en korkunç felâketlerle tehdit edecektir.
Kapitalistlerin ve onların uysal profesyonel iktisatçı ve kiralık dalkavuklar sürüsünün bu perspektifle uzlaşamamaları çok doğaldır. Onlar, kırışıklıklarını ayna karşısında görmeye dayanamayan yaşlı bir kadın gibi, ümitsizce sonsuz gençliğin sırrını ararlar. Körlüklerinden ve kibirlerinden kaynaklanan yanılsamalarını besleyen her dala tutunmaya hazırdırlar. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını kendi sistemlerinin mümkün olan tek sistem olduğunun kanıtı olarak gördüler. Barışa ve bolluğa dayanan bir Yeni Dünya Düzeni hayal ettiler. Şu anki geçici boom’un sadece gençlik günlerine dönüş değil, tüm krizlerin ortadan kalkması anlamına geldiğini sandılar. Bu, ciddi bir düşünce olarak dikkate alınmaya değmez bile. Bunlar sadece aynaya bakmayı reddeden bir ihtiyarın kendi kendine uydurduğu kuruntulardır. Bu tür hayallerin sonu kötü bir uyanıştır. Ve uyanış kendini hissettirmekte gecikmeyecektir.
Kapitalizm altında üretici güçlerin gelişmesi insanlığın gerçek kurtuluşunun ön koşuludur. Neredeyse sınırsız bir ilerleme perspektifi açılmakta. Gezegeni, çölleri, kutupları ve okyanusları fetheden insan ırkı, yıldızlara da uzanabilir. Bunun önkoşulu, anarşik kâr arayışı içinde kapitalizmin geliştirdiği muazzam üretken kapasitenin toplumun bilinçli kontrolü altına alınmasıdır. Bilimin ve teknolojinin inanılmaz keşifleri, azınlığın açgözlülüğünü değil insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere akılcı ve planlı biçimde kullanılmalıdır.
Teknolojik yeniliklerin kapitalizmin alçalış döneminde yapıldığını söyleyen Kondratiyev’in, haklı olduğunu düşünmüyoruz. Fakat proleter öncünün hazırlanmasının, kadroların oluşturulmasının ve eğitiminin her zaman gerçekleştiği ve işçi hareketinin “alçalış” dönemlerinde daha da gerekli olduğu kesinlikle doğrudur. Savaşta, iki çatışma arasında nefes alma dönemleri vardır. Bu aralar aldatıcıdır. Yalnızca yeni bir çatışmaya giriş demektir. Ciddi ordular bu aralar sırasında uyumaz. Dikkatle talim yaparlar, silahlarını temizlerler, yeni askerler toplarlar, iletişim ve lojistik destek ağlarını geliştirirler ve tüm bunlarla bir sonraki çatışmaya hazırlanırlar.
Tarihsel bakış açısıyla, Stalinizmin yıkılması sadece ilk perdedir; bu çok daha sarsıcı bir yıkımın, bizzat kapitalizmin yıkılmasının habercisidir. Bugünkü boom sırasında bile, kapitalizmin tarihinde yeni bir dönem hazırlanıyor. İğrenç ve çürümekte olan bir baskı ve sömürü sisteminin ipini çekecek ve toplumun sosyalist dönüşümünü ve bir Yeni Sosyalist Dünya Düzeni yaratılmasını gündeme sokacak olan, dünya çapında eşi görülmedik ve sancılı bir kriz dönemi.
Londra, 14 Kasım 2000
[Bu yazının İngilizce orijinali [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] adresinde yer almaktadır.]
Hayır, kapitalizm ölümsüz veya değişmez değildir. Aslında, tarihteki diğer sosyoekonomik sistemlerden daha değişkendir. Her canlı organizma gibi, o da değişir, evrilir ve dolayısıyla birtakım ayırt edilebilir aşamalardan geçer. Kapitalizm, fırtınalı çocukluk günlerini ve cüretkâr ve iyimser olgunluğunu geride bırakmıştır. Nihai düşüş ve çürüme evresine girmiştir, bu evre bazen uzun sürebilir, nitekim Roma’nın yıkılışı da uzun sürmüştü. Bunun olumsuz sonuçları insanlığın omuzlarına ağır bir yük bindirecektir. Kapitalizmin bu evresinde, büyüme dönemleri dünya ölçeğindeki çelişkileri düzeltmez, tam tersine onları son derece şiddetlendirir. Ve alçalışlar dünyayı en korkunç felâketlerle tehdit edecektir.
Kapitalistlerin ve onların uysal profesyonel iktisatçı ve kiralık dalkavuklar sürüsünün bu perspektifle uzlaşamamaları çok doğaldır. Onlar, kırışıklıklarını ayna karşısında görmeye dayanamayan yaşlı bir kadın gibi, ümitsizce sonsuz gençliğin sırrını ararlar. Körlüklerinden ve kibirlerinden kaynaklanan yanılsamalarını besleyen her dala tutunmaya hazırdırlar. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını kendi sistemlerinin mümkün olan tek sistem olduğunun kanıtı olarak gördüler. Barışa ve bolluğa dayanan bir Yeni Dünya Düzeni hayal ettiler. Şu anki geçici boom’un sadece gençlik günlerine dönüş değil, tüm krizlerin ortadan kalkması anlamına geldiğini sandılar. Bu, ciddi bir düşünce olarak dikkate alınmaya değmez bile. Bunlar sadece aynaya bakmayı reddeden bir ihtiyarın kendi kendine uydurduğu kuruntulardır. Bu tür hayallerin sonu kötü bir uyanıştır. Ve uyanış kendini hissettirmekte gecikmeyecektir.
Kapitalizm altında üretici güçlerin gelişmesi insanlığın gerçek kurtuluşunun ön koşuludur. Neredeyse sınırsız bir ilerleme perspektifi açılmakta. Gezegeni, çölleri, kutupları ve okyanusları fetheden insan ırkı, yıldızlara da uzanabilir. Bunun önkoşulu, anarşik kâr arayışı içinde kapitalizmin geliştirdiği muazzam üretken kapasitenin toplumun bilinçli kontrolü altına alınmasıdır. Bilimin ve teknolojinin inanılmaz keşifleri, azınlığın açgözlülüğünü değil insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere akılcı ve planlı biçimde kullanılmalıdır.
Teknolojik yeniliklerin kapitalizmin alçalış döneminde yapıldığını söyleyen Kondratiyev’in, haklı olduğunu düşünmüyoruz. Fakat proleter öncünün hazırlanmasının, kadroların oluşturulmasının ve eğitiminin her zaman gerçekleştiği ve işçi hareketinin “alçalış” dönemlerinde daha da gerekli olduğu kesinlikle doğrudur. Savaşta, iki çatışma arasında nefes alma dönemleri vardır. Bu aralar aldatıcıdır. Yalnızca yeni bir çatışmaya giriş demektir. Ciddi ordular bu aralar sırasında uyumaz. Dikkatle talim yaparlar, silahlarını temizlerler, yeni askerler toplarlar, iletişim ve lojistik destek ağlarını geliştirirler ve tüm bunlarla bir sonraki çatışmaya hazırlanırlar.
Tarihsel bakış açısıyla, Stalinizmin yıkılması sadece ilk perdedir; bu çok daha sarsıcı bir yıkımın, bizzat kapitalizmin yıkılmasının habercisidir. Bugünkü boom sırasında bile, kapitalizmin tarihinde yeni bir dönem hazırlanıyor. İğrenç ve çürümekte olan bir baskı ve sömürü sisteminin ipini çekecek ve toplumun sosyalist dönüşümünü ve bir Yeni Sosyalist Dünya Düzeni yaratılmasını gündeme sokacak olan, dünya çapında eşi görülmedik ve sancılı bir kriz dönemi.
Londra, 14 Kasım 2000
[Bu yazının İngilizce orijinali [Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] adresinde yer almaktadır.]
Similar topics
» Zamanımızda Marksizm
» Marksizm...
» Marksizm ve Din
» Post-Marksizm
» Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği
» Marksizm...
» Marksizm ve Din
» Post-Marksizm
» Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz