“Adalet, Kalkınma, Din, İman” ve… İşçi Hakları
1 sayfadaki 1 sayfası
“Adalet, Kalkınma, Din, İman” ve… İşçi Hakları
“Adalet, Kalkınma, Din, İman” ve… İşçi Hakları
(”Türkiye’de İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları: Anayasa’nın Bittiği Yer” YAZISINA EK)
“Türkiye’de İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları: Anayasa’nın Bittiği Yer” başlıklı yazının (bkz. Stalin Arşivi, Ocak 2006) kaleme alınışının üzerinden bir buçuk yılllık bir zaman geçmiştir. Bu sürede iş kazaları cephesinde değişen bir şey olmamıştır.
Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 2007 tarihli haberine göre Türkiye, işkazaları bakımından Avrupa birincisi ve Dünya üçüncüsü seçilmiştir. Haberde şunlar yazmaktadır:
“İşsizliğin had safhada olduğu Türkiye’de iş bulanlar da ‘güvensizlik’ pençesinde. Resmi rakamlara göre yüzde 10′lar düzeyinde ama, çok daha yüksek bir işsizlik oranıyla karşı karşıya olan ülke, iş kazaları konusunda da önde geliyor. İş kazalarında Avrupa’da lider konumundaki Türkiye, dünya ölçeğinde de üçüncü sırada yer alıyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kaynaklarına göre (Dünyada) her yıl 1.2 milyon kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybediyor. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 250 milyon insan iş kazaları, 160 milyon insan meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalıyor.
“Sosyal Sigortalar Kurumu istatistiklerine göre (Türkiye’de) 2005 yılında 73 bin 923 iş kazası, 519 meslek hastalığı vakası meydana gelmiş, bunların 1096’sı ölümle sonuçlanmış. 2005′te iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen işgünü sayısı 1.797.917 civarında gerçekleşmiş. Bu rakamların yanı sıra SSK istatistiklerine yansımayan iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kayıplar da ayrıca dikkate alınmalı.
Bazı kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu ülkelerin gayrı safi milli hasılalarının yüzde 1′i ile yüzde 3′ü oranında değiştiği belirtiliyor. Türkiye’de de en iyimser yaklaşımla, iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin yılda 4 milyar YTL olacağı tahmin ediliyor.”
Aynı biçimde, Türkiye’de mevcut yedek işçi ordusu, yani burjuva basının deyişiyle işsiz ordusu, halihazırdaki istihdam politikası ile ilgili olarak aynen yazımızda belirttiğimiz gibi, daha da büyümüştür. Cumhuriyet gazetesinin 16.5.2007 tarihli “Milyonlarca Seçmen İşsiz” başlıklı haberinde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre Şubat 2007′de işsizliğin yılın ayına göre ciddi bir biçimde arttığı bildirilmektedir.
İş kazası geçiren ve sakat kalan bir işçinin iş bulmasının neredeyse imkânsız olduğu ve bulduğu işin eski işi ile karşılaştırılamayacak kadar aşağı bir konumda olacağı açıktır. Buna bir de işverenin tazminat ödememek için elinden geleni ardına koymaması ve Türkiye’deki kapkaççı patronların yasal yollardan takip edilmesinin çok zor olması olgusu eklenmektedir. Elektrik kabloları ve benzeri araç gereç üreten bir imalathanede çalışırken iş kazası geçirerek bir parmağını kaybeden bir işçinin anlattıkları Türkiye’deki durumda hiçbir değişiklik olmadığını göstermektedir:
Kaza geçiren işçi, bir hacıağa ve “dindar” bir işveren olan patronu tarafından, kaza sebebiyle tazminat davası açtığı için, içine sülalesinin de dâhil edildiği argosu bol bir tartışma sonucunda işten atılır. Bulabildiği iş çöpçülüktür. Dava açtığı hacıağanın imalathanesi ise, çoktan yer değiştirmiştir. Kin güttüğünü söyleyen bu işçi kardeşimiz ne yapar yapar, araştırıp imalathaneyi bulur. Başka bir adrestedir. Kapının üstüne kilit vurulmuştur ve dışarıdan bakan hiç kimse içeride insanların çalıştığını bilmemektedir. Hacıağanın çalıştırdığı işçi kadrosu ise artık daha gençtir: Çoğu on beş on altı yaşında bile olmayan çocuk ve genç kızlar, asgari ücretten daha düşüğüne çalıştırılmaktadır. Kuşkusuz hepsi de kaçak çalıştırılmaktadır.
Tesadüf eseri karşılaştığımız ve kulak misafiri olduğumuz, görevi aslında bu tür faaliyetleri araştırmak ve kaçak çalıştırmayı tespit etmek olan bir devlet görevlisi, devletin kaçak işçi çalıştırılmasına, belli başlı sektörlerde rekabete karşı direnilebilmesi için işgücü maliyetinden düşülmesi amacıyla, göz yumduğunu belirtmiştir.
Tüm bunlar olup biterken, eşi görülmemiş bir zübüğün başında bulunduğu iktidardaki hacıağalar hükümeti, gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın aileyi geçindirmeye yetecek ücret, örgütlenme özgürlüğü, toplu iş pazarlığı ve akla gelebilecek daha başka zararlı noktalarında ilgili maddelere onay vermemiştir (Bkz. 10.4.2007 tarihli Cumhuriyet gazetesi, “Hükümet İşçi Haklarına Karşı”). Bu olay burjuva basında elbette ya hiç yer almamış yada büyük puntolarla değil, küçük yazılarla arka sayfalarda yer almıştır. Asalaklar şebekesinin mensubu hiçbir patron da, onların temsilcisi olan doğuştan Avrupalı kalemşörlerimiz de konu işçi hakları olunca “Avrupa Birliği treninin kaçırıldığından” bahsetmemişlerdir.
Burada işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin ve onun kapıkullarından başka bir şey olmayan tarikat mensuplarından kurulu hükümetin tüm dünyaya ilan ettiği şey nedir? 9 Nisan 2007 tarihli Resmi Gazete’de bu sorunun cevabını ayan beyan buluyoruz:
“BEYAN
Türkiye Cumhuriyeti, 1996 tarihli (Gözden Geçirilmiş) Avrupa Sosyal Şartı”nın III. Bölümünün A maddesi gereğince, anılan Şart’ın II. Bölümünün aşağıdaki madde, fıkra ve bentlerini kabul ettiğini beyan eder.
1 inci madde
2 nci maddenin 1, 2, 4, 5, 6 ve 7 nci fıkraları
3 üncü madde
4 üncü maddenin 2, 3, 4 ve 5 inci fıkraları
7 ilâ 31 inci maddeler”
Kabul edilmeyenler hangileridir?
“Adil Çalışma Koşulları” başlıklı ikinci maddenin kabul edilmeyen üçüncü fıkrası şöyledir:
“Akit taraflar adil çalışma koşullarına sahip olma hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak üzere; (…) En az dört haftalık ücretli yıllık izin sağlamayı (…) taahhüt ederler.”
İşçiler tatil yaparsa kim çalışacaktır? Hem de yılda dört hafta, hem de ücretli! Kuşkusuz bu tembelliği ve ahlaksızlığı teşvik etmek olurdu. Bunun herhalde peygamberin hadisleriyle de bağdaşmayacağını düşünen hacıağalar hükümeti, dini bütün halkını böyle bir musibetten korumuştur. Ancak müslüman hacıların her sene Mekke’de şeytan taşlamalarında olduğu gibi, bu musibetler defedilerek şeytanın küçüğü taşlanmış, büyüğü ise dünyada ve bu arada tabi Türkiye’de de iktidarda kalmıştır.
Bundan daha önemlisi, “Adil Bir Ücret Hakkı” başlıklı dördüncü maddenin birinci fıkrasının Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından reddidir. Bu fıkra şöyledir:
“Adil bir ücret hakkı
Akit Taraflar, adil bir ücret hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla;
1- Çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakkına sahip olduklarını tanımayı (…) taahhüt ederler. (…)”
Kendine ve ailesine iyi bir yaşam düzeyi sağlama, anayasada da yer alan bir haktır. Burjuva toplumda, kâğıt üzerinde, bireyin kendisi kutsal olduğu gibi, aile de kutsaldır. Anayasaya göre:
1- “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
2- Aile “Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.”
3- Çalışma “Herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır”.
Ama elbette burada da burjuva hukukunun sözü özüyle çelişmektedir. İyi yaşam için fırsat eşitliği vardır. Birey bunu kullanmalıdır. Çalışma özgürlüğü vardır. Toplumun bir kesiminin (işçi sınıfının) kendisini ve ailesini iyi bir yaşam düzeyine kavuşturacak bir ücret hakkına sahip olduğunu tanımak, bu eşitliği bozmak anlamına gelebilir. Dahası burjuva anayasasının yorumu da burjuvaziye aittir. Hak ve özgürlükler, eşit insanların sahip oldukları bu haklar, Marx’ın “18 Brumaire” eserinde belirttiği gibi, burjuvazinin özgürlüğünü ve eşitliğini bozmadıkları sürece vardırlar. Bu yorum, işçi sınıfına karşı burjuva devletinin yukarıdaki görevlerini burjuvazi için en ekonomik bir biçimde gerçekleştirmesini öngörür. Anayasada yer alan ve kutsanan her türlü kavram (aile, mülkiyet, özgürlük, kamu düzeni vs…) ve ayrıca mevcut pek dindar iktidardan önce de sözde laik devlet kadrolarınca kutsanan din, sadece burjuvazi için bu kutsanmışlığa sahiptir.
(”Türkiye’de İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları: Anayasa’nın Bittiği Yer” YAZISINA EK)
“Türkiye’de İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları: Anayasa’nın Bittiği Yer” başlıklı yazının (bkz. Stalin Arşivi, Ocak 2006) kaleme alınışının üzerinden bir buçuk yılllık bir zaman geçmiştir. Bu sürede iş kazaları cephesinde değişen bir şey olmamıştır.
Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 2007 tarihli haberine göre Türkiye, işkazaları bakımından Avrupa birincisi ve Dünya üçüncüsü seçilmiştir. Haberde şunlar yazmaktadır:
“İşsizliğin had safhada olduğu Türkiye’de iş bulanlar da ‘güvensizlik’ pençesinde. Resmi rakamlara göre yüzde 10′lar düzeyinde ama, çok daha yüksek bir işsizlik oranıyla karşı karşıya olan ülke, iş kazaları konusunda da önde geliyor. İş kazalarında Avrupa’da lider konumundaki Türkiye, dünya ölçeğinde de üçüncü sırada yer alıyor.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kaynaklarına göre (Dünyada) her yıl 1.2 milyon kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybediyor. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 250 milyon insan iş kazaları, 160 milyon insan meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalıyor.
“Sosyal Sigortalar Kurumu istatistiklerine göre (Türkiye’de) 2005 yılında 73 bin 923 iş kazası, 519 meslek hastalığı vakası meydana gelmiş, bunların 1096’sı ölümle sonuçlanmış. 2005′te iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen işgünü sayısı 1.797.917 civarında gerçekleşmiş. Bu rakamların yanı sıra SSK istatistiklerine yansımayan iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kayıplar da ayrıca dikkate alınmalı.
Bazı kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu ülkelerin gayrı safi milli hasılalarının yüzde 1′i ile yüzde 3′ü oranında değiştiği belirtiliyor. Türkiye’de de en iyimser yaklaşımla, iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin yılda 4 milyar YTL olacağı tahmin ediliyor.”
Aynı biçimde, Türkiye’de mevcut yedek işçi ordusu, yani burjuva basının deyişiyle işsiz ordusu, halihazırdaki istihdam politikası ile ilgili olarak aynen yazımızda belirttiğimiz gibi, daha da büyümüştür. Cumhuriyet gazetesinin 16.5.2007 tarihli “Milyonlarca Seçmen İşsiz” başlıklı haberinde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre Şubat 2007′de işsizliğin yılın ayına göre ciddi bir biçimde arttığı bildirilmektedir.
İş kazası geçiren ve sakat kalan bir işçinin iş bulmasının neredeyse imkânsız olduğu ve bulduğu işin eski işi ile karşılaştırılamayacak kadar aşağı bir konumda olacağı açıktır. Buna bir de işverenin tazminat ödememek için elinden geleni ardına koymaması ve Türkiye’deki kapkaççı patronların yasal yollardan takip edilmesinin çok zor olması olgusu eklenmektedir. Elektrik kabloları ve benzeri araç gereç üreten bir imalathanede çalışırken iş kazası geçirerek bir parmağını kaybeden bir işçinin anlattıkları Türkiye’deki durumda hiçbir değişiklik olmadığını göstermektedir:
Kaza geçiren işçi, bir hacıağa ve “dindar” bir işveren olan patronu tarafından, kaza sebebiyle tazminat davası açtığı için, içine sülalesinin de dâhil edildiği argosu bol bir tartışma sonucunda işten atılır. Bulabildiği iş çöpçülüktür. Dava açtığı hacıağanın imalathanesi ise, çoktan yer değiştirmiştir. Kin güttüğünü söyleyen bu işçi kardeşimiz ne yapar yapar, araştırıp imalathaneyi bulur. Başka bir adrestedir. Kapının üstüne kilit vurulmuştur ve dışarıdan bakan hiç kimse içeride insanların çalıştığını bilmemektedir. Hacıağanın çalıştırdığı işçi kadrosu ise artık daha gençtir: Çoğu on beş on altı yaşında bile olmayan çocuk ve genç kızlar, asgari ücretten daha düşüğüne çalıştırılmaktadır. Kuşkusuz hepsi de kaçak çalıştırılmaktadır.
Tesadüf eseri karşılaştığımız ve kulak misafiri olduğumuz, görevi aslında bu tür faaliyetleri araştırmak ve kaçak çalıştırmayı tespit etmek olan bir devlet görevlisi, devletin kaçak işçi çalıştırılmasına, belli başlı sektörlerde rekabete karşı direnilebilmesi için işgücü maliyetinden düşülmesi amacıyla, göz yumduğunu belirtmiştir.
Tüm bunlar olup biterken, eşi görülmemiş bir zübüğün başında bulunduğu iktidardaki hacıağalar hükümeti, gözden geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın aileyi geçindirmeye yetecek ücret, örgütlenme özgürlüğü, toplu iş pazarlığı ve akla gelebilecek daha başka zararlı noktalarında ilgili maddelere onay vermemiştir (Bkz. 10.4.2007 tarihli Cumhuriyet gazetesi, “Hükümet İşçi Haklarına Karşı”). Bu olay burjuva basında elbette ya hiç yer almamış yada büyük puntolarla değil, küçük yazılarla arka sayfalarda yer almıştır. Asalaklar şebekesinin mensubu hiçbir patron da, onların temsilcisi olan doğuştan Avrupalı kalemşörlerimiz de konu işçi hakları olunca “Avrupa Birliği treninin kaçırıldığından” bahsetmemişlerdir.
Burada işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin ve onun kapıkullarından başka bir şey olmayan tarikat mensuplarından kurulu hükümetin tüm dünyaya ilan ettiği şey nedir? 9 Nisan 2007 tarihli Resmi Gazete’de bu sorunun cevabını ayan beyan buluyoruz:
“BEYAN
Türkiye Cumhuriyeti, 1996 tarihli (Gözden Geçirilmiş) Avrupa Sosyal Şartı”nın III. Bölümünün A maddesi gereğince, anılan Şart’ın II. Bölümünün aşağıdaki madde, fıkra ve bentlerini kabul ettiğini beyan eder.
1 inci madde
2 nci maddenin 1, 2, 4, 5, 6 ve 7 nci fıkraları
3 üncü madde
4 üncü maddenin 2, 3, 4 ve 5 inci fıkraları
7 ilâ 31 inci maddeler”
Kabul edilmeyenler hangileridir?
“Adil Çalışma Koşulları” başlıklı ikinci maddenin kabul edilmeyen üçüncü fıkrası şöyledir:
“Akit taraflar adil çalışma koşullarına sahip olma hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak üzere; (…) En az dört haftalık ücretli yıllık izin sağlamayı (…) taahhüt ederler.”
İşçiler tatil yaparsa kim çalışacaktır? Hem de yılda dört hafta, hem de ücretli! Kuşkusuz bu tembelliği ve ahlaksızlığı teşvik etmek olurdu. Bunun herhalde peygamberin hadisleriyle de bağdaşmayacağını düşünen hacıağalar hükümeti, dini bütün halkını böyle bir musibetten korumuştur. Ancak müslüman hacıların her sene Mekke’de şeytan taşlamalarında olduğu gibi, bu musibetler defedilerek şeytanın küçüğü taşlanmış, büyüğü ise dünyada ve bu arada tabi Türkiye’de de iktidarda kalmıştır.
Bundan daha önemlisi, “Adil Bir Ücret Hakkı” başlıklı dördüncü maddenin birinci fıkrasının Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından reddidir. Bu fıkra şöyledir:
“Adil bir ücret hakkı
Akit Taraflar, adil bir ücret hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla;
1- Çalışanların kendilerine ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakkına sahip olduklarını tanımayı (…) taahhüt ederler. (…)”
Kendine ve ailesine iyi bir yaşam düzeyi sağlama, anayasada da yer alan bir haktır. Burjuva toplumda, kâğıt üzerinde, bireyin kendisi kutsal olduğu gibi, aile de kutsaldır. Anayasaya göre:
1- “Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
2- Aile “Türk toplumunun temelidir. Devlet ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.”
3- Çalışma “Herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır”.
Ama elbette burada da burjuva hukukunun sözü özüyle çelişmektedir. İyi yaşam için fırsat eşitliği vardır. Birey bunu kullanmalıdır. Çalışma özgürlüğü vardır. Toplumun bir kesiminin (işçi sınıfının) kendisini ve ailesini iyi bir yaşam düzeyine kavuşturacak bir ücret hakkına sahip olduğunu tanımak, bu eşitliği bozmak anlamına gelebilir. Dahası burjuva anayasasının yorumu da burjuvaziye aittir. Hak ve özgürlükler, eşit insanların sahip oldukları bu haklar, Marx’ın “18 Brumaire” eserinde belirttiği gibi, burjuvazinin özgürlüğünü ve eşitliğini bozmadıkları sürece vardırlar. Bu yorum, işçi sınıfına karşı burjuva devletinin yukarıdaki görevlerini burjuvazi için en ekonomik bir biçimde gerçekleştirmesini öngörür. Anayasada yer alan ve kutsanan her türlü kavram (aile, mülkiyet, özgürlük, kamu düzeni vs…) ve ayrıca mevcut pek dindar iktidardan önce de sözde laik devlet kadrolarınca kutsanan din, sadece burjuvazi için bu kutsanmışlığa sahiptir.
Geri: “Adalet, Kalkınma, Din, İman” ve… İşçi Hakları
Avrupa Sosyal Şartı’nın işçiye ve ailesine iyi yaşam sağlayacak ücret öngörüsünün bu hacıağalar tarafından reddinde, söz konusu “mülkiyet, aile, din ve kamu düzeni”nin burjuvazinin mülkü, onun dini, onun ailesi, onun düzeni olduğu, Anayasanın sözüne rağmen açıkça ilan edilmektedir. İşçinin ve ailesinin iyi bir yaşam sürmesine yetecek değil, bu yaşamı burjuvazi için tüketebilmesine yetecek bir ücret alması gerektiği Türk burjuvazisi tarafından tüm dünyaya ilan edilmiştir. Ancak Sağır Sultanın duyduğunu Türkiye hala duymamakta ve uyanamamaktadır.
İyi yaşam için ücret, kuşkusuz tıpkı yılda dört hafta ücretli izin gibi tembelliği ve ahlaksızlığı teşvik etmek olacaktır. Türk burjuvazisi anayasanın lafzında toplumun temeli saydığı ailenin temeline büyük bir gönül rahatlığıyla tükürmektedir. Kuşkusuz burada, hacıağaların ikide bir işçi sınıfına yaltaklanmak için şuraya buraya astığı şu peygamber sözü insanı düşündürmektedir: “İşçinin ücretini teri kurumadan veriniz.” Hâlbuki burjuvazi, hacıağalar hükümeti ve bunların hukuk danışmanları bu hadisi farklı yorumluyor: “İşçinin ücretini terini kurutmayacak kadar veriniz!” şeklinde.
Böylelikle uğruna kan ve ter dökülen aş ve iş de, hem işçi hem ailesi için insan ve yurttaş olmalarından kaynaklanan temel birer hak iken, seçimlere kadar aş ve işi kendinden esirgeyen burjuvazinin elinde, onu soyup soğana çeviren sözde çağdaş ya da sözde dindar asalakların elinde, onun ve ailesinin oyunu, yurttaşlık hakkını satın almak için birer rüşvet aracına, “hayır işi”ne dönüşmüştür. Bir sonraki beş yılda her gün her saat misliyle geri alınmak üzere verilen bir seçim rüşveti.
Yukarıdaki beyanda, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin, Şart’ın onaylanmadığı açıkça beyan edilen diğer iki maddesi 5 ve 6. Maddeleridir.
Onaylanmayan 5. Madde işçilerin örgütlenme hakkına ilişkindir ve şöyledir:
“Örgütlenme hakkı
Akit Taraflar, çalışanların ve işverenlerin ekonomik ve sosyal çıkarlarını korumak için yerel, ulusal ve uluslararası örgütler kurma ve bu örgütlere üye olma özgürlüğünü sağlamak veya desteklemek amacıyla ulusal yasanın bu özgürlüğü zedelemesini veya zedeleyici biçimde uygulanmasını önlemeyi;
Taahhüt ederler. (…)”
Burada, Türkiye’de sendikal özgürlükler lehine az da olsa var olan yasa hükümlerini sayacak değiliz. Bunlar tıpkı pisliğin üzerindeki küçük yeşil, şirin böcekler gibidirler. Çünkü bir işçi sendikal nedenle işten atıldığını iddia ediyorsa, bunu kılı kırk yaran Türk adaleti önünde kendi ispatlamalıdır ki, Türkiye’de görülen çok az davada bu başarılabilmektedir, çünkü çok zordur. Sendikalılığın hiçbir fiili güvencesi yoktur, çünkü mevcut çalışma yasalarına ve tabi ki yargıçların bunlardan türettikleri içtihatlara göre sendikaya yanaşmak demek, işten atılmaya, sokağa ve açlığa gönüllü olmak demektir.
Dolayısıyla, tıpkı farklı olduğunu iddia ettiği kendinden önceki hükümetler gibi, bir çok yasal grevi hiçbir yasal dayanağı olmadan Bakanlar Kurulu kararıyla erteleyen, bu erteleme kararlarını iptal eden mahkeme kararlarına uymayarak ve tekrar erteleme kararı vererek Anayasayı açıkça ihlal eden bir hükümetten (tabii ki bu konular yoksulların ve ezilenlerin dostu, sosyal ve demokrat ana muhalefet partisi tarafından Anayasa mahkemesine götürülen konular arasında yer almaz), işçilerin örgütlenmesiyle ilgili böyle bir hukuk kuralına onay vermesini istemek, Allah’a şirk koşmasını istemek gibi bir şey olurdu. Çünkü işçinin sırtından elde ettiği artı değer, ister sözde dindar ister sözde laik olsun, ister yeşil renge ister kırmızı-beyaz renge bürünmüş olsun “girişimci orta sınıfın” yaşamasını sağlayan yüce varlıktır. Bundan başka Tanrı yoktur.
Hacıağalar hükümetinin bu Şart’ın maddelerini okurken sararıp morardığını ve “çalışanlar” kelimesiyle “örgütlenme” kelimesini bir arada görünce, günaha girme korkusuyla hamama gidip abdest alma ihtiyacı hissettiğini tahmin edebiliriz. Ama hükümetin talihsizliğine bakın ki bir madde daha vardır.
Onaylanmayan 6. Madde toplu pazarlık hakkına ilişkindir ve kelimesi kelimesine aşağıdaki gibidir:
“Toplu pazarlık hakkı
Akit Taraflar, toplu pazarlık hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla;
1- Çalışanlar ve işverenler arasındaki ortak görüşmeleri teşvik etmeyi;
2- Gerekli ve uygun olduğu durumlarda, toplu sözleşme yoluyla ücretlerin ve iş koşullarının düzenlenmesi amacıyla işverenlerin ya da işveren örgütlerinin çalışanların örgütleriyle isteğe bağlı görüşmelerini sağlayacak yolları teşvik etmeyi;
3- İş uyuşmazlıklarının çözümü için uygun uzlaştırma ve isteğe bağlı hakemlik sisteminin kurulmasını ve işletilmesini teşvik etmeyi;
taahhüt eder ve
4- Menfaat uyuşmazlığı durumunda çalışanların ve işverenlerin, daha önce yapılan toplu sözleşmelerden doğabilecek yükümlülüklere bağlı olmak koşuluyla grev hakkı dahil, toplu eylem hakkını tanır.” (Altını biz çizdik)
Türkiye’de “Toplu Eylem Hakkı” bulunmamaktadır. Yasaktır. Sosyal Şart’ta grev hakkına, daha geniş olan “Toplu Eylem Hakkı”nın bir parçası olarak yer verilmiştir. Türkiye’de küçüğü (grev hakkı) yasada tanınmakta ama bilindiği gibi fiilen tanınmamakta, büyüğü (toplu eylem hakkı) ise (hem eylem hem de toplu öyle mi! tövbe hâşâ…) hiç tanınmamaktadır. Toplu eylem ve işçi sınıfının diğer bozguncu eylemleri konusunda çok titiz olan hukuk adamlarımız, işçinin işyerinde eylem yapmasını patronu için geçerli sebeple işten çıkarma vesilesi olduğunu, kararlarında ısrarla belirtirler. Sıradan bir vatandaş için demokratik hak olan, işçi için işyerinin düzenini bozma, sözleşmeden doğan bağımlılık ve sadakat yükümlülüğüne aykırı davranma, polis, jandarma, işten atılma ve dayak anlamına gelir.
Türkiye İşçi sınıfına karşı 12 Eylül Faşist darbesinden itibaren başlatılan ve AKP hükümetiyle daha önce görülmemiş bir hal alan saldırıyı durdurmak, püskürtmek ve karşı saldırıya geçmek, ilk önce tüm işçi sınıfını sımsıkı saran bölünmez bir sendikal örgütlenmeyi gerektirir. Bunun önündeki tüm engellerin kaldırılması için her yoldan mücadele edilmelidir. Biz burada, Avrupa Birliği çerçevesinde yapılan ya da yapılacak olan yasal değişikliklerin şakşakçılığını savunmuyoruz. Türkiye işçi sınıfının eline geçen bir fırsattan bahsediyoruz.
Ancak bu fırsat değerlendirilmiş midir? Başta Alman ve Soros vakıflarının aşığı pek Avrupacı büyük sendika liderleri olmak üzere, her hangi bir sendika veya konfederasyon başkanı, toplu eylem hakkıyla ilgili bu maddenin onaylanması için hükümete her hangi bir baskıda bulunmuş mudur, bunun için bir faaliyet yürütmüş müdür? Ya da en azından bunun kabul edilmemesini protesto etmek için sönük de olsa bir sokak gösterisi bile yapmış mıdır? Hayır, hiç sesleri çıkmamıştır. Türkiye işçi sınıfının kendi hakkında alınan bu uluslararası mahkûmiyet kararlarından haberi var mıdır, haberdar edilmiş midir? Hayır. Bu yapılmıyorsa, sözü edilen kişilerin emek ve demokrasi mücadelesinde hiçbir temsil güçlerinin olmadığı bir kere daha kanıtlanmış demektir.
Yukarıdaki BEYAN, Türkiye burjuvazisinin Türkiye işçi sınıfına kin ve düşmanlığının beyanıdır. Kendi yurttaşlarının köle olduğunun tekrar ilanıdır. Burjuvazi, karşısında kendine engel olabilecek hiçbir güç görmemektedir. Türkiye burjuvazisinin ahlaksızlık, cinayet, vurgun, soygun ve baskı şebekesi çatırtı sesleri verse de hala çok iyi (her yıl binlerce işçiyi pek bir itirazla karşılaşmadan öğütüp posa olarak atacak kadar “iyi”) işlemektedir.
Peki ya işçi sınıfı? Utanç verici olan, mevcut sendikal yapının işçi sınıfını temsil etmekten ve örgütlemekten ne kadar uzak olduğu, acizliği, korkaklığı ve güçsüzlüğü, burjuvazinin izin verdiği sınırlar içinde yaşamaya muhtaç hale geldiği, alçaklığı ve ihaneti bir yaşam ve geçinme biçimine çevirdiği gerçeğidir. Aynı gerçek, hak etmediği halde kendine komünist, Marksist-Leninist, sol gibi isimler yakıştıran birçok küçük örgütçük ve parti karikatürleri için de, birçokları mutlaka iyi ve devrimci niyetlerle hareket eden unsurlardan oluşuyor olmalarına rağmen, geçerlidir. Hükümetin ve bir paralel devlet teşkil eden polisin yaptıkları ve 1 Mayıs 2007′de olanlar, bunun sonucu ve kanıtıdır. Bu devrimcilikleri kendinden menkul liderler ve örgütçükleri, bırakalım kaybedilen mevzileri geri almayı, az da olsa elde kalanları bile savunamayacak durumdadırlar. Dahası görünen o ki böyle bir hedefleri yoktur.
1 Mayıs alanlarında, artık işçi sınıfının kızıl sancağına altın sırmalı harflerle işlenmiş şu yazılar okunmalıdır: Tüm Ülkede Tek ve Gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi: Komünist Parti, Tüm Ülkede Gerçek ve Bölünmez Tek bir Sendikal Hareket. Kitlelerin giderek daha politize oldukları ve burjuva egemenliğinin siyasi ve yönetsel krizinin tırmandığı, ekonomik bunalımların eli kulağında olduğu şu aşamada, bu basit bir slogan değildir. Türkiye işçi sınıfı ile -henüz varla yok arasında salınmaktan kurtulamamış olan- Türkiye komünist hareketi ve hatta tüm emekçi halk için yaşamsal bir ihtiyaçtır.
Komünist Bakış
İyi yaşam için ücret, kuşkusuz tıpkı yılda dört hafta ücretli izin gibi tembelliği ve ahlaksızlığı teşvik etmek olacaktır. Türk burjuvazisi anayasanın lafzında toplumun temeli saydığı ailenin temeline büyük bir gönül rahatlığıyla tükürmektedir. Kuşkusuz burada, hacıağaların ikide bir işçi sınıfına yaltaklanmak için şuraya buraya astığı şu peygamber sözü insanı düşündürmektedir: “İşçinin ücretini teri kurumadan veriniz.” Hâlbuki burjuvazi, hacıağalar hükümeti ve bunların hukuk danışmanları bu hadisi farklı yorumluyor: “İşçinin ücretini terini kurutmayacak kadar veriniz!” şeklinde.
Böylelikle uğruna kan ve ter dökülen aş ve iş de, hem işçi hem ailesi için insan ve yurttaş olmalarından kaynaklanan temel birer hak iken, seçimlere kadar aş ve işi kendinden esirgeyen burjuvazinin elinde, onu soyup soğana çeviren sözde çağdaş ya da sözde dindar asalakların elinde, onun ve ailesinin oyunu, yurttaşlık hakkını satın almak için birer rüşvet aracına, “hayır işi”ne dönüşmüştür. Bir sonraki beş yılda her gün her saat misliyle geri alınmak üzere verilen bir seçim rüşveti.
Yukarıdaki beyanda, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin, Şart’ın onaylanmadığı açıkça beyan edilen diğer iki maddesi 5 ve 6. Maddeleridir.
Onaylanmayan 5. Madde işçilerin örgütlenme hakkına ilişkindir ve şöyledir:
“Örgütlenme hakkı
Akit Taraflar, çalışanların ve işverenlerin ekonomik ve sosyal çıkarlarını korumak için yerel, ulusal ve uluslararası örgütler kurma ve bu örgütlere üye olma özgürlüğünü sağlamak veya desteklemek amacıyla ulusal yasanın bu özgürlüğü zedelemesini veya zedeleyici biçimde uygulanmasını önlemeyi;
Taahhüt ederler. (…)”
Burada, Türkiye’de sendikal özgürlükler lehine az da olsa var olan yasa hükümlerini sayacak değiliz. Bunlar tıpkı pisliğin üzerindeki küçük yeşil, şirin böcekler gibidirler. Çünkü bir işçi sendikal nedenle işten atıldığını iddia ediyorsa, bunu kılı kırk yaran Türk adaleti önünde kendi ispatlamalıdır ki, Türkiye’de görülen çok az davada bu başarılabilmektedir, çünkü çok zordur. Sendikalılığın hiçbir fiili güvencesi yoktur, çünkü mevcut çalışma yasalarına ve tabi ki yargıçların bunlardan türettikleri içtihatlara göre sendikaya yanaşmak demek, işten atılmaya, sokağa ve açlığa gönüllü olmak demektir.
Dolayısıyla, tıpkı farklı olduğunu iddia ettiği kendinden önceki hükümetler gibi, bir çok yasal grevi hiçbir yasal dayanağı olmadan Bakanlar Kurulu kararıyla erteleyen, bu erteleme kararlarını iptal eden mahkeme kararlarına uymayarak ve tekrar erteleme kararı vererek Anayasayı açıkça ihlal eden bir hükümetten (tabii ki bu konular yoksulların ve ezilenlerin dostu, sosyal ve demokrat ana muhalefet partisi tarafından Anayasa mahkemesine götürülen konular arasında yer almaz), işçilerin örgütlenmesiyle ilgili böyle bir hukuk kuralına onay vermesini istemek, Allah’a şirk koşmasını istemek gibi bir şey olurdu. Çünkü işçinin sırtından elde ettiği artı değer, ister sözde dindar ister sözde laik olsun, ister yeşil renge ister kırmızı-beyaz renge bürünmüş olsun “girişimci orta sınıfın” yaşamasını sağlayan yüce varlıktır. Bundan başka Tanrı yoktur.
Hacıağalar hükümetinin bu Şart’ın maddelerini okurken sararıp morardığını ve “çalışanlar” kelimesiyle “örgütlenme” kelimesini bir arada görünce, günaha girme korkusuyla hamama gidip abdest alma ihtiyacı hissettiğini tahmin edebiliriz. Ama hükümetin talihsizliğine bakın ki bir madde daha vardır.
Onaylanmayan 6. Madde toplu pazarlık hakkına ilişkindir ve kelimesi kelimesine aşağıdaki gibidir:
“Toplu pazarlık hakkı
Akit Taraflar, toplu pazarlık hakkının etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla;
1- Çalışanlar ve işverenler arasındaki ortak görüşmeleri teşvik etmeyi;
2- Gerekli ve uygun olduğu durumlarda, toplu sözleşme yoluyla ücretlerin ve iş koşullarının düzenlenmesi amacıyla işverenlerin ya da işveren örgütlerinin çalışanların örgütleriyle isteğe bağlı görüşmelerini sağlayacak yolları teşvik etmeyi;
3- İş uyuşmazlıklarının çözümü için uygun uzlaştırma ve isteğe bağlı hakemlik sisteminin kurulmasını ve işletilmesini teşvik etmeyi;
taahhüt eder ve
4- Menfaat uyuşmazlığı durumunda çalışanların ve işverenlerin, daha önce yapılan toplu sözleşmelerden doğabilecek yükümlülüklere bağlı olmak koşuluyla grev hakkı dahil, toplu eylem hakkını tanır.” (Altını biz çizdik)
Türkiye’de “Toplu Eylem Hakkı” bulunmamaktadır. Yasaktır. Sosyal Şart’ta grev hakkına, daha geniş olan “Toplu Eylem Hakkı”nın bir parçası olarak yer verilmiştir. Türkiye’de küçüğü (grev hakkı) yasada tanınmakta ama bilindiği gibi fiilen tanınmamakta, büyüğü (toplu eylem hakkı) ise (hem eylem hem de toplu öyle mi! tövbe hâşâ…) hiç tanınmamaktadır. Toplu eylem ve işçi sınıfının diğer bozguncu eylemleri konusunda çok titiz olan hukuk adamlarımız, işçinin işyerinde eylem yapmasını patronu için geçerli sebeple işten çıkarma vesilesi olduğunu, kararlarında ısrarla belirtirler. Sıradan bir vatandaş için demokratik hak olan, işçi için işyerinin düzenini bozma, sözleşmeden doğan bağımlılık ve sadakat yükümlülüğüne aykırı davranma, polis, jandarma, işten atılma ve dayak anlamına gelir.
Türkiye İşçi sınıfına karşı 12 Eylül Faşist darbesinden itibaren başlatılan ve AKP hükümetiyle daha önce görülmemiş bir hal alan saldırıyı durdurmak, püskürtmek ve karşı saldırıya geçmek, ilk önce tüm işçi sınıfını sımsıkı saran bölünmez bir sendikal örgütlenmeyi gerektirir. Bunun önündeki tüm engellerin kaldırılması için her yoldan mücadele edilmelidir. Biz burada, Avrupa Birliği çerçevesinde yapılan ya da yapılacak olan yasal değişikliklerin şakşakçılığını savunmuyoruz. Türkiye işçi sınıfının eline geçen bir fırsattan bahsediyoruz.
Ancak bu fırsat değerlendirilmiş midir? Başta Alman ve Soros vakıflarının aşığı pek Avrupacı büyük sendika liderleri olmak üzere, her hangi bir sendika veya konfederasyon başkanı, toplu eylem hakkıyla ilgili bu maddenin onaylanması için hükümete her hangi bir baskıda bulunmuş mudur, bunun için bir faaliyet yürütmüş müdür? Ya da en azından bunun kabul edilmemesini protesto etmek için sönük de olsa bir sokak gösterisi bile yapmış mıdır? Hayır, hiç sesleri çıkmamıştır. Türkiye işçi sınıfının kendi hakkında alınan bu uluslararası mahkûmiyet kararlarından haberi var mıdır, haberdar edilmiş midir? Hayır. Bu yapılmıyorsa, sözü edilen kişilerin emek ve demokrasi mücadelesinde hiçbir temsil güçlerinin olmadığı bir kere daha kanıtlanmış demektir.
Yukarıdaki BEYAN, Türkiye burjuvazisinin Türkiye işçi sınıfına kin ve düşmanlığının beyanıdır. Kendi yurttaşlarının köle olduğunun tekrar ilanıdır. Burjuvazi, karşısında kendine engel olabilecek hiçbir güç görmemektedir. Türkiye burjuvazisinin ahlaksızlık, cinayet, vurgun, soygun ve baskı şebekesi çatırtı sesleri verse de hala çok iyi (her yıl binlerce işçiyi pek bir itirazla karşılaşmadan öğütüp posa olarak atacak kadar “iyi”) işlemektedir.
Peki ya işçi sınıfı? Utanç verici olan, mevcut sendikal yapının işçi sınıfını temsil etmekten ve örgütlemekten ne kadar uzak olduğu, acizliği, korkaklığı ve güçsüzlüğü, burjuvazinin izin verdiği sınırlar içinde yaşamaya muhtaç hale geldiği, alçaklığı ve ihaneti bir yaşam ve geçinme biçimine çevirdiği gerçeğidir. Aynı gerçek, hak etmediği halde kendine komünist, Marksist-Leninist, sol gibi isimler yakıştıran birçok küçük örgütçük ve parti karikatürleri için de, birçokları mutlaka iyi ve devrimci niyetlerle hareket eden unsurlardan oluşuyor olmalarına rağmen, geçerlidir. Hükümetin ve bir paralel devlet teşkil eden polisin yaptıkları ve 1 Mayıs 2007′de olanlar, bunun sonucu ve kanıtıdır. Bu devrimcilikleri kendinden menkul liderler ve örgütçükleri, bırakalım kaybedilen mevzileri geri almayı, az da olsa elde kalanları bile savunamayacak durumdadırlar. Dahası görünen o ki böyle bir hedefleri yoktur.
1 Mayıs alanlarında, artık işçi sınıfının kızıl sancağına altın sırmalı harflerle işlenmiş şu yazılar okunmalıdır: Tüm Ülkede Tek ve Gerçek bir İşçi Sınıfı Partisi: Komünist Parti, Tüm Ülkede Gerçek ve Bölünmez Tek bir Sendikal Hareket. Kitlelerin giderek daha politize oldukları ve burjuva egemenliğinin siyasi ve yönetsel krizinin tırmandığı, ekonomik bunalımların eli kulağında olduğu şu aşamada, bu basit bir slogan değildir. Türkiye işçi sınıfı ile -henüz varla yok arasında salınmaktan kurtulamamış olan- Türkiye komünist hareketi ve hatta tüm emekçi halk için yaşamsal bir ihtiyaçtır.
Komünist Bakış
Similar topics
» İşçi Devleti Nedir? İşçi Sınıfı Devleti Ortadan Kaldırmayacak Mıydı?
» Neden İşçi Sınıfı?
» Tulumsuz İşçi de Olur
» İşçi Sınıfı ve Varoşlar
» İşçi Sınıfının Demokrasisi Nasıl Olacak?
» Neden İşçi Sınıfı?
» Tulumsuz İşçi de Olur
» İşçi Sınıfı ve Varoşlar
» İşçi Sınıfının Demokrasisi Nasıl Olacak?
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz