Neden İşçi Sınıfı?
1 sayfadaki 1 sayfası
Neden İşçi Sınıfı?
“İşçi sınıfı hiçbir şey yapmıyor, bu işçilerden adam olmaz!” Sosyalistlerin, özellikle ağır yenilgi ve gerileme dönemlerinde sık karşılaştıkları sözlerdir bunlar. İşin gerçeği, bu sözler bir hakikatin ifadesi olmaktan ziyade, bezgin ve isteksiz bir ruh halinin dışavurumudur. Bunu söyleyen kişi, aslında bir gerçeği ya da fikri dile getirmekten ziyade, kendi karamsarlığını ilân etmekte, kendisini moral açıdan yükümlülük altında bırakacak sonuçlarla yüzleşmek istemediğini dillendirmektedir. Bu ruh hali özellikle mücadeleye paydos etmiş eski solcularda sıkça görülür.
İşçi sınıfının tarihsel olarak devrimci potansiyelini yitirmediğinin mantıksal ve olgusal olarak ortaya konması bu tür kimselerin ruh halini değiştirmeye hiçbir zaman yetmemiştir ve bundan sonra da yetmeyecektir.
Ama elbette asıl sorun bu tür iflah olmaz bireyleri –her ne kadar bunlar ciddi bir sosyal vâkıa oluştursalar da– ikna etme sorunu değildir. Asıl sorun bunların dolaşıma soktukları fikirlerle, böylesi gericilik dönemlerinde etkileme fırsatı buldukları yeni kuşaklardır. O nedenle bu iddiaya yanıt vermek bir zorunluluktur.
Bu düşünceye kapılanlar esasen iki tür gözleme dayanıyorlar. İlk olarak, olağan yaşantının içindeki bireyler olarak gözlemledikleri işçilerin zaaf ve kusurları karşısında düş kırıklığına uğrayıp, “bunlar mı dünyayı değiştirecek!” diye öfkeleniyorlar. Oysa genel olarak olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kütle halindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır. Bu tıpkı, bir su damlasının fiziksel davranışı ile bu damlalardan oluşan bir ırmağın fiziksel davranışının tümüyle farklı dinamiklere tâbi olmasına benzer.
İkinci olarak da, işçi sınıfı hareketinin durgun bir dönemindeki durumunu gözlemleyip “bu iş bitti!” diyorlar. Oysa, ırmak benzetmesini devam ettirecek olursak, ırmağın kuruduğu mevsim dönemlerindeki ya da durgun bir gölü andırdığı kısımlarındaki davranışı ile gerçekte onu bir ırmak yapan genel akış karakteri farklıdır.
Düşünsel olarak bakıldığında her iki yanlışın da temelinde izlenimci yöntem yatar. Birincisinde özellikle olağan dönemlerde birey olarak gözlenen işçilere dayandırılan izlenimler, ikincisinde tarihsel bağlamından koparılan işçi sınıfı hareketine dayandırılan izlenimler. Her iki halde de söz konusu olan, bütünsel bir sürecin farklı öğe ve durumlarıdır. Süreci, inişleri ve çıkışlarıyla, durgunluğu ve hareketliliği ile, tekilliği ve çoğulluğuyla, yani kısaca bütünlüğü içinde göremeyenler, sürecin içindeki, kendi ruh hallerine uygun belirli öğe ve durumları mutlaklaştırıp ebedileştirirler. Artık ırmak sonsuza kadar kurumuştur ya da önümüzde duran bir ırmak değil de bir göldür! Uzun söze girmeden bunun sadece tarihsel bir miyopluk olduğunu söyleyelim.
Bu tür düşünceleri ortaya çıkaran koşullara biraz daha yakından bakalım. Bize burada ışık tutacak temel düşünce, Marx’ın, “toplumsal varoluş bilinci belirler, tersi değil” diye ifade etmiş olduğu tarihsel materyalizmin temel ilkesidir. Bir bireyin bilinçli ömrünü kabaca 50-60 yıl olarak kabul edersek, bilincin de toplumsal varoluşla belirlendiğini hatırlarsak, 20-30 yıllık bir gericilik döneminin bir birey için ne denli ağır bir yük olduğu anlaşılır. Toplum tarihinin zaman ölçeğiyle bireysel yaşamın zaman ölçeği farklıdır. Tarihin adımları genel olarak yüzyılla, yarım yüzyılla ya da asgari olarak çeyrek yüzyılla ölçülürken, bireysel yaşantı aylarla, yıllarla ölçülür. Bireyin bilinci tarihin büyük ölçekli ritmine uyarlı bir yükseklikten sürece bakacak denli yükselmemişse, bir karabasan gibi çöken gündelik hayatın ağır gölgesi bireyin tüm ufkunu sınırlar. Buradan da kaçınılmaz olarak tarihsel bir ufuk genişliği ve iyimserlik değil, ancak bireyi kemirip bitiren bir karamsarlık türer.
İşçi sınıfı hareketinin gerilediği ve karşı-devrimin güç kazandığı her dönemde bu tür karamsar düşünceler yaygınlık kazanmış, ancak hiçbir zaman bu gerilemeler mutlak olmamıştır. Şimdiki gerilemenin de mutlak olması için inandırıcı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Her gerileme döneminde bu düşüncelere kapılanlar “bu seferki farklı” demişlerdir, ama tarih her seferinde bunu boşa çıkarmıştır.
Tarihsel olarak inişli-çıkışlı ve coğrafi olarak eşitsiz bir seyir izlese de, işçi sınıfının kolektif eylemi ve örgütlülüğü hiçbir zaman mutlak anlamda yok olmamıştır. Çünkü işçileri kolektif eyleme sürükleyen temel dürtüler soyut ve ulvi birtakım ahlâki ilkeler ya da üstün insani vasıflar değil, onların kapitalist toplumda bir sınıf olarak işgal ettikleri nesnel konumdur. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça, eşyanın tabiatı gereği bu nesnel konum da, işçi sınıfı da, onun kolektif eylemi de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sermayenin varoluş çıkarları, yani kâr dürtüsü ve birikim, emeğin çıkarlarıyla özü gereği zıttır. Özde bağdaşması mümkün olmayan bu çıkarlar pratikte ancak geçici olarak uzlaştırılabilirler. Ama bu geçici uzlaşmaları mümkün kılan tek şey işçi sınıfının o anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir. Bu geçici uzlaşmalar büyük savaşta sadece geçici ateşkeslerdir. Gerçekte savaş durumu kâh yüzeye çıkarak kâh derinden hep devam etmektedir. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sosyalist devrim, zorunlu olarak tamamı “yenilgilerden” ibaret sayısız bir muharebeler dizisi ve bunların ardından gelecek tek bir zaferden oluşan uzun bir savaştır.
İşçiler tek tek bireyler olarak, kapitalist toplumun her bireyi gibi, birçok zayıf yön taşırlar. O nedenle bireyler olarak işçileri idealize edip yüceltmek son derece yersizdir. Birey olarak işçiler kafalarında sınıflı toplumlar tarihinin ve cehaletin birçok önyargılarını, gerici düşünce biçimlerini barındırırlar. Birey olarak aldığımızda bu önyargılar ancak devrimci bir eğitimle giderilebilir. Ancak işçiler kolektif örgütlülüklerinde ve eylemlerinde bireysel sınırlılıklarını aşıp, daha büyük bir organizmanın, işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmeye başlarlar. Örneğin, bir işçinin kafasındaki dinsel ya da milliyetçi önyargılar, kolektif eylem anında onun patrona karşı mücadele etme ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Kaldırmadığı gibi, bu mücadelede yanındaki işçi yoldaşlarının din, milliyet, mezhep vb. farkları da anlamını yitirmek zorundadır. Çünkü patrona karşı birleşmek gerekmektedir. BİRLEŞMEK! Anahtar kelime budur. Çünkü mücadelede işçi sınıfının elinde tek bir silah vardır, o da birlik olma, yani örgütlenmedir. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx bunu özlü bir şekilde ifade eder: “[İşçiler] bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı ancak güç birliğiyle birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir.” İşte bu temel ihtiyaç işçileri bireyler olarak değil, kolektif bir sınıf olarak hareket etmeye zorlar.
“Neden işçi sınıfı” sorusunun cevabı da bu noktadan itibaren başlar. Ancak, işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlardan farklı olarak tek tutarlı devrimci sınıf yapan nitelikleri ele almadan önce, birey olarak ele alınan işçiler ile ilgili tartışmada bir noktayı açıklığa kavuşturmamız
gerekiyor. Yukarıda işçiler de bireyler olarak alındığında, özellikle olağan dönemlerde burjuva toplumun ortalama üyelerinden pek farklı değildirler demiştik. Aslında bu elifi elifine böyle değildir. Daha kesin ve tam biçimde ifade edersek, işçiler bir sınıf olarak değil de birey olarak hareket ettikleri ölçüde burjuva toplumun ortalama bireylerinin davranış kalıplarına yaklaşırlar demek daha uygun olur. Çünkü bir yandan toplumdaki sınıfsal konumlar kuşaklar boyunca oturup istikrar kazandığı ölçüde, bir yandan da sınıf tecrübesinden ve mücadelelerden geçtikleri ölçüde, farklı sınıfların bireyleri arasında kimi tipik farklılıklar baş gösterir. “Tipik işçi” ya da “tipik küçük-burjuva” dediğimizde aslında anlatmak istediğimiz budur.
İşçi sınıfının tarihsel olarak devrimci potansiyelini yitirmediğinin mantıksal ve olgusal olarak ortaya konması bu tür kimselerin ruh halini değiştirmeye hiçbir zaman yetmemiştir ve bundan sonra da yetmeyecektir.
Ama elbette asıl sorun bu tür iflah olmaz bireyleri –her ne kadar bunlar ciddi bir sosyal vâkıa oluştursalar da– ikna etme sorunu değildir. Asıl sorun bunların dolaşıma soktukları fikirlerle, böylesi gericilik dönemlerinde etkileme fırsatı buldukları yeni kuşaklardır. O nedenle bu iddiaya yanıt vermek bir zorunluluktur.
Bu düşünceye kapılanlar esasen iki tür gözleme dayanıyorlar. İlk olarak, olağan yaşantının içindeki bireyler olarak gözlemledikleri işçilerin zaaf ve kusurları karşısında düş kırıklığına uğrayıp, “bunlar mı dünyayı değiştirecek!” diye öfkeleniyorlar. Oysa genel olarak olağan dönemlerde ya da gericilik dönemlerinde işçiler de burjuva toplumunun ortalama bireylerinden pek farklı değildirler. Bu dönemlerde onlardan olağanüstü davranışlar, yaldızlı kahramanlıklar beklemek ancak hayalcilik olurdu. İşçi sınıfının tarihsel devrimci potansiyeli işçilerin gündelik sıradan davranışları içinde değil, onların bir sınıf olarak örgütlü davranışında yatar. Zira işçilerin kütle halindeki, yani bir sınıf olarak davranışları ile birey olarak davranışları farklıdır. Bu tıpkı, bir su damlasının fiziksel davranışı ile bu damlalardan oluşan bir ırmağın fiziksel davranışının tümüyle farklı dinamiklere tâbi olmasına benzer.
İkinci olarak da, işçi sınıfı hareketinin durgun bir dönemindeki durumunu gözlemleyip “bu iş bitti!” diyorlar. Oysa, ırmak benzetmesini devam ettirecek olursak, ırmağın kuruduğu mevsim dönemlerindeki ya da durgun bir gölü andırdığı kısımlarındaki davranışı ile gerçekte onu bir ırmak yapan genel akış karakteri farklıdır.
Düşünsel olarak bakıldığında her iki yanlışın da temelinde izlenimci yöntem yatar. Birincisinde özellikle olağan dönemlerde birey olarak gözlenen işçilere dayandırılan izlenimler, ikincisinde tarihsel bağlamından koparılan işçi sınıfı hareketine dayandırılan izlenimler. Her iki halde de söz konusu olan, bütünsel bir sürecin farklı öğe ve durumlarıdır. Süreci, inişleri ve çıkışlarıyla, durgunluğu ve hareketliliği ile, tekilliği ve çoğulluğuyla, yani kısaca bütünlüğü içinde göremeyenler, sürecin içindeki, kendi ruh hallerine uygun belirli öğe ve durumları mutlaklaştırıp ebedileştirirler. Artık ırmak sonsuza kadar kurumuştur ya da önümüzde duran bir ırmak değil de bir göldür! Uzun söze girmeden bunun sadece tarihsel bir miyopluk olduğunu söyleyelim.
Bu tür düşünceleri ortaya çıkaran koşullara biraz daha yakından bakalım. Bize burada ışık tutacak temel düşünce, Marx’ın, “toplumsal varoluş bilinci belirler, tersi değil” diye ifade etmiş olduğu tarihsel materyalizmin temel ilkesidir. Bir bireyin bilinçli ömrünü kabaca 50-60 yıl olarak kabul edersek, bilincin de toplumsal varoluşla belirlendiğini hatırlarsak, 20-30 yıllık bir gericilik döneminin bir birey için ne denli ağır bir yük olduğu anlaşılır. Toplum tarihinin zaman ölçeğiyle bireysel yaşamın zaman ölçeği farklıdır. Tarihin adımları genel olarak yüzyılla, yarım yüzyılla ya da asgari olarak çeyrek yüzyılla ölçülürken, bireysel yaşantı aylarla, yıllarla ölçülür. Bireyin bilinci tarihin büyük ölçekli ritmine uyarlı bir yükseklikten sürece bakacak denli yükselmemişse, bir karabasan gibi çöken gündelik hayatın ağır gölgesi bireyin tüm ufkunu sınırlar. Buradan da kaçınılmaz olarak tarihsel bir ufuk genişliği ve iyimserlik değil, ancak bireyi kemirip bitiren bir karamsarlık türer.
İşçi sınıfı hareketinin gerilediği ve karşı-devrimin güç kazandığı her dönemde bu tür karamsar düşünceler yaygınlık kazanmış, ancak hiçbir zaman bu gerilemeler mutlak olmamıştır. Şimdiki gerilemenin de mutlak olması için inandırıcı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Her gerileme döneminde bu düşüncelere kapılanlar “bu seferki farklı” demişlerdir, ama tarih her seferinde bunu boşa çıkarmıştır.
Tarihsel olarak inişli-çıkışlı ve coğrafi olarak eşitsiz bir seyir izlese de, işçi sınıfının kolektif eylemi ve örgütlülüğü hiçbir zaman mutlak anlamda yok olmamıştır. Çünkü işçileri kolektif eyleme sürükleyen temel dürtüler soyut ve ulvi birtakım ahlâki ilkeler ya da üstün insani vasıflar değil, onların kapitalist toplumda bir sınıf olarak işgal ettikleri nesnel konumdur. Dolayısıyla kapitalizm var oldukça, eşyanın tabiatı gereği bu nesnel konum da, işçi sınıfı da, onun kolektif eylemi de kaçınılmaz olarak var olacaktır. Sermayenin varoluş çıkarları, yani kâr dürtüsü ve birikim, emeğin çıkarlarıyla özü gereği zıttır. Özde bağdaşması mümkün olmayan bu çıkarlar pratikte ancak geçici olarak uzlaştırılabilirler. Ama bu geçici uzlaşmaları mümkün kılan tek şey işçi sınıfının o anki bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğidir. Bu geçici uzlaşmalar büyük savaşta sadece geçici ateşkeslerdir. Gerçekte savaş durumu kâh yüzeye çıkarak kâh derinden hep devam etmektedir. Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sosyalist devrim, zorunlu olarak tamamı “yenilgilerden” ibaret sayısız bir muharebeler dizisi ve bunların ardından gelecek tek bir zaferden oluşan uzun bir savaştır.
İşçiler tek tek bireyler olarak, kapitalist toplumun her bireyi gibi, birçok zayıf yön taşırlar. O nedenle bireyler olarak işçileri idealize edip yüceltmek son derece yersizdir. Birey olarak işçiler kafalarında sınıflı toplumlar tarihinin ve cehaletin birçok önyargılarını, gerici düşünce biçimlerini barındırırlar. Birey olarak aldığımızda bu önyargılar ancak devrimci bir eğitimle giderilebilir. Ancak işçiler kolektif örgütlülüklerinde ve eylemlerinde bireysel sınırlılıklarını aşıp, daha büyük bir organizmanın, işçi sınıfının bir parçası olarak hareket etmeye başlarlar. Örneğin, bir işçinin kafasındaki dinsel ya da milliyetçi önyargılar, kolektif eylem anında onun patrona karşı mücadele etme ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Kaldırmadığı gibi, bu mücadelede yanındaki işçi yoldaşlarının din, milliyet, mezhep vb. farkları da anlamını yitirmek zorundadır. Çünkü patrona karşı birleşmek gerekmektedir. BİRLEŞMEK! Anahtar kelime budur. Çünkü mücadelede işçi sınıfının elinde tek bir silah vardır, o da birlik olma, yani örgütlenmedir. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx bunu özlü bir şekilde ifade eder: “[İşçiler] bir tek başarı öğesine sahipler: sayıları; ama sayı ancak güç birliğiyle birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelir.” İşte bu temel ihtiyaç işçileri bireyler olarak değil, kolektif bir sınıf olarak hareket etmeye zorlar.
“Neden işçi sınıfı” sorusunun cevabı da bu noktadan itibaren başlar. Ancak, işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlardan farklı olarak tek tutarlı devrimci sınıf yapan nitelikleri ele almadan önce, birey olarak ele alınan işçiler ile ilgili tartışmada bir noktayı açıklığa kavuşturmamız
gerekiyor. Yukarıda işçiler de bireyler olarak alındığında, özellikle olağan dönemlerde burjuva toplumun ortalama üyelerinden pek farklı değildirler demiştik. Aslında bu elifi elifine böyle değildir. Daha kesin ve tam biçimde ifade edersek, işçiler bir sınıf olarak değil de birey olarak hareket ettikleri ölçüde burjuva toplumun ortalama bireylerinin davranış kalıplarına yaklaşırlar demek daha uygun olur. Çünkü bir yandan toplumdaki sınıfsal konumlar kuşaklar boyunca oturup istikrar kazandığı ölçüde, bir yandan da sınıf tecrübesinden ve mücadelelerden geçtikleri ölçüde, farklı sınıfların bireyleri arasında kimi tipik farklılıklar baş gösterir. “Tipik işçi” ya da “tipik küçük-burjuva” dediğimizde aslında anlatmak istediğimiz budur.
Geri: Neden İşçi Sınıfı?
Burjuva toplum her ne kadar bireyleri tek bir kalıba sokma yolunda güçlü bir eğilim yaratsa da, bu eğilim, derin sınıf farklılaşmasının yarattığı uçurumları ortadan kaldıramaz. Bu gerçeklik sınıfları birey bazında temsil eden bazı tipik özellikler doğurur. Sınıf geçişkenliği azaldığı ölçüde, yani sınıf atlama hayalleri azalıp sınıfsal konumlar kuşaklar boyunca oturduğu ölçüde, örgütlü mücadele deneyleri yaşandığı ölçüde, yaşam koşulları işçileri, sözgelimi bir şehirli küçük-burjuvaya nazaran, daha çetin ceviz karakterli, mücadeleye atıldığında daha cesur, gözü kara, kararlı ve özverili kılar. İşçi sınıfının zengin mücadele tarihi cesaret, fedakârlık ve kahramanlığın âdeta sıradanlaştığı sayısız sayfa ile doludur. “Tipik” küçük-burjuva, kaypaklık, ürkeklik, güvensizlikle karakterize olurken, “tipik” işçi daha az yanardöner, daha güvenilir ve daha istikrarlı bir tiptir.
Artık “neden işçi sınıfı” sorusuna geçebiliriz. İşçilerin kolektif olarak hareket etmeye zorlandıklarını söylemiştik. Buna eklememiz gereken diğer nokta, işçilerin bunu en geniş ölçekte yapmaya en elverişli sınıfı da oluşturduklarıdır. Bunun için gerekli yüksek düzeyde kolektif uyum, disiplin, dayanıklılık gibi yetenekler işçilere bizzat kalbinde yer aldıkları kapitalist üretim süreci tarafından verilir. Kapitalist üretim sürecinin kendisi ortak bir hedef etrafında belirli bir örgütlenme olduğu için, işçilerde örgütlenmeye doğal bir yatkınlık doğurur. Üretimde işçiler tek bir organizma gibi hareket etmenin gereğini kendiliğinden öğrenir ve içselleştirirler. Öyle ki, bu yetenekleri, şartlar oluştuğunda olağanüstü ürünler verir. Örneğin, sınıfsız topluma geçişte geçici olarak gerekli olacak olan ve süreç içinde sönümlenip yok olması gereken bir işçi devletinin ne gibi örgütsel niteliklere sahip olması gerektiğini, işçi sınıfı hareketinin kendisi keşfetmiştir. Kolektif harekete ve örgütlenmeye böylesi bir doğal yatkınlık, ne sözgelimi köylülükte ne de küçük-burjuvazinin diğer kesimlerinde vardır.
İkinci bir nokta, yukarıda da değindiğimiz, işçi sınıfının sermayeye karşı kaçınılmaz olarak mücadeleye sürüklenmesi olgusudur. Ancak bu noktayı burada birkaç değişik yönden işlememiz gerekiyor. Bunun için işçi sınıfının mücadelesinin diğer sınıfların mücadelesinden farkını ortaya koymalıyız: Kapitalizm işçi sınıfı dışındaki tüm diğer sınıf ve katmanların varoluş zeminini daralttığı için, işçi sınıfı mücadelesi hem tüm iniş-çıkışlarına rağmen genişleyen ölçekte bir süreklilik arz eder, hem de bu mücadele doğallıkla anti-kapitalist olma eğilimi gösterir. Bu hususları biraz açalım.
İşçilerin mücadelelerinin ancak geçici olarak uzlaştırılabileceğini söylemiştik. Bu uzlaşmaların nesnel temeli kapitalistlerin işçi sınıfını yatıştırabilmek için ödünler vermesidir. Eğer işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü yeterli değilse bu ödünler bir rehavete ve mücadele eğiliminde bir zayıflamaya yol açabilir. Ancak sorun şuradadır ki, kapitalistler tam da sermayenin doğası gereği kalıcı ödünler veremezler. Eninde sonunda verdiklerini geri almak, yeni saldırılar düzenlemek zorundadırlar. İkinci Dünya Savaşından sonraki otuz yıl boyunca kazanılmış olanların, son çeyrek yüzyıldır maruz kalınan saldırılar altında kaybediliyor olması gerçeği bunu açıkça göstermektedir. Bu da işçi sınıfını yeniden mücadeleye sevk eder. Geçmişin deneylerini özümsemiş öncü unsurların varlığı ve müdahalesi ölçüsünde de yeni mücadelelerin daha yüksek bir zeminde seyretmesi mümkün olur.
Komünist Manifesto’da da açıklandığı gibi, işçi sınıfı sermayenin doğal ürünüdür. Kapitalist sınıfı bir kenara bırakacak olursak toplumdaki diğer hiçbir sınıf veya katman sermayenin has ürünü değildir. Bunun en belirgin örneği köylülüktür. Köylülük ezelden beri varolan, tabir caizse dinozor bir sınıftır ve kapitalizm geliştikçe yok olma eğilimindedir. Oysa işçi sınıfı kapitalizm geliştikçe büyür, gelişir. Tarihin akış yönü genel ve uzun vadeli bir eğilim olarak işçi sınıfı dışındaki tüm ara sınıf ve katmanları güçsüzleştirir. Bunun önemli bir nedeni diğer ara sınıfların temel varoluş koşulunun, bunların esas olarak küçük mülkiyet zeminine basıyor olmasıdır. Bu zemin sermaye tarafından gitgide daraltılır.
Diğer taraftan küçük mülkiyet zemininin yapısal bir zaafı vardır. Bu zemin kaçınılmaz olarak bölücü bir zemindir. Bu temelde güdülen çıkarlar, doğası gereği küçük mülkiyeti koruma ve geliştirmeyi ifade ettiği için, bir yandan küçük-burjuvazinin kolektif hareket yeteneğini doğuştan zedeler, diğer yandan da mücadelenin ufkunu sınırlandırır. O nedenle kapitalizmi ortadan kaldırma ve sınıfsız topluma giden yolu açma işini bu ara sınıf ve katmanların başarması mümkün değildir.
Oysa işçi sınıfı özel mülkiyet zeminine basmadığı için bu tür yapısal bir özürle zedelenmiş değildir. Böylece ufkunu daraltan yapısal bir engel olmadığı gibi, mücadelesi doğallıkla sermayeyi ve mülkiyeti doğrudan karşısına alma eğilimi gösterir. Tarihteki tüm işçi sınıfı mücadelelerinin gösterdiği gibi, mücadelenin yeterli ölçüde kızgınlaştığı her durumda, temel toplumsal sorun olan üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorunu gündeme gelmiştir. Birçok durumda işçiler basit ve mütevazı taleplerle yola çıktıkları halde mülkiyet duvarına toslama ve eğer koşullar müsaitse bu duvarda gedikler açma ve yer yer onu yıkma ve hatta ortadan kaldırma noktasına varmışlardır. Boşuna değil burjuva düzenin sözcülerinin vaktiyle, “her grevin ardında devrim ejderhası yatar” sözünü etmeleri.
Buradan, üçüncü bir nokta olarak, işçi sınıfının gücü sorununa geliyoruz. İşçi sınıfı potansiyel olarak başka hiçbir sınıf ve katmanda olmayan büyük bir toplumsal güce sahiptir. Bu işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen gücüdür. Her ne kadar bu söz, “üretimden gelen güç” biçimi altında, sendika bürokratlarının boş eylem şantajlarının ve demagojilerinin mezesi yapılarak bir parça gözden düşürülmüş ve anlaşılması güç bir biçimde bazı sosyalistler tarafından bile küçümsenmeye başlanmışsa da, kaya gibi sağlam bir gerçekliğin yalın anlatımıdır. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir. Üretim durursa hayat durur. Ve yeryüzündeki toplam üretimin tamamına yakın bir bölümü işçi sınıfı tarafından yapıldığı için, şalter onun tarafından indirildiğinde aslında bir bakıma yeryüzündeki insan hayatının şalteri indirilmiş olur. Bu, işçi sınıfının düzeni çökertebilecek ölçüde büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu gösterdiği kadar, ve hatta ondan daha fazla, yeni bir toplum kurmaya ne denli muktedir olduğunu gösterir. İşçi sınıfının ağırlığı ve vuruş gücü, bu muazzam potansiyel toplumsal güç, başka hiçbir sınıf ve katmanda yoktur. İşçi sınıfı bu gücü örgütlü biçimde harekete geçirerek kımıldadığında tüm toplum sallanır. Bunun gerek dünyada gerek Türkiye’deki örnekleri buraya sığmayacak kadar uzun bir liste oluşturur. Bu listeyi yok saymak ancak tarihsel miyoplukla mümkün olabilir.
Bu sıralanan özellikler işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sınıfsız topluma giden yolu açmaya hem doğası gereği itilen hem de buna muktedir yegâne devrimci sınıf olduğunu gösteriyor. Elbette bu, işçi sınıfının bunu gerçekleştireceğinin garanti edilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Marksizmin açık ve örtülü düşmanları ona böylesi bir kaderci otomatizmi yüklemeye çok heves etmiş olsalar da, bunun gerçeklikle ilgisi yoktur. Marksizm yalnızca tarihsel eğilimi ortaya koyar ve mücadeleye bu temelde kılavuzluk eder. Gerisi mücadele eden güçler sorunudur. Marksizmin tespit ettiği tarihsel eğilim, yine Marksizm tarafından ortaya konan tarihsel olasılıkla tamamlanır: ya sosyalizm ya barbarlık! Mücadeleden kaçanlar, isteyerek ya da istemeyerek, yalnızca barbarlık seçeneğine hizmet etmiş olurlar.
Son bir noktaya işaret ederek bitirelim. “İşçilerin adam olmayacağı” düşüncesine kapılanlar, işçi sınıfının sınırlı da olsa yaptıklarını dahi görmezden gelme, küçümseme eğilimine girerler. Temelsiz kanaatlerini yitirmektense, çıplak olguları yok saymayı tercih ederler. Bu durumda işçi sınıfının yeni bir yükselişine katkıda bulunma, baş gösteren dirilme çabalarını teşhis etme ve bunların sonuçsuz kalmaması için çaba harcama istekleri de kalmaz. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin bir daha yükselip yükselmeyeceği sorunu salt bir nesnel gözlem sorunu olmaktan öte, bir mücadele tercihi sorunudur da. Düşüncelerin sonuçları vardır. “İşçilerin adam olmayacağını” düşünürseniz, onların “adam olması” için çaba da harcamazsınız. O nedenle gerçek işçi sınıfı devrimcilerine düşen, ne kadar çetin olursa olsun, çeşitli dönemlerde ve ülkelerde hareketin içine düştüğü gerileme sarmalından çıkması için yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır.
Artık “neden işçi sınıfı” sorusuna geçebiliriz. İşçilerin kolektif olarak hareket etmeye zorlandıklarını söylemiştik. Buna eklememiz gereken diğer nokta, işçilerin bunu en geniş ölçekte yapmaya en elverişli sınıfı da oluşturduklarıdır. Bunun için gerekli yüksek düzeyde kolektif uyum, disiplin, dayanıklılık gibi yetenekler işçilere bizzat kalbinde yer aldıkları kapitalist üretim süreci tarafından verilir. Kapitalist üretim sürecinin kendisi ortak bir hedef etrafında belirli bir örgütlenme olduğu için, işçilerde örgütlenmeye doğal bir yatkınlık doğurur. Üretimde işçiler tek bir organizma gibi hareket etmenin gereğini kendiliğinden öğrenir ve içselleştirirler. Öyle ki, bu yetenekleri, şartlar oluştuğunda olağanüstü ürünler verir. Örneğin, sınıfsız topluma geçişte geçici olarak gerekli olacak olan ve süreç içinde sönümlenip yok olması gereken bir işçi devletinin ne gibi örgütsel niteliklere sahip olması gerektiğini, işçi sınıfı hareketinin kendisi keşfetmiştir. Kolektif harekete ve örgütlenmeye böylesi bir doğal yatkınlık, ne sözgelimi köylülükte ne de küçük-burjuvazinin diğer kesimlerinde vardır.
İkinci bir nokta, yukarıda da değindiğimiz, işçi sınıfının sermayeye karşı kaçınılmaz olarak mücadeleye sürüklenmesi olgusudur. Ancak bu noktayı burada birkaç değişik yönden işlememiz gerekiyor. Bunun için işçi sınıfının mücadelesinin diğer sınıfların mücadelesinden farkını ortaya koymalıyız: Kapitalizm işçi sınıfı dışındaki tüm diğer sınıf ve katmanların varoluş zeminini daralttığı için, işçi sınıfı mücadelesi hem tüm iniş-çıkışlarına rağmen genişleyen ölçekte bir süreklilik arz eder, hem de bu mücadele doğallıkla anti-kapitalist olma eğilimi gösterir. Bu hususları biraz açalım.
İşçilerin mücadelelerinin ancak geçici olarak uzlaştırılabileceğini söylemiştik. Bu uzlaşmaların nesnel temeli kapitalistlerin işçi sınıfını yatıştırabilmek için ödünler vermesidir. Eğer işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğü yeterli değilse bu ödünler bir rehavete ve mücadele eğiliminde bir zayıflamaya yol açabilir. Ancak sorun şuradadır ki, kapitalistler tam da sermayenin doğası gereği kalıcı ödünler veremezler. Eninde sonunda verdiklerini geri almak, yeni saldırılar düzenlemek zorundadırlar. İkinci Dünya Savaşından sonraki otuz yıl boyunca kazanılmış olanların, son çeyrek yüzyıldır maruz kalınan saldırılar altında kaybediliyor olması gerçeği bunu açıkça göstermektedir. Bu da işçi sınıfını yeniden mücadeleye sevk eder. Geçmişin deneylerini özümsemiş öncü unsurların varlığı ve müdahalesi ölçüsünde de yeni mücadelelerin daha yüksek bir zeminde seyretmesi mümkün olur.
Komünist Manifesto’da da açıklandığı gibi, işçi sınıfı sermayenin doğal ürünüdür. Kapitalist sınıfı bir kenara bırakacak olursak toplumdaki diğer hiçbir sınıf veya katman sermayenin has ürünü değildir. Bunun en belirgin örneği köylülüktür. Köylülük ezelden beri varolan, tabir caizse dinozor bir sınıftır ve kapitalizm geliştikçe yok olma eğilimindedir. Oysa işçi sınıfı kapitalizm geliştikçe büyür, gelişir. Tarihin akış yönü genel ve uzun vadeli bir eğilim olarak işçi sınıfı dışındaki tüm ara sınıf ve katmanları güçsüzleştirir. Bunun önemli bir nedeni diğer ara sınıfların temel varoluş koşulunun, bunların esas olarak küçük mülkiyet zeminine basıyor olmasıdır. Bu zemin sermaye tarafından gitgide daraltılır.
Diğer taraftan küçük mülkiyet zemininin yapısal bir zaafı vardır. Bu zemin kaçınılmaz olarak bölücü bir zemindir. Bu temelde güdülen çıkarlar, doğası gereği küçük mülkiyeti koruma ve geliştirmeyi ifade ettiği için, bir yandan küçük-burjuvazinin kolektif hareket yeteneğini doğuştan zedeler, diğer yandan da mücadelenin ufkunu sınırlandırır. O nedenle kapitalizmi ortadan kaldırma ve sınıfsız topluma giden yolu açma işini bu ara sınıf ve katmanların başarması mümkün değildir.
Oysa işçi sınıfı özel mülkiyet zeminine basmadığı için bu tür yapısal bir özürle zedelenmiş değildir. Böylece ufkunu daraltan yapısal bir engel olmadığı gibi, mücadelesi doğallıkla sermayeyi ve mülkiyeti doğrudan karşısına alma eğilimi gösterir. Tarihteki tüm işçi sınıfı mücadelelerinin gösterdiği gibi, mücadelenin yeterli ölçüde kızgınlaştığı her durumda, temel toplumsal sorun olan üretim araçları üzerindeki mülkiyet sorunu gündeme gelmiştir. Birçok durumda işçiler basit ve mütevazı taleplerle yola çıktıkları halde mülkiyet duvarına toslama ve eğer koşullar müsaitse bu duvarda gedikler açma ve yer yer onu yıkma ve hatta ortadan kaldırma noktasına varmışlardır. Boşuna değil burjuva düzenin sözcülerinin vaktiyle, “her grevin ardında devrim ejderhası yatar” sözünü etmeleri.
Buradan, üçüncü bir nokta olarak, işçi sınıfının gücü sorununa geliyoruz. İşçi sınıfı potansiyel olarak başka hiçbir sınıf ve katmanda olmayan büyük bir toplumsal güce sahiptir. Bu işçi sınıfının üretim sürecindeki konumundan gelen gücüdür. Her ne kadar bu söz, “üretimden gelen güç” biçimi altında, sendika bürokratlarının boş eylem şantajlarının ve demagojilerinin mezesi yapılarak bir parça gözden düşürülmüş ve anlaşılması güç bir biçimde bazı sosyalistler tarafından bile küçümsenmeye başlanmışsa da, kaya gibi sağlam bir gerçekliğin yalın anlatımıdır. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimdir. Üretim durursa hayat durur. Ve yeryüzündeki toplam üretimin tamamına yakın bir bölümü işçi sınıfı tarafından yapıldığı için, şalter onun tarafından indirildiğinde aslında bir bakıma yeryüzündeki insan hayatının şalteri indirilmiş olur. Bu, işçi sınıfının düzeni çökertebilecek ölçüde büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu gösterdiği kadar, ve hatta ondan daha fazla, yeni bir toplum kurmaya ne denli muktedir olduğunu gösterir. İşçi sınıfının ağırlığı ve vuruş gücü, bu muazzam potansiyel toplumsal güç, başka hiçbir sınıf ve katmanda yoktur. İşçi sınıfı bu gücü örgütlü biçimde harekete geçirerek kımıldadığında tüm toplum sallanır. Bunun gerek dünyada gerek Türkiye’deki örnekleri buraya sığmayacak kadar uzun bir liste oluşturur. Bu listeyi yok saymak ancak tarihsel miyoplukla mümkün olabilir.
Bu sıralanan özellikler işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırmaya ve sınıfsız topluma giden yolu açmaya hem doğası gereği itilen hem de buna muktedir yegâne devrimci sınıf olduğunu gösteriyor. Elbette bu, işçi sınıfının bunu gerçekleştireceğinin garanti edilmiş olduğu anlamına gelmiyor. Marksizmin açık ve örtülü düşmanları ona böylesi bir kaderci otomatizmi yüklemeye çok heves etmiş olsalar da, bunun gerçeklikle ilgisi yoktur. Marksizm yalnızca tarihsel eğilimi ortaya koyar ve mücadeleye bu temelde kılavuzluk eder. Gerisi mücadele eden güçler sorunudur. Marksizmin tespit ettiği tarihsel eğilim, yine Marksizm tarafından ortaya konan tarihsel olasılıkla tamamlanır: ya sosyalizm ya barbarlık! Mücadeleden kaçanlar, isteyerek ya da istemeyerek, yalnızca barbarlık seçeneğine hizmet etmiş olurlar.
Son bir noktaya işaret ederek bitirelim. “İşçilerin adam olmayacağı” düşüncesine kapılanlar, işçi sınıfının sınırlı da olsa yaptıklarını dahi görmezden gelme, küçümseme eğilimine girerler. Temelsiz kanaatlerini yitirmektense, çıplak olguları yok saymayı tercih ederler. Bu durumda işçi sınıfının yeni bir yükselişine katkıda bulunma, baş gösteren dirilme çabalarını teşhis etme ve bunların sonuçsuz kalmaması için çaba harcama istekleri de kalmaz. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketinin bir daha yükselip yükselmeyeceği sorunu salt bir nesnel gözlem sorunu olmaktan öte, bir mücadele tercihi sorunudur da. Düşüncelerin sonuçları vardır. “İşçilerin adam olmayacağını” düşünürseniz, onların “adam olması” için çaba da harcamazsınız. O nedenle gerçek işçi sınıfı devrimcilerine düşen, ne kadar çetin olursa olsun, çeşitli dönemlerde ve ülkelerde hareketin içine düştüğü gerileme sarmalından çıkması için yapılması gerekenlere yoğunlaşmaktır.
Similar topics
» “Adalet, Kalkınma, Din, İman” ve… İşçi Hakları
» İşçi Devleti Nedir? İşçi Sınıfı Devleti Ortadan Kaldırmayacak Mıydı?
» İşçi Sınıfı ve Varoşlar
» Kadınlar Mücadeleye Katılmadan İşçi Sınıfı Kazanamaz !
» Tulumsuz İşçi de Olur
» İşçi Devleti Nedir? İşçi Sınıfı Devleti Ortadan Kaldırmayacak Mıydı?
» İşçi Sınıfı ve Varoşlar
» Kadınlar Mücadeleye Katılmadan İşçi Sınıfı Kazanamaz !
» Tulumsuz İşçi de Olur
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz